Kenan Evren sahneye çıkmadan, bir diktatör olarak hayatımıza el atmadan yaklaşık 30 yıl önce bile Türkiye toplumu Murtaza adıyla tanıyordu onu. Yunanistan mübadili Murtaza Adana’da bir çırçır fabrikasında kantarcıdır, sonra mahalle bekçisi olur. Halkın şikâyeti üstüne atılır, gece bekçisi olur. 1930’lardan 1950’lere uzanan dönemde iki – üç aşamada izleriz “vazifesinin arslanı” Murtaza’nın serüvenlerini.
ZEKİ COŞKUN
Otorite gösterisine hemen her yerde, hemen her zaman parodi eşlik eder. Güç ve şiddetle “düzen ve itaat” arayışı, çoğu kez kahkaha suikastına uğrar. Ama sesli, ama sessiz.
Günümüz Türkiyesi’nin temel harcını karanlardan darbeci general Kenan Evren, bir diktatörden çok hep aşina olduğumuz birisi gibi görünmüştür: Hötzötçü ama pek de hükmü olmayan “amir”.
Klasik militer/laisist Kemalizm’e tam da onun tarihi boyunca “tehlike” olarak görüp karşısına aldığı din/mukaddesatı dahil ediyordu Evren. Resmi ideolojiye yeni bir melezleme getiriyordu. Ama onun ağzından çıkan “Atatürk” sözü de, “ayet – hadis”ler de bu kavramları sahiplenen çevrelere inandırıcı, çağırıcı, ikna edici görünmüyordu. (Nadir Nadi’nin Ben Atatürkçü Değilim kitabı, Cumhuriyet gazetesinin 10 gün kapatılmasına yol açan İlhan Selçuk’un Kemalizm ideolojisi muz mudur? yazısı anımsanabilir.)
Darbe ekibi kendisine Milli Güvenlik Konseyi dese de halk arasındaki adı “Beşi bir yerde”ydi. Üniformalar içindeki toplantı ve mitinglerinin ardından “zort” çekilmiyordu evet ama sağda solda fısıltılı kahkalar eksilmiyordu.
Örneğin Kemalist çevreler için darbenin başındaki generalin adı Kainat Paşa’ydı. Çünkü Atatürk’ün mirası Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu’nu kapattırmış “öztürkçe”yi gözden çıkarmıştı. Evren değil, Kainat olmalıydı adı. Ya da sözlerine tutarlılık ve tumturak katma amacıyla sıkça kullandığı kavramdan dolayı Netekim Paşa’ydı. Askeri okuldaki lakabı “Zottirik”ten dolayı Mustafa Kâmil Zorti adıyla mizah karakterine dönüşecekti.
***
Emeklilik sonrası yağlıboyaya vurmuştu kendini. ABD gezisinde Picasso’nun Cezayirli Kadınlar tablosunun yere göğe konamamasına şaşırmıştı. İddialıydı: “Buraya bir siyah fırça vurmuş, yanına yuvarlak yapmış. Burada da bir siyah, aralar beyaz. Burada bir siyah, arada yuvarlaklar. Baktım, baktım, dedim ki, ben Türkiye‘ye gittiğim zaman resme başlayacağım. Ben de yaparım bunu.”
1997’de Ankara’da kimliği açıklanmayan bir müteahhidin 600 milyon liraya satın aldığı Hamamda Kızlar adlı resmini bir gazetedeki “bayram hamamları” fotoğrafından kopyaladığı ortaya çıkınca “ne yapsaydım yani, kızları hamama götürüp, öyle mi resim yapsaydım?” diyecekti. Zamanında “Asmayalım da besleyelim mi?” dediği gibi.
Ertesi yıl Cumhuriyet Balosu’nda açık arttırmaya çıkarılan Atatürk tablosu 105 milyara satılacak ve “yaşayan en pahalı Türk ressamı” ünvanını kazanacaktı. Kendisi bunun “ikinci en yüksek fiyatlı satış” olduğunu, alıcısını açıklamadığı başka bir resminin daha yüksek fiyatla satıldığını söylüyordu. Sonradan ortaya çıktı, Kültür Bakanlığı Resim Heykel Müzesi’ne aldığı Begonvilli Duvar resmi için Evren’e tam 300 milyar ödemişti.
2001’de işadamı Halis Toprak’ın 1.3 milyar ödediği Sigara İçen İhtiyar ise Fikret Otyam’a ait fotoğraftan kopyalanmıştı. Otyam 1 TL sembolik tazminat davası açtı, kazandı.
Sonrası malum: Batık işadamı ve şirketlerin koleksiyonlarındaki Evren resimleri izleyen yıllarda TMSF tarafından satışa çıkarıldı, en kabadayısı 1000-500 TL’ye zar zor gitti. Çoğu elde kaldı.
Piyasa büyüsü bozulmuştu.
O kadar ki 2009’a gelindiğinde yargılanmasından falan söz ediliyordu. “Eğer halk ‘evet’ der, geçici 15. maddeyi kaldırırlarsa, o zaman hiç yargılanmaya da gerek yok, ben intihar ederim,” diyecekti.
İmzasını taşıyan 12 Eylül bildirgesi dahil her adımda olduğu gibi intihar da bir laf, bir jestten ibaretti. O fevkalade tantanalı 12 Eylül yargılamasının da aynı şekilde bir parodi-jest olarak kaldığını söylemeye gerek yok, tabii ki.
Evren’in ardındaki mümtaz şahsiyet(ler)
Aleni diktatörlüğüne, “hiç elim titremedi” diye böbürlenerek imzaladığı idamlara, infazlara, tüm ülkeyi hapishaneye çevirmesine karşın Evren, korku/dehşetten çok aşinalık duygusuyla, hafifsemeyle karşılanıyordu.
Aşinaydı, Evren sahneye çıkmadan, bir diktatör olarak hayatımıza el atmadan yaklaşık 30 yıl önce bile Türkiye toplumu Murtaza adıyla tanıyordu onu. Yunanistan mübadili Murtaza Adana’da bir çırçır fabrikasında kantarcıdır, sonra mahalle bekçisi olur. Halkın şikâyeti üstüne atılır, gece bekçisi olur. 1930’lardan 1950’lere uzanan dönemde iki – üç aşamada izleriz “vazifesinin arslanı” Murtaza’nın serüvenlerini.
Orhan Kemal, Adana’daki notlarından İstanbul’da ilk tefrika deneyimini 1952’de Murtaza’yla gerçekleştirir. Aynı yıl kitaplaşır Murtaza. 14 yıl sonra öyküyü yeniden kaleme alır ve hacmini iki katına çıkartarak romanlaştırır 1968’de. Ardından sahneye uyarlar. 1970’de yurt dışına çıkarken Murtaza’nın ikinci cildine başlamıştır. Ne yazık ki tamamlayamadan aramızdan ayrılır.
“Yukarıda Allah, Ankara’da Devlet hem de Hükümet, burada da Murtaza’ydı! … Görmüştü kurs, almıştı çok sıkı terbiye amirlerinden. Sonra sakınmazdı gözünü vazife bir sırasında budaktan bile! … Koskoca Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti … Bu harap evler kalabalığından ibaret mahalleyle birlikte şu çamurlu sokakların ötesinden geçen ana caddeyi, anacaddenin iki yanındaki dev apartmanlarla konak yavrularını, kapı önlerindeki özel arabaları beklemek, bütün bunlara göz dikmiş ‘muzır vatandaşlar’ı kollamak görevini vermişti ona. Bir an bile dalga geçemezdi. Aksi halde aksardı işler, bozulurdu memleketin disiplini.”
Her şeyden önce düzen ve disiplin. Evladını bile tanımaz bu yolda.
***
Orhan Kemal’in ifadesiyle “Murtaza, komik bir tip olmakla birlikte, soytarı” değildir.
“İçinde yaşadığı toplumla her an zıtlaşan, bitmez tükenmez çelişmelere düşen bir adam için toplum kalın bir çizgiyle kabaca ikiye ayrılmıştır; varlıklılar, yoksullar. Varlıklılar, Allahın sevgili kullarıdır. Varlığa kavuşabilmek için zamanında kana kana çalışmış, ter dökmüşlerdir. Onun için saygıya değerdirler. Gece yarılarına kadar gülüp söylemeğe, çalıp çığırmaya, kumarın çeşidini oynamağa, diledikleri içkileri içmeğe hakları vardır. Yoksullara gelince… Onlar saygı değer değillerdir. Gece yarılarına dek gülüp söylemek, kumar oynamak, içki içmek, hatta sokaklarda dolaşmaya hakları yoktur. Çünkü zamanında varlıklılar gibi kana kana çalışıp ter dökerek kazanmamış, tembellik etmiş, kaytarmışlardır. Birbirini kesen çamurlu, daracık sokaklardaki derme çatma evlerinde berbat bir yaşamı sürdürüyorlarsa, bu, tembelliklerinden dolayıdır, Cenab-ı Allah’ın sevgili kulu payesine yükselememektendir. Onun için bu pis, lanetli kalabalığa acımamak, onları sevmemek gerekir. Bunlar görülürlerse, ki çamurlara saplanmışlardır, bir tekme atılmalıdır.
…
Murtaza varlıklı kattan kendisi için hiçbir şey beklemez. İstediği, yurt ölçüsünde ‘kurs’lar açıp, bütün yurttaşları bu kurslardan geçirip, varlıklı yurttaşlar hâline getirmektir.”
Amirlerinin gözünde yerli / Türk tipi ve tersinden Don Kişot, Murtaza’nın yukarıda ana hatlarıyla verilen insana, çevresine yaklaşımında özellikle yoksullara ilişkin görüşleri dikkat çekici: 12 Eylül’ü önceleyen 24 Ocak 1980 kararlarının müellifi, bilahare başbakan ve de Evren’in halefi cumhurbaşkanı “Tonton” Özal’ın görüşleriyle bire bir aynı değil mi? Elbette Evren’inkiyle de…
Bu noktada Evren portresinin ardında kendini hissettiren Murtaza’nın hemen yanıbaşında diğer mümtaz şahsiyet çıkıyor karşımıza: Kudret Yanardağ. Nam-ı diğer Müfettişler Müfettişi ya da Üçkâğıtçı!
***
Orhan Kemal’in Adana’dan tanıdığı ve 1952’de yazıp kapattığı Murtaza’yı yeniden keşfinin biraz da Müfettişler Müfettişi (1966) sayesinde olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu kez 1960’larda, Ankara yakınlarında küçük bir Orta Anadolu kentindeyiz. Edası, kalıbı, her şeyiyle “devlet / iktidar mensubuyum” diyen ama kimliği, vazifesi hakkında asla renk vermeyen yabancının gece vakti teftiş havasında apansız şaraphaneye dalması, kentte bomba efekti yaratır.
Valisi, emniyet müdürü, belediye başkanıyla tüm idari ve mülki erkân; otelcisi, müteahhidi, kâtibi, odacısı, arabacısı hemen herkes meçhul -ve kesin görevli- müfettişin, onun şahsında devlet/iktidar burcunun girdabına girmiştir anında. Eşler, metresler dahil… Herkes bir yandan açığını örtme derdindedir, bir yandan da günahı (parasal olarak miktarı münasibi) her neyse seve seve verip, devlet eli/gücüyle rakibini ekarte etme yarışındadır. Devlet dersinden geçip, onun sayesinde “öteki”ni yenme çabası, girdabın etkisini daha da derinleştirir.
Devlet gücü ve korkusunun her zaman kaçaklara yol açtığının, yasaların somutta yasa dışılıkla yürüdüğünün bilincindeki “profesyonel” tokatçının -muhataplarının gözünde müfettişler müfettişinin- kimseden bir şey talep etmesi gerekmez. Çünkü herkes kendi açığını, kaçağını bilmektedir!
Dışarıdan ortaokul bitirme sınavına gittiği Orta Anadolu’da “müfettiş” olarak karşılanmasıyla, sıradan nüfus memurluğu sırasında iş takipçilerin onu “ipten adam alan Kudret Beğ”leştirmesiyle başlayan serüven, devletli rolünde tokatçılığı onun için meslek haline getirir. Orhan Kemal, yaşanmış eğlenceli bir olaydan1 hareketle kaleme aldığı Müfettişler Müfettişi’ni 1965’te tefrika eder, ertesi yıl kitaplaştırır.
Yazarın, Kudret Yanardağ ve şebeke ortaklarıyla muhataplarının (bürokrat, eşraf, esnaf) Murtaza’nın tersinden ve reel izdüşümü olduğunu fark etmesi kuvvetle muhtemel. Çevresindekilerin yoğun itirazlarına karşın 1952’de yayımlanan Murtaza’yı yeniden yazıp 1968’de noktalar. Kitap 1969’da oyunla eşzamanlı olarak piyasaya çıkar. Aynı yıl Müfettişler Müfettişi’nin devamı Üçkâğıtçı yine Cumhuriyet’te tefrika edilir. Ve yeniden Murtaza: 1950 sonrası, bu kez bir bankanın gece bekçisi olarak karşımızdadır.
“Demokrat” dönemi Murtaza’sını ne yazık ki tamamlayamadı Orhan Kemal.
“Olmaya devlet…”
Vatandaşın yatıp kalkma saatinden tuvalete gitmesi dahil her şeyi “düzen – disiplin”e sokmaya uğraşan Murtaza’yı Evren’in devlet başkanlığı döneminin kılavuzu olarak okuyabiliriz. Devletli görünümü ve rolünün insanlarda yarattığı kesif korku ve tam teslimiyeti mizah yönüyle ele alan Müfettişler Müfettişi ve Üç Kâğıtçı ise Evren’i “en pahalı ressam” yapan tarihsel parodinin gündelik hali diyebiliriz.
Murtaza da, Müfettişler Müfettişi de ne salt kurgu ürünüdür, ne de kendi kendilerine ortaya çıkmışlardır.
Marx’ın Haziran 1853’te Engels’e mektubunda Fransız seyyah Dr. Bernier’in kitabına atfen Türkiye dahil “Doğu’daki bütün olayların temelini toprakta özel mülkiyetin yokluğunda aramalı. İşte Doğu cennetinin gerçek anahtarı” satırları, “Doğu’da devlet her şeydir”e uzanıyordu.
Mektup yüz yıl sonra Karl Wittfogel tarafından yeniden keşfedildi, “Oriental Despotizm” olarak yeniden yorumlandı. Müfettişler Müfettişi’nin zuhur ettiği sıralardaysa Türkiye aydın çevreleri tam da bunlar ekseninde Asya Tipi Üretim kavramı üzerinde Osmanlı’dan Cumhuriyete devlet ve toplum yapısını tartışıyordu. Sencer Divitçioğlu Asya Tipi Üretim Tarzı ve Azgelişmiş Ülkeler’i 1966’da, Asya Üretim Tarzı ve Osmanlı Toplumu’nu 1967’de yayımlamıştı. Kemal Tahir’in edebiyat yapıtından çok, bu görüşler doğrultusunda tarih tezi gibi konumlanan Devlet Ana romanının da yine 1967’de yayımlandığını anımsayalım.
Orhan Kemal’se iri laflardan, devlet efsanesini yeniden üretmekten kaçınır. Gündelik, sıradan, yanı başımızda yaşananlardan, yaşayanlardan hareketle, olanca canlılığıyla ortaya koyar “Doğu cennetinin gerçek anahtarı”nı: Kişi(ler)de vücut bulmuş devlet dehşetini ve parodisini.
***
Murtaza’yla Müfettişler Müfettişi / Üçkâğıtçı Kudret Yanardağ’a bugünü anlama kılavuzu olarak bakmak üzere yola çıkmıştım. İyi bir keşif olacağını düşünüyordum bunun. Ön okumalar sırasında Işık Öğütçü’nün “Murtaza 2’de babamın bize anlattığı kadarıyla, Müfettişler Müfettişi ve Üçkâğıtçı’nın kahramanı milletvekili Kudret Yanardağ ile Murtaza’yı Ankara’da, Meclis’te karşı karşıya getirecekti” satırlarını okuyunca, duraksadım… Ve şu an eminim, Hanımın Çiftliği’nden Kabak Hafız da yer alırdı o mecliste!
Oradan da Asya Tipi Demokrasi’ye uzanırız.
1Ece Ayhan, Çorum Alaca’da kaymakamken birkaç günlüğüne İstanbul kaçamağı yapar. Savcıya, tahrirat kâtibine “arayıp soran olursa işi çıktı Ankara’ya gitti,” demelerini söyler. Hemen ertesi sabah bir yabancı gelip kaymakamı sorar. “Ayhan Bey’in yakın arkadaşı,” olduğunu söylese de tam kaymakamın makamını terk ettiği sıra gelen kerliferli adamın teftiş için orada olduğundan herkes emindir. Yedirir, içirir ağırlarlar.
Kaymakamlık konağı ve konutunu mesken tutan müfettiş, yetkililerden kasaba hakkına bilgi alır, her şeyi soruşturur. Pazartesi sabahı İstanbul’dan dönen kaymakamı ilgililer kasaba girişinde jiple karşılayıp durumu haber verirler. “Ulan Ayhan, aylarca kasabada kalırsın bir Allahın kulu gelmez, üç günlüğüne kaçak bir İstanbul yaparsın müfettiş damlar… Benimki de şans mı?” diye kendisine kızarak, tedirgin kaymakamlığa girip kapıyı tıklatır. İçeriden gelen tok “Giriniz!” sesiyle kapıyı açıp selam vererek durumu anlatmak üzere masasında oturan “müfettiş”e baktığında, şaşakalır. Arkadaşlarının “Meccani” (parasız, bedavacı) lakabını taktığı, ileride “naif ressam” olarak da tanınacak Fahir Aksoy’dur karşısındaki. (Bkz: Nurer Uğurlu, Orhan Kemal’in İkbal Kahvesi, Cem Yayınları s. 383-389.)