yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

Medea’nın Yargılanması: Saint Ömer

Türkiye’deki ilk gösterimi İstanbul Film Festivali’nde yapılan Alice Diop’un Venedik’te Jüri Büyük Ödülü’nü alan Saint Ömer filmi, 2015’te Fransa’da yaşanan, gerçek bir olaya dayanan ve 15 aylık bebeğini öldüren bir kadının yargılamasını anlatıyor.

“Hades’in müntakim cinleri hakkı için hayır! Benim için oğullarını düşmanın zulmüne terk etti denmeyecek! Her ne suretle olursa olsun eninde sonunda öleceklerdir ve mademki bu zaruridir, o halde nasıl ilk önce onları dünyaya getirdimse şimdi de öylece öldüreceğim” diyen Yunan mitolojisinde Kolhis Kralı Aietes’in kızı olan Medea, Euripides’in Medea adlı Yunan tragedyasında kendi çocuklarını öldüren bir anneye dönüşür ve bu sözleri sarf eder…

Yönetmen Alice Diop da Venedik’te Jüri Büyük Ödülü’nü alan Saint Ömer filminde 2015’te Fransa’da yaşanan, gerçek bir olaya dayanan ve 15 aylık bebeğini öldüren bir kadının yargılamasını anlatıyor. Filmde genç bir yazar olan Rama, bebeği Élise öldüren Laurence Coly’i Medea ile özdeşleştirmeyi planladığı yeni romanı için duruşmada izler. Rama her ne kadar Laurence’ı Medea ile özdeşleştirmek için bu yola çıksa da yargılama esnasında yaşadığı ikilemler sonucu kendisini ve annesi ile olan ilişkisini sorgulamaya başlar.

 

Tek Mekânda Diri Bir Anlatım

Saint Ömer Rama’nın annesiyle olan ilişkilerine dair kısa kısa flashbackler yapsa da esas itibariyle tamamına yakını bir mahkeme salonunda geçiyor. Neredeyse tek mekânda ve hatta uzun diyaloglar olarak akan bir yapısı olsa da filmin “dehşete düşüren” ana teması seyircinin ilgisini diri tutan bir anlatıma sahip. Daha önce de mahkeme tutanaklarına dair belgesel yapımlara imza atan Diop’un yargılama sürecini bu kadar detaylı anlatması, ilk uzun metrajlı filmi için altından hayli iyi kalktığı bir iş oluyor. Zira kamera bazen dakikalarca Laurence Coly ve kadın hâkim arasında gidip gelirken salt diyaloğa dayalı uzun sekanslar yaratıyor. Ama bu durum aksine başta da dediğim gibi ilgiyi dağıtmıyor ve diri tutuyor.

Bu ilginin diri olmasında salt anlatım tekniği başarısı yok elbette. Senegalli, çok iyi ve akıcı Fransızca konuşan, felsefe okuyan bir kadının 15 aylık çocuğunu niye öldürdüğü meselesi, kadınlara ve anneliğe dair birçok kalıbı zorladığı için bu ilgi artıyor. Anneliğin kutsal sayıldığı bir dünyada, hele hele göçmen bir kadının işlediği bu cinayet, filmde az geçse de basın tarafından “canavarlaştırılan” bir anlatıya dönüyor. Yönetmen Diop ise bu kadını canavarlaştırmıyor, ama masumlaştırmadan bu cinayetin neden işlendiğini ‘deşmeye’ çalışıyor. Tabii film cinayetin delil, olay anı gibi teknik tarafıyla daha yüzeysel ilgileniyor. Zira Coly zaten cinayeti itiraf etmiş ama bunu iradesi dışında yaptığını söylüyor. Burada kendi kültürel kodları giriyor devreye Coly’nin ve kendisine ‘büyü’ yapıldığını söylüyor. Rama’nın Coly’i Medea ile özdeşleştirmeye çalıştığı bir nokta da Euripides’in Medea’sının aynı zamanda bir büyücü olması. Rama, Coly’nin muhtemelen daha önce basına yansıyan ifadelerinden gördüğü kadarıyla aklında böyle bir imaj yaratıyor. Ama ne Rama ne de dinleyenler Coly’nin anlattıklarından ‘canavarlaştırılmış’ ya da ‘düşmanları yüzünden çocuklarını öldüren bir Medea’ bulamıyor.

 

Kimera Değil, Sınıfsal Ve Toplumsal Hücreler

Coly’nin anlattığı hikâye birçok muğlaklık taşıyor. Hâkim ya da savcı tüm bu zayıf noktaları yer yer acımasızca ortaya çıkarıyor. O yüzden seyircinin duygusal anlarda Coly’e hak verdiği dönemeçlerin önü alınıyor. Diop filmin büyük bölümünde taraf tutmak değil başta da dediğim gibi meseleyi deşmek istiyor. Fakat Coly’nin avukatı sözü aldığında Alice Diop biraz manifesto niteliğindeki savunma tiradıyla da kendi duygusunu zerk ediyor. Avukat “mikrokimerizm” denilen terime atıf yapıyor. Anne karnında gelişen bebeğin hücrelerinin yine anne kanına karışması anlamına geliyor bu terim. Avukat bu ismin de Yunan mitolojisinde çeşitli hayvanlardan yapılmış efsanevi yaratıklar olan “kimera” kelimesinden geldiğini vurguluyor. Anne ve çocuğu birbirine karışmış bir “melez” olarak tarif ediyor. Canavarsak da kökleri buradan geliyor, yani biz neysek aslında ‘annemizden alıyoruz’ gibi bir imada bulunuyor.

Mikrokimerizmin davranışsal bir kalıtsallığı var mı bilmiyorum ama hikâyeden ailesinin başarılı olması için sürekli zorladığı ama kendi isteklerini yaşamak için tek başına, yabancı bir ülkede “hayalet” haline gelen bir kadın ortaya çıkarıyor. Rama’nın Coly’i dinlemeye başladıktan sonra onu Medea’ya değil, aksine kendisine benzetmesinin sebebi de tam olarak burada başlıyor. Yalnızlaşan Coly’nin annesiyle olan uzaklığını tarif edişi, annesinin babasıyla ayrı olduğu için sürekli çalıştığını, onu göremediğini söylemesi bizi Rama’nın çocukluğuna götürüyor. Rama’nın annesi de Fransa banliyölerinde yaşayan, tek başına çocuk büyüten, saatlerce çalışan işçi bir anne. Rama’nın karnındaki çocuğa “iyi anne olamama” korkusu da Coly’nin tek başına hayatta kalmaya çalışırken, çocuğunu öldürme raddesine gelebilmesi sınıfsal ve toplumsal hücrelerden geçen bir kalıtsallık olarak duruyor karşımızda.

Suzan Demir
diğer yazıları