Hasan Aksakal’ın yayınlanan son kitabı Huzursuz Modernite, Avrupa entelektüel tarihini inceleyen on sekiz bölümden oluşuyor. Kitabın odak noktası, yazarın tabiriyle “klasik modernite” ve bu deneyimin huzursuz, hoşnutsuz, karamsar, depresif, dekadan, yabancılaşmış yüzleri.
Klasik moderniteyi Fransız Devrimi ve Sanayi Devrimi’nden başlayıp İkinci Dünya Savaşı’na ve 1960’lı yıllarda yaşanan karşı-kültür hareketine dek uzanan bir dönem olarak ele alan Aksakal, bu dönemin henüz başında moderniteden kaçışı, son dönemecindeyse modernitenin çöküşünü kendisine konu ediniyor. Tabii yazar, birer söylemler bulutu olarak bu kavramların sorgulanmaya açık olduğunu bilerek kalem oynatıyor ve okurlarına liberal-ilerlemeci anlatıdan başka bir şeyi göstermeye çalıştığını ifade ediyor. Bunun ne olduğunu daha sonra ifade etmeye çalışacağım. Ancak öncelikle kitabın takdir edilesi dil ve anlatım maharetleriyle şık bir iş olduğunu söyleyeyim. Ayrıca Hasan Aksakal’ın önceki çalışmalarının yoğunlaştığı Romantizm ile Postmodernizm arasında birbiri ardınca köprüler kuran, biri klasik modernitenin başında biri sonunda, önemli göndermeler yaptığını belirtmek gerek.
Kitabın bir diğer özelliği Avrupa’da kültürel karamsarlığın, Avrupa’da bir mesele olarak Nietzscheciliğin ve bir diğer başlık olarak Avrupa’da yabancılaşma literatürünün geniş kapsamlı panoramalarını çıkardığı iyi bir kavramlar tarihi çalışması olması. La Belle Époque (Güzel Çağ) olarak nitelenen ve 19. yüzyılın son çeyreğinde Paris merkezli moda, kültür, sanat, eğlence ve bilim dünyasının nasıl doğup geliştiğini anlatan bölüm ise bir dönem analizinin nasıl yapılabileceğine dair örnek niteliğinde. Buna, İngiltere’de sanayi toplumunun geçirdiği dönüşümü anlattığı “Zamanların En İyisiydi, Zamanların En Kötüsüydü” başlıklı bölümü de ekleyebiliriz. Hiç şüphesiz ki Sanayi Devrimi’nin 1840’lardaki çalışma baskısına Heinrich Heine’nin “Silezyalı Dokumacılar”ıyla bir dönemin ruhunu açıklamak mümkün. T. S. Eliot’ın “Çorak Ülke”siyle de Birinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasındaki Avrupa’nın psikopatolojisini anlamakta Sigmund Freud’a yakın bir açıklama kabiliyeti olduğunu iddia edebilirsiniz. Kitaptaki farklı yerlerde yapılan vurgularla da hatırlatıldığı şekilde, bunlardan ilki 19. yüzyılın, diğeri ise 20. yüzyılın en etkili şiiri kabul ediliyor ve bu iki şiirle etraflarındaki dünyayı yorumlamak mümkün ve zekice. Yine de kitapta tam yerini bulmayan bir şeyler var gibi. Baudelaire’den Beckett’e uzanan bir hat üzerinde gezinip modernist edebiyattaki iç sıkıntısını, bulantıyı takip edebilirsiniz; hatta Heidegger’deki ölüme-doğru-varlık üzerinden yeni pencereler de açabilirsiniz. Ancak entelektüel tarihi böyle fragmanlar halinde vermek, bir noktadan sonra, hocanın dersin geri kalanını kitaptan okursunuz diyerek öğrencisine ev ödevi yüklemesi gibi geliyor. Aksakal bir araştırmacı akademisyen olduğu gibi, bir denemeci de. Bu yönü onu monografi yazmaktan kaçınmaya mı yönlendiriyor, bilinmez. Ancak parçalar halinde bir bulmaca vermesinden keyif alanlar olduğu kadar bunu yorucu bulacak ve bazı boşlukları dolduramayacak okuyucular da çıkacaktır.
Huzursuz Modernite modern Avrupa’nın sanat, özellikle edebiyat ve felsefesinden pek çok isme yer veriyor ve onlar hakkında Türkiye’deki okur çevreleri için yeni değerlendirmeler sunuyor. Kitabın arka kapak yazısından ilhamla şöyle bir solukta Lord Byron, Heine, Dickens, Marx, Baudelaire, Schopenhauer, Nietzsche, Tönnies, Simmel, T. S. Eliot, Heidegger gibi isimlerle karşılaştığımızı söyleyelim. Yanı sıra Oryantalizmden emperyalizme, Büyük Savaş’tan Büyük Depresyon’a, Nazizmden Soğuk Savaş’a kadar modernitenin huzursuzluğunu takip eden eserde yeni kavramsal anahtar sözcükler de sınanıyor. Karşı-modernite bunlardan biri. Karşı-estetik ve karşı-kültür gibi başka kavramlardan da açılımlar geliştirmeye çalıştığını söyleyebiliriz. Bütün bunların üzerinde, metnin bütününe sinen karamsar bir hava sezmek zor sayılmaz. Bunda Türkiye’nin ve dünyanın son yıllarda giderek ağırlaşan kurşun gibi havasının da payı olsa gerek.
Aydınlanmanın neşeli iyimserliği, liberal ekonomistlerin insanın daha üretken ve daha müreffeh bir dünya kurulacağı beklentisi ve toplumsal gelişme ve ilerleme fikri defalarca tökezlemiş, krize girmişken, ilerleyen zamanla beraber insanların ahlaken ilerlemediği gerçeği iyiden iyiye açığa çıkmıştır. Viktorya Çağı İngiltere’sinin ona boyun eğmeyenleri mahkûm ettiği kıtlıklar, Afrika talanı, Çin’den Cezayir’e kadar sömürgecilikte yapılanlar, soykırımlar, sürgünler, total savaşlar derken, klasik modernite döneminin makine uygarlığının kendi eliyle bir cehennem yarattığı gerçeğiyle, yani kanlı bir mirasla karşı karşıya olduğumuz muhakkak. Bu bizi, pre-modern dünyaya geri döndürmemeli elbette. İslami fundamentalizme hoşgörü ve alternatif modernite gözüyle yaklaşmamalı, kadına, çocuğa, hayvana, doğaya düşman hiçbir dünya görüşüne katlanmak zorunda hissetmemeliyiz. Modernitenin kazanımları hâlâ çok değerli. Ancak başından beri eleştiriye açık olan zaaflarını, hatalarını, sorunlarını, döngüselleşen krizlerini doğru anlamak, şu kasvetli dönemden çıkış yolumuzun ilk adımı.