Bizim edebiyatımız, özellikle şiir bahsinde dedikodu, asparagas üzerinden kendine gizli bir arşiv edinmenin yollarını her daim açık tutmuştur. Bu durum bizi şaşırtmıyor artık, merak unsurunu diri tutan edebi metinler hep dikkat çekici olmuştur. Şiir/şair gibi ne yönden, hangi zamandan baktığınıza göre anlamı değişen bir alanda söylenen her söz tam anlamıyla kuşatıcı bir muhatap bulmakta bugün de zorlanıyor. Bu, anlaşılır bir durum. Nesnel bir alandan söz almıyor çünkü şiire bakanlar. Hele bir de şiir gibi devam eden, devinen, canlılığın korumak için yeni dönemeçler araştıran yetenekli bir söz şubesi üzerinden konuşmaya doğrulmak, konu nesnesinin doğasına uygun biçimde geride boşluklar bırakıyor. Bu boşluklar çoğu durumda öznel tarihe sızmış tanıklıklarla da doyurulamıyor. Edebiyatın her hâli sıkıntıyı, şiddeti de yanında taşır; bazı isimler bize, gençliğimizde bütün o doğduğumuz dağ kıyılarından, denizlerden, kırlardan alıp bir şey söylerdi. İnanmak isterdik ve inanırdık onlara. Belki radyodan belki televizyonlardan. İnsanın ‘inanma’ vakitleri olur kırlardan merkeze doğru… Herkesin merak ettiği kimi edebiyat insanlarının özel hayatına dair ortaya konan ve ilk bakışta şairlerin şiiriyetini anlaşılır kılmaya hiçbir katkısı olmayan bazı özel tanıklıkların ‘sakıncası’ üzerinden tartışma gündemi yaratan Murat Belge’nin Şairaneden Şiirsele üst başlığını taşıyan Türkiye’de Modern Şiir adlı çalışması birçok bakımdan kışkırtıcı bir eser.
Türkiye’de yaşayan bir aydının, düşünürün başka bir iklimden kendiyle aynı şeyleri yaşadığını düşündüğü birine karşı en sahici, en kestirme kullanacağı dil: şiir. Bizim de, gerek bize benzeyenlere gerekse bize benzediğini bildiğimiz halde tanışmadığımız insanlara en kısa, en sağlam en talaşsız yoldan selam ileteceğimiz vâsıta şiir. Bu toprakların hâfızası şiirlidir, bilinir. Bütün etnik unsurlarının sözlü, yazılı hâfızasının ortaya koyduğu ve her birimizin içinden bir ırmak gibi geçen dil. Bu dil, ‘şiirsel’dir. Burada – sokakta, minibüs arkalarında, tuvalet kapılarında, sit alanları olarak ihata edilmiş sahalarda duran yorgun taşlara, harabelere, eski ağaç bedenlerine, denize bakan banklara, intihar mektuplarına sirayet etmiş bu- dil hesaba katılmadan konuştuğunuzun muhatap bulması zor. Dedemi gömdük geldik, bu yazıya oturdum; kardeşim İbrahim, hiç okul görmemiş anneannemin, kocasının ölümü üzerine söylediği ve benim ilk kez duyduğum bir dörtlük- mani- ulaştırdı: “Dertliyim yüzüm gülmez/ Kimse halimden bilmez/ Bu kaybana yüreğum/ Perdelidur görülmez”. Şiir de hangi anlayışa uygun ortaya konmuş olursa olsun büyük ölçüde “perdelidur görülmez”
Söz konusu edeceğimiz kitabın arkasında yazar, çevirmen, siyasi aktivist, akademisyen gibi kimlikleri bünyesinde barındıran bir isim var: Murat Belge. İşadamı ve Demokrat Parti milletvekili Burhan Asaf Belge’nin oğlu olarak doğmuştur. Halası Leman Hanımın kocası, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’dur. Burhan Asaf Belge ve Yakup Kadri isimleri bizi Kadro dergisine gönderiyor. Kadro dergisi; Şevket Süreyya Aydemir, İsmail Hüsrev Tökin, Vedat Nedim Tör, Burhan Asaf Belge, Yakup Kadri Karaosmanoğlu… Cumhuriyet rejiminin kültürel, ekonomi sahalardaki uygulamalarını destekleyen bir çizgi izlemiştir Kadrocular. Belge, kültür/sanat/edebiyat ortamına dönemin aydınları ve yayımlanan kitapları üzerinden doğrudan temas edeceği bir ortamda şekillendi. Bu şekillenmenin izlerini daha sonra kitap boyutunda rasat edeceği farklı alanlara düşkünlüğünden -bu isimler ilgili hatıralarından- merakından da çıkartabiliriz. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü 1966 yılında bitirdi. Aynı üniversitede asistanlık ve doktora yaptı. Doktora tezi Christopher Caudwell üzerinedir. 1980’de doçent, 1997’de profesör oldu. 1982’de YÖK’ün oluşturulmasından sonra üniversitedeki görevinden istifa etmiştir. 1970’te, -kurucuları arasında Ataol Behramoğlu ve İsmet Özel’in de olduğu- Halkın Dostları ve Birikim dergilerinin kurucuları arasında yer almıştır. 1984 yılında İletişim Yayınları’nın genel yayın yönetmenliğini üstlendi.
Belge; bugünlerde çevirmen, aktivist, akademisyen, yayın yönetmeni kimlikleriyle değil de ‘yazar’ kimliği ile gündemimizde. ‘Yazar’ kimliği vurguyu üzerine çektiği yerde bizi edebiyatın bir şubesine (Öykü, roman, deneme, eleştiri v.b.g) gönderir. Ve orada bulduğumuz eserden hareketle bir ‘yazar’a mı yoksa ‘yazan’a mı muhatap olduğumuzun sağlamasını almaya girişiriz. Çünkü okur olarak yazının bize taşıdığı bir bellek var, biz o belleği harekete geçirerek nasıl bir edebiyat türüyle karşı karşıya olduğumuzu anlamaya çalışırız. Yazarın kendisiyle giriştiği bir muhasebe ile mi karşı karşıyayız; eğer öyleyse önümüzde ‘deneme’ türüne yakın bir metin var demektir bu. Öyle değil de üzerinden zaman geçmiş ve bir biçimde tanık olunmuş olay ve durumlardan derdest edilen bir hacmi mi okuyoruz? Yani okuduğumuz bir hâtıra (anı) mı? O da değil. Bütün bunlar değil de yazarın önüne çıkmış şair ve şiir verimlerinin -duygu durumuna göre aklanacak yahut karalanacak yerlerinin- kâğıdın üzerine çıktığı bir eleştiri mi okuyoruz? Murat Belge’nin “Şairaneden Şiirsele-/Türkiye’de Modern Şiir” adlı çalışmasını okuduktan sonra yukarıdaki edebiyat türlerini sıralama gereği duydum. Çünkü kitap bütün bu türlere dokunan ama hiçbirinde uzun süre eğleşmeyen bir yapıyı sahipleniyor. Modern bir tezkire olarak da adlandırılabilir.
Cumhuriyet sonrası şiirimizin ana akslarını kalıcı isimler üzerinden açıklama girişimi olarak da okunabiliyor. Belge’nin kişisel tanıklıkları kimi yerlerde metnin önüne geçiyor ve biz bir şairin şiiriyetine dair okuduğumuz 15-20 sayfalık bir metinden çıkınca ilk kez duyduğumuz ‘özel’ bir bilgiyle baş başa kalıyoruz. Bu bilgi, kimi yerlerde ‘dedikodu’ tadı taşıyor. Murat Belge gibi bir üslûp edinmiş edebiyatçının ısrarla denediği bu tavır tesadüfi olamaz. Yazarın önsözde, rüya görmek isteyenin bile uyanık olmak zorunda olduğu gibi, bu durumun farkında olduğunu, zaman zaman ‘dedikodudan’ çekinmeyeceğini anlıyoruz. Bizim edebiyatımızın şiire bakan cephesinde böyle ‘tumturaklı’ başlıklarla çıkmış bazı kitapların varlığını da hatırlamak gerekir: Türk Şiiri / Modernizm/ Şiir (Hasan Bülent Kahraman, Agora yay., 2004). Çok masum, kendini ifade alanının imkânlarına geri çekip sınırlayan başlıklar altında yapılmış çalışmalar da yok değil. Bu tür çalışmalar ‘anı’, ‘günlük’, ‘mektup’ (bknz.: Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Mina Urgan, Nurullah Ataç, Necatigil, Cemal Süreya, Kemal Özer, Hüseyin Cöntürk vbg.) türlerinin sıcaklığını taşır ve ‘çaktırmadan’ öğreticidir bu metinler.
Murat Belge’nin sıcağı sıcağına şiir ortamını rasat ettiği zamanların üzerinden neredeyse yarım asır geçti. Ve bizim Fecr-i Âti’den 2000’li yıllara kadar yayımlanan manifesto sayısından fazla bildiri son 15 yılda yayımlandı. Son çeyrek yüzyıldır şiirimizi taşıyan dergilerin sayısı, 1960-1970 yılları arasında çıkan (Yeni Dergi, Yordam, Papirüs, Diriliş, Halkın Dostları, Militan, Sanat Emeği, Yazı v.b.g.) dergilerin toplam sayısı ile kıyaslanamayacak ölçüdedir. Şiir, yığılarak gelir; son durakta bize bulaşan sözün içinde elbette geçmişin birikimi de vardır ve geçmişi görebilmek için koşmak, kronolojik olarak bugünlerden geriye doğru bakmak gerekir sanki. Edebiyatımızda ‘dergiler’ odaklı çalışmaların sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Bu çalışmalardan biri Erdal Doğan’a ait: Edebiyatımızda Dergiler (Bağlam, 1997), kitabın önsözünde bir cümle: “80’den itibaren çıkan şiir dergilerinin 1923’ten 1980’e kadar çıkmış olan şiir dergilerinden neredeyse dört katı oluşu dikkat çeker”. Belge kitabın önsözünde üzerinde durulması gereken, tartışılmaya muhtaç birçok şey söyler. Bir dikkatten ziyade ‘rehavet’ eşlik eder Belge’ye: ben gördüm; görmediklerimi de ‘duydum’ demektedir sanki. “(…) İkinci Yeni’nin bitişini ben kendi dersimin bitişi olarak kabul ettim.” Bu açık sözlü beyanı unutmadan ve Belge’nin çoktandır bir edebiyat tarihi başlığına dönüşmüş (Hâşim, Yahya Kemal, Nâzım, Garip, İkinci Yeni) kimi isim ve dönemlere dair ‘açık olan’ (kişisel tanıklıkların az olduğu) bir alanı ‘gizli’ bilgilerle yeniden gözden geçirdiği bu eserin tartışma konusu olması şaşırtıcı değil. İyi bir okur olma potansiyeline sahip pek çok insan okuduklarından hareketle ‘şaiir’liğe hicret edip okur olma şansını da kaybettiği bu ortamda herkes yazıyor; şimdi elzem olan eski, kalıcı şairlerin gizli bölmelerine dair ‘çekici’ bilgiler. Lisede edebiyat derslerine giren biri olarak, lise sonların müfredatına sokulmuş Cumhuriyet Sonrası Tür Şiiri başlığı Belge’nin bu kitabıyla işlense çok faydalı, dikkat çekici ve heyecanlı olur zannındayım. Sivil bir şiir tarihi çünkü. Tezkire yazarlarının kendilerine yakın bulduğu şairlere gösterdiği özen ve ferahlık Belge’nin çalışmasında da kendini duyurmakta gecikmiyor. Yazının başında verdiğim şu bilginin burada anlatmak istediklerime bir katkısı var mı acaba: “: Murat Belge. İşadamı ve Demokrat Parti milletvekili Burhan Asaf Belge’nin oğlu olarak doğmuştur. Halası Leman Hanımın kocası, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’dur”. Laf kalabalığı işte!
İkinci Yeni’nin kimi şairleri en sıkı kitaplarını Belge’nin şiir okumayı bıraktığı zamanlara düşürdü! Sonra İkinci Yeni dediğimiz -ortak bir manifestosu olmayan, güçlü şairlerin birbirine benzemez enerjisinden doğan atmosfer- yönelimin tesirinin bugün sürmediğini kim söyleyebilir? Biz, durmuş bir şeyi, oturmuş ve belli bir mekânı kendi zamanı içinde eritmiş bir durumu tanımlayabiliriz ancak. Bu bakımdan, “İkinci Yeni’nin bitişini ben kendi dersimin bitişi olarak kabul ettim.” beyanı, yazarın olabilir ama şiirimizin hâl beyanı değil. Kitapta Ahmet Hâşim, Yahya Kemal, Nâzım Hikmet öne çıkıyor; Nâzım’a geniş yer ayrılmış: 45 sahife. Dedikoduları ve yığılarak aktarılan bilgileri bir tarafa bırakırsak, ‘şiir tahlili’ne giriştiği yerde -kendi bünyesinde toplanan iz ve işaretlerden şiire doğru açılımı dikkate alınınca- aklıma Mehmet Kaplan’ın kendini de inandırdığı ‘şiirsel’ tavrı geldi. Şiirsel demişken, ‘Şairane’ ne? Bir ölçüde bu kavram üzerinde açılmış tartışmalar, yazılmış yazılar var; peki ‘şiirsel’ ne? ‘Şairaneye karşı olmak’ vurgusu en bariz biçimde Orhan Veli’de dile getirilmişti. Muhafazakâr şairden modern şairin görüş alanına doğru bir ok mu çıkartılıyor buradan? Olabilir mi? Ben şimdi ‘şairane’ ile Kübalı bir erkeği; ‘şiirsel’ ile, Balkanlı bir kadını hatırlatıyor bana desem olacak mı bu benzetme? Şiirde her şey olur mu, yoksa her şeyde mi şiir olur? Buraya bakmak lazım ebet.
Belge’nin kitabının ismi ‘Şairhâne’ olsaydı bunca tartışmaya yol açmazdı belki. Herhangi bir alanda, özellikle edebiyatta, ad vermek, adlandırmak hep sorunlu olmuştur. Şiir ortamımızı kavileştirmiş birçok kitabın, vaktiyle yazılmış yazıların bir araya getirilmesinden oluştuğunu biliyoruz. Kimileri, bir bütünün parçaları olarak, tasarlayarak yazar: bu tür yazılar aynı yöne bakmaya gayret eder- ki edebiyat gibi canlı bir faaliyet alanında bunun sahiciliği tartışmaya açık olsa da- bu anlaşılır bir şeydir. Bizim, Anadolu’ya ilk yönelen ve bir tren penceresi ardından gördüğünü ‘Anadolu’ diye aktaran o ilk iyi niyetli hamasetle bağlanmış şairlerimizin her yere elin uzatan iştahasının bizi karşıladığını da söylemeliyiz Belge’nin bu kitabında. Son okuduğu şair ‘İsmet Özel’miş. Pek iyi İsmet Özel şiirinin özellikle 1980 sonrası verimlerini -son kitabındaki, kendinden genç kuşakların öncülüğünü yaptığı ‘deneysel’ işleri- merak etmediniz mi?
Şu alıntılar Belge’den: “Bir gelişimde, kısarak boylu biri bu rafların arasında geziniyor, kitaplara bakıyordu. Biz önde oturduk. Memet Fuat, ‘Ece Ayhan’ dedi” (Ece Ayhan başlığı altında söylenmiştir.); “Sonra karışık bir hikâye anlattı. Bunu da iyi hatırlamıyorum. Bir kıza vuruluyor, kızın bir erkek arkadaşı var, kızı bırakıp ona vuruluyor, böyle bir şey. Yani Ece’nin bir eşcinsel ‘tezahürü’”. (Ece Ayhan); “Bu erken yıllarında Turgut Uyar oldukça ‘kendi halinde’ şair görüntüsü verir. ‘Yenilikçi’ dedirtecek bir özelliği görülmez.”; “Engebeli çocukluk hayatının önemli bir olayı, en büyük kızkardeşinin deli olmasıdır. O koşullarda ne olduğu, kıza niçin ‘deli’ dendiği çok belli değildir.” (İlhan Berk); Belge, Cemal Süreya’ya, Attilâ İlhan’a dair düşüncesini soruyor: “Adiye beş kala dedi. Şüphesiz bir iltifat değil bu. Hiçbir şair kendisi hakkında bu değerlendirmenin yapılmasından mutlu olmaz.” Yani, Cemal Süreya’ya bir şey sormuş, şairane’ cevap vermiş Süreya; Süreya’nın cevabını netleştirememiş ve sonunda “Hiçbir şair kendisi hakkında bu değerlendirmenin yapılmasından mutlu olmaz” deme gereği duyuyor. Bu ifadelerin bırakın hâtırayı, dostluğu ayaklandırıp şairlerin şiir serüvenine ışık tuttuğu söylenebilir mi? Ölümlerinin yaş ortalaması ‘58’ olan İkinci Yeni üzerine ’75’ yaşında birinin konuşmaya hakkı var elbet. Biz burada edebiyatın temel meselesi olan ne anlattığından ziyade ‘nasıl anlattığı’ üzerinde duruyoruz. Orhan Veli’nin ‘onu da edebiyat tarihçileri’ bulsun imasına sanki bir karşılık veriyor tanık olduklarıyla. Zaten, büyük oranda kes-yapıştır biçiminde hazırlanan yıllık ve antolojilerden sıkılan şiir okurunun şairin hayatına dair merak ve ilgisinin açlığa dönüştüğünü, bu kadar farklı alanlarda kalem oynatan birinin, görmeme lüksü olamazdı. Sadece sahne sanatlarında öne çıkanların değil; edebiyatın da sahnelere, sokaklara düştüğü bir ortamda ünlü şairlerin hayatının da kendilerine ait olup olmadığını düşündürttü bana bu kitap. Dedikodu da şiirin ve şairin hayatına dâhil mi?
Son yirmi yıldır Türk şiirinde çok sayıda şair ortaya çıktığı için dergiler çoğaldı, buna paralel şiir yıllıkları (Mehmet H. Doğan, Veysel Çolak, Bâki Asiltürk’ün devamlılık gösteren eserleri başta olmak kaydıyla) ortaya çıktı, dergileri izleyemeyenler için ‘özet’ bir hâfıza. Bazı dikkate değer antolojiler de yayımlandı; insan bütün bu ‘özetleyen’ birikime bakmadan ‘ben bu işleri orda bıraktım’ der mi? Diyebilir elbet. Peki bu durum, şiirin doğasıyla ne derece uyuşur? Doksanların sonunda Dağlarca’ya “genç şairleri izliyor musunuz?” diye sorduklarında ‘Ülkü Tamer’i söylüyordu. Dağlarca 1914 doğumluydu, bu bir ölçüde anlaşılır. Belge’nin kitabında ‘yaşayan/hayatta olan’ bir tek Ülkü Tamer var. Ülkü Tamer’e dair yazılanlar -şairin hak ettiği gibi- bir titizlik, dikkat taşıyor. Şair aramızda olmasa da şiir, ‘yaşayan’ bir şeydir. Yunus’un, Pir Sultan’ın, Nâzım’ın yaşamadığını kim söyleyebilir.
“Can Yücel” başlığı altında yazılanlardan birkaç cümle okuyalım: “1977 yazında John Berger eşi Beverly ile İstanbul’a gelmişti. Burada geçirdiği sürenin bir kısmında bizim evde kaldılar.” Bu cümleyi öğrencilere verip ‘ne anlatıyor?’ diye sorsak muhtemelen şöyle cümleler kabaracak: “Jonh Berger’in bir eşi var; adı: Beverly.”; “Berger, İstanbul’a ilk kez mi geldi anlaşılmıyor ama Murat Belge’nin evinde ‘bir süre’ kalmış.”; “J. Berger ve eşi bir müddet İstanbul’da kalmış”; “İstanbul’a gelen J. Berger ve eşi İstanbul’daki zamanlarının bir kısmını Murat Belge’lerde geçirmiş.”. Belge’nin bu kitabı, hemen her sayfasından alıntı yapılıp üzerinde tartışma açılabilecek bir kitap. Belki ‘anı’ bölümlerini ayırıp Mina Urgan gibi -‘anıları’nın çok satmasından rahatsız olduğunu anımsıyorum- ustalıkla tanzim edip kaleme alabilseydi çok özgün bir eser çıkabilirdi ortaya; fakat bir anı kitabı değil söz konusu ettiğimiz; anılarla tahkim edilmiş ve merak duygusunu diri tutan deneme kitabı diyebiliriz. Böyle bir kitabı bütün tanıklığına, birikimine rağmen Cevat Çapan’dan bekleyemeyeceğimize göre, ‘merkez’den birinin bu boşluğu doldurması, edebiyatın ‘keyif veren’ cephesine yaslanıp bütün sözlü tarih bilgisini ortaya koyması gerekiyordu! “Gene de bir gün oturup böyle bir kitap yazacağım aklıma gelmezdi. Roman alanında çalışmaya karar verirken beni bu karara yönlendiren etkenlerden biri topluma duyduğum ilgiydi. Toplumun tarihine, siyasetine ilgi duyuyordum. Her zaman bunların edebiyat incelemesini de mutlaka hesaba katması gereken alanlar olduğunu düşünmüşümdür.” (Önsöz’den)
Şiirimize yön vermiş, bırakın doğdukları evlerde okuyabilecekleri birkaç kitaba tesadüf etmelerini, bir kısmı sürgüne zorlanmış, bir kısmı hayat boyunca kiracı olmuş ve hemen hepsi yaralandığı aşkı kutsal bir kitap gibi göğsünde saklamış insanlara mı yoksa bu insanların hayatını merak edenlere (okur) mi ‘arkadaşça’ yaklaşmak gerekirdi? Bu sorunun cevabını ciddi okurlar bulacaktır. Kitapta yer alan, yaşayan tek şairin, Ülkü Tamer’in bir şiiriyle bitirelim.
konuşma
Aman, kendini asmış yüz kiloluk bir zenci,
Üstelik gece inmiş, ses gelmiyor kümesten;
Ben olsam utanırım, bu ne biçim öğrenci?
Hem dersini bilmiyor, hem de şişman herkesten.
İyi nişan alırdı kendini asan zenci,
Bira içmez ağlardı, babası değirmenci,
Sizden iyi olmasın, boşanmada birinci…
Çok canım sıkılıyor, kuş vuralım istersen.