Meksikalı ressam Diego Rivera, 1928’de Wall Street’teki Rockefeller binası duvarına Milyonerlerin Akşam Yemeği‘ni yaptığında, masadaki yüzlerden biri olan (kadının solunda oturan/resmin siparişçisi Nelson Rockefeller’in dedesi) John D. Rockefeller 18 yıldır ‘dünyanın en zengin insanı’ unvanını taşıyordu. Rockefeller imparatorluğu Amerikan İç Savaşı’nın yarattığı ‘fırsatlar’la kuruldu, Birinci Paylaşım Savaşı’nın öngününde ‘en zengin’ oldu, iki dünya savaşı arasında ve 1929 ekonomik krizinin öncesinde kendisini kendi duvarına bu vaziyette resmettirebilecek bir ‘özgüven’e ulaştı!
Maden işletmeciliğinden petrole uzanan yolda Rockefeller ‘tekelleşme’nin en önemli sembollerinden biri olarak yükselmişti: ‘Büyük aileler’in sembolü! Örneğin faaliyetlerini Avrupa’da icra eden Wendeller gibilerin… Almanya, Fransa ve Lüksemburg sınırında bulunan Briey-Thionville havzasının sahibi olan bu aile, Rockefeller’e bile parmak ısırtacak bir ‘başarı’ kazanmış ve bir dünya savaşının orta yerinde yükselivermişti!
Savaşın daha başında, 6 Ağustos 1914’ten itibaren Fransız ordusu tek kurşun atılmadan Briey-Thionville madenlerinin bulunduğu bölgeden çekiliverdi.[1] Ve işin daha ilginci sonraki dört yıl boyunca da buraya hiçbir saldırı düzenlenmedi. Böylece Almanya, bu bölge olmasa sadece Prusya demirine mahkûm kalacakken ve dolayısıyla silah üretimi için gereken hammaddeyi bulma sıkıntısı yaşayacakken savaşa rahatça devam edebildi. Fransız genelkurmayı zaman zaman siyasetçilerin bu madenlerin geri alınması gerektiği yönündeki açıklamalarına hiç kulak asmadı, hatta asabı bozulup bölgeyi bombalayan birkaç pilot cezalandırıldı! İşte bu sayede dört yıl boyunca 8.5 milyon askerinin 1 milyon 350 bini ölen Fransa ile 11 milyon askerinin 1.8 milyonu ölen Almanya birbirleri ile savaşmaya devam edebildi! Fransa ordusu Fransız silah üreticilerine, Fransız silah üreticileri de Alman silah üreticilerine bağlıydı: Eğer savaş sanayi için üretim yapıyorsanız ve karşınızda savaşacak bir ordu yoksa onu da üretebilirsiniz!
Rockefeller ve diğerleri için bugün de ‘ilham verici’ olan işte bu ‘çözüm’dü…
İtalyan ressam Guiseppe Pelizza da Volpeda, Dördüncü Kuvvet ya da İnsan Seli olarak tanınan başyapıtını 1901 yılında tamamladı. Resmine konu ettiği halkı, topraksız köylülükten proleterliğe doğru ilerlemekteydi. Resmin yapılışı boyunca geçen 10 yıl, büyük işletmelerin, dolayısıyla sanayi proletaryasının ortaya çıkışını yaşayan İtalya’nın bu alandaki belki de en ‘hızlı’ yıllarıydı. Sonunda, İtalyan işçi sınıfının o güne kadarki en görkemli eylemlerine uzanan bir siyasal örgütlenme ortaya çıktı. Fakat artık zaman dünya savaşını gösteriyordu.
İtalya; İngiltere, Almanya, Fransa hatta Belçika gibi ülkelere göre Avrupa’da sanayileşmenin en hızlı yaşandığı, büyük işletmelerin ve işçi sınıfının sayısal olarak en hızlı arttığı ülke değildi. Onları geriden takip ediyordu. 1900’den önceki yaklaşık 30 yıl içinde işçi sınıfının nüfusu 1 milyondan 2.5 milyona doğru yükselmişti. Aynı dönemde bu artış, İngiltere’de 6 milyondan 9 milyona, Almanya’da 7 milyondan 11-12 milyona ulaşmıştı.
İşçi sınıflarının sayısal büyüklüğü ülkelerin savaş karşısındaki durumunu da belirliyordu: İtalya gibi henüz ‘yolun başında’ olanlar pes ederken, hatta saf değiştirirken, ‘İttifak Devletleri’ içinde savaşı sonuna kadar götürebilenin Almanya olması tesadüf değildi. ‘İtilaf Devletleri’ içinde en büyük kazananın İngiltere olması da öyle…
Savaş sırasında bir milyonun üzerinde askerini kaybeden Rusya, Almanya, Avusturya-Macaristan ve Fransa gibi ülkelere kıyasla 350 bine yakın kayıp veren Osmanlı için yıkım ‘o kadar da büyük’ görünmeyebilir. Osmanlı’nın asker sayısı da askerini donatacak silah ve teçhizat kaynakları da onların hareketini sağlayacak nakliye yolları da rakiplerine ve müttefiklerine göre çok daha sınırlıydı. Bunların sağlanabileceği kaynaklar devlet dahilinde bulunsa bile istikrarlı çalışmalarını sağlayacak altyapı/işletme yoktu. Dolayısıyla buradaki, “Almanya kaybedince biz de kaybetmiş sayıldık,” tekerlemesi Almanya için tersinden, “Osmanlı yenilince biz de kaybettik” diye de okunabilir. Ki benzer bir durum Avusturya-Macaristan için de geçerliydi. Almanya’nın müttefikleri sınai açıdan kıta Avrupa’sındaki savaşta en çok karşı karşıya geldiği Fransa’nınkilere göre ‘zayıf’tır. İtalya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı’nın ‘sevk ve idaresi’ de –değişen derecelerde olsa da– Alman işçi sınıfının eline bakmaktadır!
Ekonomisi neredeyse tamamen ziraata dayalı Osmanlı’nın var olan ‘sanayisi’ de zaten yıllar içinde Avrupalı tekeller eliyle ve büyük oranda onların uygun gördükleri şekliyle ortaya çıkabilmiştir.
Mehmet Ruhi Arel’in Hilal-i Ahmer’e Yardım tablosu bu durumun sonucunu göstermesi açısından ilginçtir: Allah’ın ve peygamberinin evinde, onların halifesi tarafından ihtiyaç sahiplerine yardım için kurulmuş Hilal-i Ahmer halkın üç beş kuruşuna avuç açmaktadır. Yardım için ellerine bakılan cemaatin boyun eğmişliği dine değil, ‘kapitalizmin en üst aşaması’na karşıdır. Üstte başta ne varsa verilse kurtulunamayacak canavara karşı!
“Gerçekte İngiliz proletaryası giderek daha fazla burjuvalaşmaktadır; öyle görünüyor ki, başka uluslara göre daha burjuva olan bu ulus, kendi burjuvazisinin yanısıra bir burjuva aristokrasisi ve bir burjuva proletaryası yaratmaya yönelmekte.“[2] Lenin’in, Engels’ten aktardığı bu satırlar bize dünya savaşının neden asıl olarak işçi sınıfının ‘kendisine karşı’ yürüttüğü bir mücadele olduğunu anlatır aslında. Şöyle devam eder Engels: “Bütün dünyayı sömürmekte olan bir ulus için bu, elbette, bir dereceye kadar mantıksal bir şeydir.”
Bu satırlar, ’emperyalizm aşaması’na ulaşan kapitalizmin gücünün kaynağını işaret etmektedir: ‘Merkez ülke’ İngiltere’de ‘işçi aristokrasisi’ 1800’lerin ikinci yarısıyla birlikte gelişmeye başlamıştır. Sarı sendikacılar, küçük paylarla işletmelere ‘ortak’ yapılan vasıflı işçiler ve onların siyasetteki ‘reformcu’ karşılıkları… En dibinde her kapitalist ülkeye bolca taşınan ‘yabancı işçiler’in bulunduğu, kendilerinin de içinden çıktıkları sınıfa karşı kapitalistlerin yanında mücadele etmektedir hepsi… Almanya’da, Karl Liebknecht dışında, savaşa onay veren ‘sosyal demokrat’ milletvekilleri vardır örneğin. Savaş devam ederken bütün ülkelerin işçilerine “silahları kendi kapitalistlerine doğrultma” önerisi yapan Lenin’e “deli saçması” diyerek karşı çıkan II. Enternasyonal delegeleri de…
Birinci savaş, tek başına; sadece o güne kadarki en yüksek kayıplara sahne olduğu, en geniş coğrafi bölgede çatışmalar yaşandığı, savaş teknolojisinin en yüksek noktasına ulaştığı çarpışma olduğu için ‘tarihi’ değildir. Öncesi ve sonrasında yaşananlarla birlikte kazanır tarihsel önemini. Kapitalizmin aşırı üretime dayalı, ‘insan’ı yok eden işleyişinin silahlarla devamıdır aslında ‘en büyük felaket’ denilen.
Tekelleşen sermaye hesabına fabrikada çalışan ve cephede çarpışan işçi sınıfının hikâyesidir özünde savaş: Silahları yapan, kullanan, Rockefeller masasındakiler için ‘yenen ve yenilen’ işçidir. Ekim Devrimi gibi zincirini kırabildiği yerde tarihin ‘ayarını’ değiştiren de…
İnsanlığın en büyük felaketi ve –bu açıdan– yeni umudu 100. yılında artık. Üstüne ikinci bir dünya savaşı, daha büyük yıkımlar ve yine ‘umut’ bırakarak insanı bugüne taşıdı tarih.
Rus ressam Kazimir Malevich’in Kızıl Süvariler’i, o tarihin içinde sürüp gidiyor atlarını yine: En alttaki kahverengiden en üstteki maviye, çoğu zaman tarihin önümüze ‘dümdüz’ koyuverdiği ‘derin’ perspektifin orta yerinde!
DİPNOTLAR
[1] Kapitalizmin Kara Kitabı, Çev: Kerem Kurtgözü, Evrensel Basım Yayın, 1. Basım 2013, s.93
[2] V. İ. Lenin, Emperyalizm/Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Çev: Erdoğan Başar, Sol Yayınları, s.114