“… Bence yazılarımı en iyi anlayan münekkit Nurullah Ataç’tır. Belki her zaman beni benim okuyucularımın anladığı gibi anlamıyor. Fakat birçok tenkitlerinden şahsan istifade ettiğim için Nurullah Ataç’ın beni çok defa iyi anladığını sanıyorum. Hani o âdeta benim ‘resmî’ münekkidim gibi bir şey…”
NÂZIM HİKMET (1937)
1937’de Her Ay dergisince yöneltilen “Kendini münekkitlerce anlaşılmış addediyor musun?” sorusuna verdiği ve “eylemi”ne yönelik “eleştirel ilgi” ile hesabı toptan kestiği yanıtta Ataç’ı ayrı bir yere koyuyordu Nâzım:
“… Bence yazılarımı en iyi anlayan münekkit Nurullah Ataç’tır. Belki her zaman beni benim okuyucularımın anladığı gibi anlamıyor. Fakat birçok tenkitlerinden şahsan istifade ettiğim için Nurullah Ataç’ın beni çok defa iyi anladığını sanıyorum. Hani o âdeta benim ‘resmî’ münekkidim gibi bir şey…”[1]
“ÂDETA ‘RESMÎ’ MÜNEKKİDİ”
Görüldüğü gibi “eleştirenleri” arasında Ataç’ı ayrı bir yere koyuyor Nâzım: “Yazıları(n)ı en iyi anlayan münekkit”in o olduğunu belirtiyor. Ama bunun diğer “eleştirenleri”ninkine göre “en iyi anla(m)a” olduğunu duyumsatmaktan da geri durmuyor. “Belki her zaman beni benim okuyucularımın anladığı gibi anlamıyor.” diyor çünkü Ataç için. Diğer bir deyişle “en iyi anlayan”ı olduğunu belirtmesine karşın, “eylemi”ne verdiği anlama tümü ile katılmadığını da vurguluyor. Ataç’ın yüklediği anlamın “eylemi”ni eksiksiz olarak yansıtmadığını ve dolayısıyla da “eylemi”nin özü ile örtüşmediğini düşünüyor Nâzım.
Ataç’ın “eylemi”ne yaklaşımını, “eylemi”ne ilişkin yargılarını değerlendirirken iki noktayı göz önünde bulunduruyor Nâzım: Şiirlerini doğru olarak algılayıp anlamlandırdığını düşündüğü “okuyucuları”na göre Ataç’ın durumu ve “münekkitliği”nin “resmî”liği… Bu iki noktadan temel ve belirleyici olan ilkidir. İkincisi bunun doğal ve kaçınılmaz sonucudur. Nâzım’ın Ataç’a nasıl baktığını belirlemek için her iki nokta üzerinde durmak gerekiyor.
Şiirlerini “birçok tenkitlerinden şahsan istifade ettiği”ni belirttiği Nurullah Ataç’tan daha iyi anlayan “okuyucuları” kimlerdir Nâzım’ın? Yanıtı açık bu sorunun: İdeolojisini benimseyen ya da en azından ideolojisine yakınlık duyanlar… “Belki her zaman beni benim okuyucularımın anladığı gibi anlamıyor.” derken, buna gönderme yapıyor işte Nâzım. Bu açıdan bakıldığında, Ataç için kullandığı “âdeta ‘resmî’ münekkidim” nitelemesi de yerli yerine oturuyor. Değil benimsemek, ideolojisine yakınlık bile duymayan, ancak açıkça da karşı çıkmayan biri olarak görüyor Ataç’ı Nâzım. “Eylemi”ni anlamlandırmasındaki eksikliklerin gerisinde yatanın da bu olduğunu düşünüyor. Bu konuşmadan önce Ataç’a ilişkin olarak yazdıkları da bunu gösteriyor.
NÂZIM HİKMET’E GÖRE ATAÇ
Nâzım, Her Ay’daki konuşmasından önce, biri dolaylı, diğeri doğrudan olmak üzere, iki yazısında Ataç’ı konu edindi: “Ben Münekitten Yanayım!” ve “Bir Münekkidin Düşünceleri Hakkında”.
Ataç’ı dolaylı olarak konu edindiği ve “17.6.1935” tarihli Tan gazetesinde yayımlanan “Ben Münekkitten Yanayım!” başlıklı yazısı şöyle başlıyor:
“Söze başlamadan, niçin münekkitten yana olduğumu söylemeden önce, münekkitten ne anladığımı yazayım. Ben, münekkit denince, başkalarının sırtından geçinen adam teorisini aklıma bile getirmemişimdir. Bu teoriyi güdenlerin çoğu, münekkitten sakınanların büyük çoğunluğu, sırtlarındaki ile kendileri bile geçinemeyecek kadar entipüften, sabun köpüğünden, kuru kalabalık lafügüzaftan bir yük taşıyanlardır. Yaptığı işe güvenen artist, münekkitten çekinmez. Çekinmeyince de münekkide çatmaz. Çünkü çatmak, saldırmakla korkmak çok yerde bir tek duygunun iki aykırı görünüşünden başka bir şey değildir.
Bence, münekkidin en kötüsü bile müspet iş görür. En kötüsü bile bir temizleyici, bir yol açıcıdır. Kaldı ki iyisi liderdir. Yapıcıdır. Münekkit bir yandan büyük çizgileri çizer, öte yandan dedüksiyonlar çıkarır, yapılan işi şuurlaştırır, bu bakımdan da toplayıcıdır.”
Bu girişin ardından, ad vermeden Ataç’ın karakteristiklerinin dökümünü ve bir anlamda da eleştirel bir değerlendirmesini yapıyor:
“Münekkidin ille de dogmatik olması gerek değildir. Münekkit de bizim gibi ademoğludur ve o da bir değişim, bir gelişim içindedir. Bundan dolayı dün beğendiğini yarın beğenmeyebilir. Bunu bir ilerleyiş yolu üstünde yapıyorsa ne mutlu ona.”
Ardından da bu sözleri ile Ataç’ı açıkça ilişkilendiriyor:
“Şimdi bunları yazarken bizim biricik münekkit Nurullah Ataç aklıma geldi. Çünkü ona çatanlar onun bu yönünü tuttururlar.”[2]
Eleştirmenin gerekliliğini belirttiği ve nasıl olması gerektiğine ilişkin görüşlerini sergilediği bu yazısında Nâzım, Ataç’a ilişkin bağlayıcı bir şey söylemiyor. Ancak Ataç’ın eleştirilere konu olan düşünsel değişkenliğini, koşullu olarak, doğal bulduğunu belirtiyor: “Bunu(n) bir ilerleyiş yolu üstünde yapı(lması)”… Bu açıdan Ataç’ın durumunun ne olduğuna ilişkin düşüncelerini belirtmediğine göre, söz konusu değişimin “bir ilerleyiş yolu üstünde” olmadığını düşünüyor olmalı.
Nâzım Hikmet, Ataç’a ilişkin görüşlerini, onu doğrudan konu edindiği ve “22.4.1936” tarihli Akşam gazetesinde yayımlanan “Bir Münekkidin Düşünceleri Hakkında” başlıklı yazısında ortaya koyuyor. O yazı şöyle:
“Nurullah Ataç’ın ‘Ölen Edebiyat’ isimli yazısını okumuşsunuzdur. Basitten mürekkebe, aşağıdan yukarıya doğru birçok düşünce yollarından geçen münekkit, şiir ve sanat hakkındaki son kanaatini aşağıdaki satırlarla düsturlaştırıyor:
‘Şiirin gayesi… Kâinatın sırlarını sezip sezdirmektir. Şiir, sanat, âlemin ve hayatın tefsiridir ve sanatkâr insanları bu tefsir etrafında toplanıp işlerinde, insanoğlunun yeryüzündeki vazifesinde ondan ateş almaya davet eden adamdır.’
Nurullah’ın fikri açık. Ona göre şiirin bir gayesi vardır. Bu gaye kâinatı, hayatı, ve ben ilâve edeyim, bundan dolayı da cemiyeti izah etmektir. (O, tefsir kelimesini kullanmış, ben izah sözünü daha yerinde buldum, kusuruma bakmasın.) Fakat sanatkârın vazifesi kâinatı, hayatı ve cemiyeti izahla kalmamalıdır. Nurullah Ataç sanatkârın basit olmasını kabul etmiyor. Sanatkâr bir izah etrafında insanları’kendisinden’ ateş almaya davet ediyor. Yani sanatkâr aynı zamanda bizzat kavganın içindeki bir kavga adamı, bir kavga şefidir.
Nurullah Ataç’ın bu satırlarını okuduğum vakit, ne yalan söyleyeyim, memnun bir nefes aldım. Türk edebiyatında bu sözleri söyleyebilen bir münekkidin varlığı bence büyük bir kazançtır.
Belki Nurullah’ın bütün bir felsefî, ekonomik ve sosyal görüşü sanat ve sanatkâr hakkında söylediği şu sözlerle tam bir birlik içinde değildir.
Nurullah boyuna değişen adamdır, yarın bu kanaatten de vazgeçebilir diyenler çıkar belki.
Fakat ne olursa olsun bugün sanatı ve sanatkârı böyle anlayan bir adam, bugün için, benim kanaatime göre, hakiki münekkitlik vazifesini yapabilecek bir basamaktadır.
Şimdi ondan beklediğimiz, gitgide ulaşacağı bir vahdet içinde, edebiyatı ve edebi değerleri bu görüşle yeniden gözden geçirmesidir.
Bu bakımdan çıkaracağı bir eser bizde ilk tenkit verimlerinden biri olacaktır.”[3]
Düşünsel düzlemde değişken bir yazar olduğuna ilişkin yargılara katıldığını duyumsatan Nâzım Hikmet, o günlerde yayımlanan bir yazısında söylediklerine bakarak ve sözlerinde küçük ama önemli bir değişiklik yaparak, “tefsir”ini (“yorum”unu) “izah”a (“açıklama”ya) çevirerek, Ataç’ın olumlu bir noktaya ulaştığını belirtiyor. Bu demektir ki Nâzım, söz konusu yazısı yayımlanıncaya değin, şiirin (sanatın) işlevi gibi çok önemli bir noktada, Ataç’la ayrı görüştedir.
ATAÇ’IN NÂZIM HİKMET’İ
Ataç, Benerci Kendini Niçin Öldürdü? üzerine yazdığı ve 4 Şubat 1932 tarihli Milliyet’te yayımlanan “Fikirler ve İnsanlar, Nâzım Hikmet” adlı yazısında, Nâzım’la arasında “birtakım bedii kanaat ayrılıkları” bulunduğunu belirterek giriyor söze. Yapıtı biçimce başarılı bulduğunu belirtiyor. Nâzım’ın “baş vasfı”nın “sihirbazlık” olduğunu belirtiyor. Çünkü okuma sürecinde, biçimin yetkinliği nedeniyle büyülenmiş gibi olduğunu; kendi düşünce ve inançlarına aykırı / karşı görüşlerin dile getirildiği şiirleri en küçük bir tepki bile duymadan okuduğunu; ancak yapıtı kapattığında büyünün dağılıp o düşüncelerle baş başa kaldığını ve doğal olarak da okuma sürecinde gündeme gelmeyen tepkinin gündeme geldiğini belirtiyor. Ataç, Benerci Kendini Niçin Öldürdü? şairinin gücünü de, güçsüzlüğünü de burada buluyor: Zamanın eskiteceği, dolayısıyla da zamanla etkisizleşecek olan düşünceleri son derece yetkin bir şiirsel yapı içerisinde dile getirmesi… Nâzım’ın şiirini “insanî boyut”tan yoksun buluyor o. Dolayısıyla da şiirinin ömrünü, taşıdıkları düşüncelerin ömrü ile bir tutuyor. Yüz elli yıl sonra Nâzım’ın “dönemi içerisinde yeni şeyler söylemiş bir şair” olarak değerlendirileceğini ileri sürüyor. Şöyle yazıyor:
“İnsan eskimez, fikirler, cereyanlar eskir. (…)
Nâzım Hikmet’in eserlerine karşı başlıca itirazımız işte budur. Ebedî unsurlardan ziyade devrin geçici heveslerine, cereyanlarına bağlanmasıdır. Nâzım zamanının adamıdır.”[4]
Bununla birlikte Ataç, bu sözleri ile çelişkiye düştüğünü sananların çıkacağını da belirterek, bir başka şeyin daha altını çiziyor: Zamanla eskiyeceklerini ileri sürdüğü düşünceleri dile getiren şairin, onları dile getiriş biçimi ile, şiirlerine “insanî bir boyut” eklediği…
“… Nâzım Hikmet onları, bir sosyoloji âliminin veya bir bitaraf müşahidin kuru, tahlilci kalemi ile değil; şairin terkipçi lisanı, taraftarın sari heyecanı ile söylüyor.”
Ataç, üç buçuk yıl sonra, 12 Ekim 1935 tarihli Akşam gazetesinde yayımlanan “İki Şiir Kitabı” başlıklı yazısı ile Taranta–Babu’ya Mektuplar üzerine söz alırken, bir tür özeleştiri yapar. Genel olarak sanata, özel olarak da şiire bakışının uğradığı değişimi ve Nâzım Hikmet’in bundaki payını belirtir:
“Bence Nâzım Hikmet, Türk dili ile yazmış en büyük şairdir; çünkü ondan önce hiçbir şairimizde onun kadar tam bir görüş, hayata karışış yoktur. Çünkü o ‘Hülyamı seyredeceğim’ diye kendi içine büzülen bir adam değildir. Çünkü orijinallik, ayrılık, ‘teferrüd’ peşinde koşan bir estet değil, ‘bir kavganın adsız neferi’dir. Türk dilinin en büyük şairi Mehmet Akif değildir, Nâzım Hikmet’tir, çünkü Mehmet Akif geri bir kavganın neferidir, Nâzım Hikmet ise ileri bir kavganın.
Ona karşı Mehmet Akif’i zikredişim yalnız birbirine zıt iki görüşü hatırlatmak için değildir; Safahat sahibini bir zamanlar, yalnız estetik düşüncelere göre muhakemeye kalktığım için, hesaba katılmağa değmez bir şair saymağa alışmıştım. Onun da şahsi elem, sevinç, hülyalarından bahseden şairciklerden ne kadar üstün olduğunu, Nâzım Hikmet’i okuduktan sonra anladım. Beni, daha birkaç yıl önceye kadar inandığım ölü sanat fikirlerinden kurtaran Nâzım Hikmet oldu.”[5]
Öyleyken Ataç, Nâzım’ın ideolojik konumuna değinmekten, ona ilişkin düşüncelerini belirtmekten ısrarla kaçınır. Diğer bir deyişle de yan olmaktan uzak durur:
“Taranta–Babu günün en önemli hâdisesi, Habeşistan harbi üzerine yazılmış bir kitaptır. Nâzm Hikmet’in eserini bilenler onun bu harp hakkında ne düşündüğünü elbette anlarlar. Fakat Nâzım Hikmet’te şu veya bu millete karşı düşmanlık, nefret bulunmaz; ancak fikirler, iddialar ile çarpışır. Taranta – Babu bir ideologiyaya karşı başka bir ideologianın verdiği cevaptır.”[6]
Bununla birlikte Ataç, biçim açısından Nâzım Hikmet’in şiirinde uçveren değişime ilişkin olarak şu dikkate değer saptamayı yapar:
“… Nâzım Hikmet ‘Bahri Hazer’, ‘Grev’ gibi manzumlerinde görülen ses ‘virtuose’luklarından günden güne kurtuluyor, daha çıplak, daha klâsik bir sanata doğru gidiyor. Taranta–Babu’da göz alıcı parça yok. Bilmem söylemeğe hacet var mı? Bu yeni tarzı bana eskisinden çok üstün görünüyor.”[7]
Ataç, Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı üzerine arka arkaya iki yazı yazar. Bunlardan 28 Kasım 1936 tarihli Son Posta’da yayımlanan “Şeyh Bedreddin Dostum” başlıklı ilk yazı, 1932’de söylediklerinin geri alınmasıdır. Şöyle başlıyor söze:
“Nâzım Hikmet’in sanatını: ‘Şair zamanın geçici endişelerine bağlanmamalı, bir ideologianın yayıcısı olmamalı, insanda ebedî olan şeyi aramalı’ diye tenkit edenlere, Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı öyle sanıyorum ki, susturucu bir cevap olabilir. Bu kitaptaki fikirlerin hepsi de zamanımızın bir fikir cereyanına tâbi olmakla beraber, yine insanın ebedî bir fikrini, tarihin her devrinde rastgelinen bir kaygusunu aksettiriyor; bir parça olsun insaf göstermek şartiyle, bunu inkâr etmek kabil değildir. Harap olmuş, insanları yoksullaşmış bir memleketi, bir fikir uğrunda çarpışanları, ihanete uğrayanların elemini tasvir etmek; hak bildikleri yolda başlarını verenler için ağlamak, insanın ‘ebedî’ hislerinden doğmaz mı? Destanı okuyun, göreceksiniz ki, o manzumelerdeki hisleri sizin kendi hisleriniz saymanız için içtimaî veya siyasî itikatlarına iştirak etmeniz hiç de zaruri değildir. Hatta daha ileri gideceğim. Şeyh Bedreddin’i Nâzım Hikmet’in inandığı fikirlerin değil, onlara zıd fikirlerin remzi diye telâkki edip heyecana kapılmanız kabildir. ‘Şairin insanda ebedî olan şeyi araması lâzımdır’ demek, ‘şair, her devir insanları tarafından kabul edecekleri, kendi hislerine, hakikatlerine göre tefsir edebilecekleri mythe’ler yaratmağa çalışmalıdır’ demektir. Şeyh Bedreddin’in Nâzım Hikmet’in kitabındaki çehresi ile böyle bir mythe olduğu söylenebilir.”[8]
Görüldüğü gibi Ataç, yapıtın ideolojik içeriği karşısında tutum takınmıyor yine. Bir de ayrım getiriyor: Bir sanat yapıtından tat almak için, o yapıttaki “içtimaî veya siyasî itikatlara iştirak etmek hiç de zarurî değildir.” Ama sözü burada bırakmıyor ve daha da ileri götürüyor: “Şeyh Bedreddin’i Nâzım Hikmet’in inandığı fikirlerin değil, onlara zıd fikirlerin remzi diye telâkki edip heyecana kapılmanız kabildir.” İdeolojik tutumunu, tartışmaya açık bu sözlerinde sergiliyor Ataç.
Ataç, 12 Aralık 1936 tarihli Akşam’da yayımlanan “Şeyh Bedreddin Destanı” başlıklı ikinci yazısında, Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı’nın daha çok biçim özellikleri üzerinde durur. İki önemli saptaması var.
İlki şu:
“Hayır, Nâzım Hikmet’in yeni kitabında, bundan evvelkilerde bulunmayan hiçbir hususiyet yoktur. Fakat biz onun üslûbuna, nazmına artık oldukça alıştık, şiirlerini okurken: ‘Bu da ne?’ demiyoruz. Gözlerimiz kamaşmıyor, iyice bakabildiğimiz için de o manzumelerde birçok eski âşinalara rastgeliyoruz. Bir sanatkârın, kendi getirdiği tarzdan hiçbir fedakârlıkta bulunmadğı halde, an’anevi şekillere dönüyor zannedilmesi kendisi için büyük bir zaferdir. Artık çok kimseler tarafından anlaşıldığını, eserlerinin yerleştiğini, millî edebiyata mal edilmek üzere olduğunu gösterir. Bu an’ane hesabına sevinilecek bir şeydir; çünkü o da böylelikle –yani her yenide an’anenin bir hissesi olduğunu keşfetmemiz ve ve dolayısıyla o yeniyi de an’anenin bir cüzü saymamızla– genişler.
Destanında, Nâzım Hikmet’in eski eserlerinde bulunmayan hiçbir şey yoktur dedim. Ama onlara nisbetle bir olgunluk var. Her parçada, şairin artık lisanına da, nazmına da hakim olduğunu hissediyoruz. Güzelleştirme kaygusuyla süsler, ziynetler ilâve ettiği olmuyor. Her manzumenin her parçası kat’i bir lüzum için konulduğu ve bütünü bozmadan kaldırılmasına imkân olmadığı hissini veriyor.”[9]
İkincisi ise şu:
“Nâzım Hikmet, nazmı gibi, mevzuuna, fikirlerine de hâkim. Sözlerinin gayet vazıh olması bence bundan geliyor. Şüphesiz ki bu şairde bir ‘musiki’ kuvveti var, manzumelerini birer birer symfonia haline getirmek istiyor ve buna ekseriya muvaffak oluyor; fakat kulağı gibi gözü de işliyor, anlatmak istediği şeyi görüyor ve gördüğü için de anlatabiliyor. Destan’ı okurken bir ses duymakla kalmıyoruz, gözlerimizin önünden mütemadî bir manzara ırmağı akıyor. Mevzuu kavramış nereden başlayıp nereye gideceğini ve bundan çıkarmak istediği neticeyi daima biliyor, hep ona göre hareket ediyor. Bizde şairin bir mevzuu olması pek nadir tesadüf olunan şeylerdir (…) birkaç manzume istisna edilirse türkçe manzumelerin muhtelif parçaları arasında bir insicam, bir sıra yoktur. Son beyti başa, ilk beyti sona alırsanız mânada bir şey değişmez. Yani bizim manzumelerimizde mevzu yoktur. Nâzım Hikmet, şiirine mevzuu ve fikir koymak istediği için şairliğini kabul ettirmekte güçlük çekti.”[10]
“BİÇİM”İ ÖNCELEYEN BİR ELEŞTİRİ
Görüldüğü gibi Ataç, Nâzım Hikmet’e ilişkin yazılarında, tüm ilgisini biçim üzerinde yoğunlaştırıyor. Şiirlerin ideolojik özü üzerinde söz almaktan kaçınıyor. Dahası, değil ele alınışları, şiirlerin konuları üzerinde bile durmaktan uzak tutuyor kendini. Dolayısıyla da Nâzım’ın şiirsel başarısını, ideolojisinden yalıtarak biçime, biçim öğelerine indirgeyenlerle bütünleşiyor. Onlardan ayrıldığı tek nokta ideolojisine karşı savaş açmaması ve şiiri çok iyi bilen bir insan olarak ondaki “yeni”yi gerçekten anlamasıdır. Nâzım’ın ondan “âdeta benim ‘resmî’ münekkidim” diye söz etmesi de, bundan ileri geliyor olsa gerektir.
Nâzım, Ataç’ın “birçok tenkitlerinden şahsan istifade ettiği”ni de belirtiyordu o konuşmasında. Bunun ideolojik değil de, biçime ilişkin bir şey olduğu açık. İdeolojik düzlemde öğreten o, öğrenen Ataç çünkü. Bunu belirtmekte bir sakınca da görmüyor Ataç. O da Nâzım gibi açık sözlü bu konuda. Söylediklerini ise, yukarıda aktardım. Nâzım’ın Ataç’a hak verdiği bir şey de Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı ile ilgili.
İkinci yazısı şöyle bitiyor Ataç’ın:
“Şeyh Bedreddin Destanı’nın, bütün meziyetlerine rağmen, bence bir de büyük kusuru var: Eksik. Şeyh Bedreddin ile Börklüce Mustafa’nın hayatlarının yalnız son yıllarını, ‘action’ ve mağlübiyet yıllarını gösteriyor. O adamların nasıl yetiştiklerini, düşüncelerinin teşekkülünü görmüyoruz, bunun için de kitabı okurken onların şahıslarına değil, ancak şairin tasvir ve anlatma kuvvetine alâka duyuyoruz. Nâzım Hikmet, Destan’a bir birinci kısım yazarsa, güzel olan eserini mükemmelleştirmiş olur. Bunu hem fikirlerine, hem de kendi şahsına borçludur.”[11]
Nâzım’sa, yıllar sonra şöyle diyor bu konuda:
“… Bu bir sıra poemin sonunucusu Bedreddin Destanı’dır. (…) biraz aceleye gelen ve ancak yarısı yazılabilen bu kitapçık (…).”[12]
[1] “Nâzım Hikmet Diyor Ki”, Her Ay, Yıl: 1, S: 2, (20 Nisan 1937–20 Mayıs 1937), s.107.
[2] Nâzım Hikmet, “Ben Münekkitten Yanayım!”, Sanat, Edebiyat, Kültür, Dil (içinde), İstanbul Kasım 1993, Adam Yayınları, s. 94.
[3] Nâzım Hikmet, “Bir Münekkidin Düşünceleri Hakkında”, agy, s. 156–157.
[4] Ataç, “Nâzım Hikmet”, Milliyet, (4 Şubat 1932), s. 2.
[5] Şerife Çağın (Hazırlayan), Şiir, Daima Şiir – Ataç’ın Şiir Yazıları, İstanbul Nisan 2013, Dergâh Yayınları, s. 133.
[6] Agy, s. 133.
[7] Agy, s. 133.
[8] Agy, s. 151.
[9] Agy, s. 156.
[10] Agy, s. 156–157.
[11] Agy, s. 157.
[12] Nâzım Hikmet, Konuşmalar, 4. B., İstanbul Aralık 1993, Adam Yayınları, s. 182.