“… kafasının içinde kımıldanan ve çok defa büyük bir ustalıkla satırlaşan sorguların kocamanlığı ve derinliği Niyazi Remzi’yi eski ve yeni bütün bir hikâyeci soyundan ayırt etmektedir.”
NÂZIM HİKMET
Nâzım Hikmet’in “29.9.1935” tarihli Akşam gazetesinde Orhan Selim imzasıyla yayımlattığı “İki Kitap” başlıklı yazısı “sevinç çığlığı” olarak okunabilir:
“Bu yıl iki hikâyeci tanıdık. Birisi Değirmen kitabını yazan Sabahattin Ali, ötekisi Kâğıttan Dünya’nın yazıcısı Niyazi Remzi.
Sabahattin bizdeki yazı dünyasına dört beş yıl önce küçük hikâyeleriyle girdi. Bence en kuvvetli kendine benzerliği, temiz ve metotlu bir edebiyat kültürüne dayanarak, en yaratıcı anlamda realist oluşudur. Bu realizmden uzaklaştığı vakit inanılmayacak kadar çocuklaşan genç hikâyeci, kendi sahasında kaldığı vakit, bizde o kuvvette başka örneklerine rastlamadığımız verimler vermektedir. Sabahattin köyü, kasabayı, köylüyü, kasabalıyı çok iyi biliyor, duyuyor ve yaşatıyor. Dili pürüzsüz. Görüşünü dağıtıp yine bir noktada toplamasını büyük bir ustalıkla başarıyor. Ben onun kitabını okurken, ‘Beklediklerimizden biri doğuyor,’ dedim.
Niyazi Remzi’ye gelince, hem yaşça, hem yazı dünyasına giriş bakımından ağabeysi olan Sabahattin’den onu ayıran şey, bu genç hikâyecinin kasaba ve köy değil, büyük şehirler yazıcısı olmak isteyişidir. O, bu dileğinde, Sabahattin’in kendi sahasında ulaştığı olgunluğa erişememekle beraber; kafasının içinde kımıldanan ve çok defa büyük bir ustalıkla satırlaşan sorguların kocamanlığı ve derinliği Niyazi Remzi’yi eski ve yeni bütün bir hikâyeci soyundan ayırt etmektedir.
Değirmen ve Kâğıttan Dünya, bence, çoktandır eşlerini görmediğimiz, iki hakiki kafa ve yürek verimidir.”[1]
Nâzım Hikmet iki ay sonra, bu iki adı bir başka bağlamda yeniden ve yan yana anar. “Aylık Bilgi ve Kültür Dergisi” alt başlıklı Yücel’in “İkinci Kânun/Ocak 1936” tarihli 11. sayısında yayımlanan “Hangi eserlerimizi garp dillerine çevirmeliyiz?” konulu soruşturmayı şöyle yanıtlar:
“Bizim burjuva edebiyat verimlerinin çoğu, garp dillerine çevrilirse, oradaki örneklerinin silik ve kötü kopyalarından başka bir şey olmadıkları ortaya çıkar. Bundan dolayı, bu zümrenin meşhur imzalarını garp dillerine çevirmek boşuna emek sarfetmek demektir.
Garp dillerine çevrilecek edebiyat eserlerini, bilhassa yeni radikal ve proleter imzaların arasından seçmek gerektir. Meselâ Kerim Sadi’nin ‘Ansiklopedideki Vahşi’si, Sabahattin Ali ve Niyazi Remzi’den seçilecek hikâyeler, şimdilik çok küçük bir tercüme sahası olsa da, garp dillerine çevrilmeğe değer kaynaklardır.”[2]
Nâzım Hikmet’in dünya görüşünü bölüşen ya da dünya görüşüne yakın yazarlarla genç yetenekler karşısında kucaklayıcı bir tutum takındığı ve ürünleri ile okur arasında gönüllü iletkenlik yaptığı biliniyor.[3] Sait Faik’in ilk öykü kitabı Semaver üzerine kaleme aldığı “Bir Tavsiye” başlıklı köşe yazısının girişinde şöyle diyor:
“… Her yeni imzaya karşı, ne yalan söyleyeyim, ‘apriori’ bir sevgi duyarım. Okuyucularının sayısı bini geçmeyen bir edebiyat piyasasına her yeni giren imza, eğer sadece bir heveskarlık değilse, bir inanç ve ccsaretin, bir çetin kavgalara hazırlanış kuvvetini kendinde görebilmenin ifadesi demektir. Ben, inanan, cesaretli, kavgadan yılmayan insanlara saygı beslerim.”[4]Bilinen bir başka şey de bunu kavgasının bir öğesi olarak gördüğü:“Şimdi (…) bir yığın insanla niçin uğraştığımı anlıyorum. Ve bu uğraşmaya neden dolayı devam etmeye mahkûm bulunduğumu kavrıyorum. Bu, genç kabiliyetleri keşfetmek, onlara yardım etmek gibi palavra hayırseverlik gibi hislerin neticesi değil. Bu nevimin, neslimin idamesi kavgası.” [5]
Ne var ki, “Hangi eserlerimizi garp dillerine çevirmeliyiz?” sorusunu yanıtlarken, Sabahattin Ali ile Niyazi Remzi’nin adlarını önermesini bu çerçevede değerlendirmek doğru olmaz. “Bizim burjuva edebiyat verimlerinin çoğu”nu “oradaki (Batı’daki– M. E.) örneklerinin silik ve kötü kopyalarından başka bir şey olmadıkları”nı belirterek bir yana attıktan sonra, yazınımızı temsil etmek üzere öne sürülen / sürülecek adların belli nitelikler taşıması gerektiği çok açık çünkü. Gerçi seçimin “bilhassa yeni radikal ve proleter imzaların arasından” yapılmasını belirtmek de bir tutum / bir öneri. Ama yeterli değil. Nitekim yedi yıl önce yayımlanan bir yazısında bu konuyla ilişkilendirilecek türden şeyler söyler Nâzım Hikmet:
Mahmut Yesari
“Mahmut Yesari’yi biz başka lisanlara korkmadan tercüme edebiliriz. Onun yazısı bundan hiçbir şey kaybetmez. Halbuki Dahii Âzam?! Abdülhak Hamit Bey de dahil olmak üzere, kaç yazıcımız böyle bir imtihandan geçebilir. Böyle bir imtihandan diyorum, çünkü bir yazıcı için en büyük imtihan her lisanda aşağı yukarı aynı kuvveti muhafaza edecek kadar mahallî ve beynelmilel olmasıdır.
Dahii Âzamın en kuvvetli yazısını başka bir dile çevirin, bakın nasıl sırıtır. Başka bir dile değil, hatta bugün konuştuğumuz Türkçeye tercüme edin, bakın dahinin dehası nasıl sabun köpüğü gibi dağılıveriyor. Halbuki Şekspir öyle değil, Tolstoy, Gorki, Çekof, Tagor, Zola, Edgarpo, Cek London, Sinkler, Verharen, Bodler, Mayakofski ve falan ve filan öyle değil. Neden? Çünkü muhtelif sınıf zümre ve tabakaların ruhiyat ve fikriyatını mahallî, beynelmilel, nevileri şahıslarına mahsus bir surette ifade edebilmişlerdir.
Bizde böyle bir istikbale namzet olan yazıcılarımızın biri de Mahmut Yesari’dir.
Bu iddiamı ‘Geceleyin Sokaklar’ isimli kitap göğsünü gere gere ispat edebilir.
Bu kitaptaki her hikâye, her görüş hem mahallî hem beynelmileldir. Bu kitaptaki insanlar Türkiye’de Türkiye’nin İstanbul şehrinin muayyen mahallerinde yaşıyorlar! Muharririn şehrin ve mahallenin isminden bahsetmesine hacet yok. İnsanlar ve vakalar o kadar mahallidir. Sahte değil, mücerret değil, samimidir.
Fakat aynı zamanda bu kitaptaki insanlara, vakalara dünyanın her büyük şehrinde rast gelirsiniz.”[6]
Görüldüğü gibi “Garp dillerine” çevrilmeye değerlikten söz ederken önceden oluşturmaya çalıştığı ölçüte, “hem mahallî hem beynelmilel” olmaya yaslanıyor Nâzım Hikmet. Bu ölçütün çizgilerini gördüğü için de Sabahattin Ali ile Niyazi Remzi’yi gündeme getiriyor.
Eklemek gerekiyor: Ön açmayı amaçlayan özendirici bir biçemle kaleme alınsalar da yargılarında olabildiğince nesneldir Nâzım Hikmet. Bir soruya, bir soruna yanıtın ipuçlarını içeren metinler üzerinde söz alıyor. Kendisi de benzer bir arayış içerisinde. Sabahattin Ali ve Niyazi Remzi konusunda da böyle bu.
Kitaplarının yayımlanması Nâzım Hikmet’i heyecanlandıran iki genç yazardan Sabahattin Ali, günümüzün en bilinen adlarından ama, Niyazi Remzi, öyle değil. Ne ürünleri ortalıkta dolaşıyor ne de adı biliniyor.
KİMLİĞİ GÖLGEDE KALMIŞ BİR ÖYKÜCÜ
Nâzım Hikmet’in 1935 ve 1936 yıllarında Sabahattin Ali’yle birlikte adını andığı Niyazi Remzi kim peki?
Yazık ki bu soruyu yanıtlayacak durumda değiliz.
Niyazi Remzi, yazın sözlüklerine girmeyi başarmış ya da alınmaya değer bulunmuş bir öykücü değil. Seçkilerde de ürünlerine rastlanmıyor.
Öte yandan “izleyenleri” ile “etki alanına girenler”e yer verilen Nâzım Hikmet’le ilgili çalışmalarda da Niyazi Remzi’nin adı geçmiyor. Sözgelimi Kemal Sülker “Nâzım’dan Etkilenenler” başlığı altında şöyle yazıyor:
“İlhami Bekir, İsmail Suphi, Fahri Kâmil, Selâmi, D. Türkmen imzaları derhal Nâzım’ın etkisini taşıyan eserler vermiştir.”[7]
İlerleyen sayfalarda bu adlara yenilerini ekliyor Kemal Sülker. Ancak aralarında Niyazi Remzi yer almıyor.
Şu düşünülebilir: Şair olarak Nâzım Hikmet’in “izleyenleri” ile “etki alanına girenler”i şairler arasında aranıyor. O nedenle de öteki alanlarda etkinlikte bulunanların üzerinde durulmuyor.
Nâzım Hikmet dışında Niyazi Remzi üzerinde duran iki başka ad daha var: Abidin Nesimi ile İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu.
Abidin Nesimi, Küllük dergisince düzenlenen “Sait Faik Hakkında Düşündüklerimiz” konulu soruşturmaya verdiği yanıtta şöyle diyor:
“… Köy halkı psikolojisini en güzel kavrayan hikâyeci olarak Sabahattin Ali’yi tanırım, şehir halkı psikolojisini kavramış ve göstermiş fakat bugün sanat ve edebiyat sahasından çekilmiş ilk genç olarak Niyazi Remzi’yi kaydedebilirim.”[8]
Niyazi Remzi’den söz eden İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nun konumu bir parça farklı. Salt öykücü olarak değil, insan olarak da tanıyor onu. Üniversiten de öğrencisi. Öte yandan 1 Ocak 1934 yılında çıkarmaya başladığı Yeni Adam dergisinde öykülerini yayımlıyor: a) “Atlas Yorgan ve Beşibiryerde’ye Dair”, Yeni Adam, S: 12, (19 Mart 1934), s. 5. b) “Pasaj ve Ateş”, Yeni Adam, S: 13, (26 Mart 1934), s. 5. c) “Kâattan Dünya”, Yeni Adam, S: 14, (2 Nisan 1934), s. 5. d) “Bir Şişe Rakı ve Bir Kadın”, Yeni Adam, S: 20, (24 Mayıs 1934), s. 5.
İsmail Hakkı Baltacıoğlu ile Niyazi Remzi’nin birlikte yargılanmaları söz konusu. İlki öykünün yayımlandığı derginin (Yeni Adam) sahibi, ikincisi öykünün (“Bir Şişe Rakı ve Bir Kadın”) yazarı olarak yargı önüne çıkıyorlar. 1.6.1934 Cumhuriyet gazetesindeki (s. 4) konu ile ilgili haber şöyle:
“… ‘Yeni Adam’ gazetesinde çıkan ‘Bir Şişe Rakı ve Bir Kadın’ hikâyesi Müddeiumumilikçe müstehcen görülerek gazetenin sahibile hikâye muharriri Niyazi Remzi Bey aleyhine dava açılmıştı. Dün üçüncü ceza mahkemesinde bu davaya bakılmıştır. İsmail Hakkı Bey sabık Darülfünün Emini olduğunu, 48 yaşında bulunduğunu, ‘Yeni Adam’ gazetesinin sahip ve neşriyat müdürü olduğunu söyledikten sonra: ‘Davaya mevzu olan yazıyı neşrinden evvel okudum ve müstehcen görmedim. Bu yazı bir sanat eseridir ve ahlâkî maksatla gazeteme koydum. Kanaatim gene budur. Halka bu gibi şeyleri anlatmak için neşrettim. Gayri ahlâkî bir kasıt yoktur. Zaten gazetenin hedefi halka faydalı neşriyat yapmaktır’ demiştir. Müteakiben isticvap edilen Niyazi Remzi Bey de şimdiye kadar mahkumiyeti olmadığını, iddia makamınca müstehcen görülen hikâyesi hakkında İsmail Hakkı Beyin sözlerine iştirak ettiğini, bu hikâyeyi, düşen adamlara ders olmak maksadile yazdığını’ söylemiştir. Bunu müteakip Müddeiumumi Nurettin Bey dava evrakını tetkik için istediğinden muhakeme 6 Haziran saat onbir’e bıraktırılmıştır…”[9]
İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu Niyazi Remzi ve öyküleri üzerinde de söz alıyor. Oğlu Tuna Baltacıoğlu, Yeni Adam Günleri’nde, “Öykü yazarı Niyazi Remzi” ara başlığı altında, “Yeni Adam’ın ilk sayılarında öyküleriyle yazı ailesine katılan Niyazi Remzi’yi Baltacıoğlu şöyle tanıtıyor” dedikten sonra, babası İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu’nun değerlendirmesini aktarıyor:
“Niyazi Remzi’yi üniversiteden tanırım. Orada öğrencim olmuştu. Sonra Yeni Adam öykücüsü oldu. Gösterişsizlik onun özüdür. Gösterişsiz konular arar, gösterişsiz yazar ve gösterişsiz bir biçimde elime uzatır. Gerçeği süslemez, süsle sanatın bir ilişkisi olabileceğini kabul etmez. Onun kişiliği üç parçadan oluşmuştur. Saflık, alçakgönüllülük, gerçek duygusu. Dikkat edilmezse yazıları ters anlaşılabilir. O olduğu gibidir ve öyle kalması onun yararınadır. Sanatta içtenliğin her şeyin üstünde olduğunu söylemeye gerek yoktur sanırım.”[10]
Yaşanan yargılama olayına dolaylı bir gönderme var burada. “Dikkat edilmezse yazıları ters anlaşılabilir.”
Bütün bunlar, kimliği gölgede kalmış bir öykücü ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Nâzım Hikmet ile İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu ve Abidin Nesimi’nin sözleri dışında Niyazi Remzi’ye ilişkin herhangi bir bilgi yok elimizde ne yazık ki. Abidin Nesimi’nin söylediklerinden, 1940 yılına gelindiğinde, Niyazi Remzi’nin, “sanat ve edebiyat sahasından çekilmiş” olduğu anlaşılıyor.
KÂATTAN DÜNYA
Kâattan Dünya, on yedi öyküyü içeren seksen sayfalık bir kitap. 1935 yılında Şafak Kitabevi’nce yayımlanıyor. Kapağı, Nâzım Hikmet ve Sabahattin Ali, Sabiha Sertel, İsmet Hüsnü… gibi çevresindekilerin kitaplarının da kapaklarını tasarlayıp düzenleyen Ali Suavi Sonar’ın imzasını taşıyor.
Kitapta yer alan öykülerin üçü tarihsiz, ikisi 1932, dördü 1933, beşi 1934, üçü de 1935 tarihini taşıyor. Demek ki Kâattan Dünya dört yıllık bir birikimi yansıtıyor.
Öykülerin bir ara kesiti var: Kent yaşamından, daha doğrusu da kentte var olmaya çalışanların yaşamlarından alınmış kesitleri yansıtmaları… Nâzım Hikmet “bu genç hikâyecinin kasaba ve köy değil, büyük şehirler yazıcısı olmak isteyişi”nin altını çizerek bu gerçeği açıkça dile getirir. Abidin Nesimi de “şehir halkı psikolojisini kavramış ve göstermiş (…) ilk genç olarak Niyazi Remzi’yi” gördüğünü belirtir.
Öte yandan kent ortamında var olmaya çalışan öykü kahramanlarının, ağırlıklı olarak, dibe vurmuş insanlar arasından seçildiği görülüyor. Kitaba adını veren öyküdeki “Kaldırımın kenarına bağdaş kurmuş”, “Çarşafının eteği içinde üç yumurta”, “Yumurtanın birisi on parmağı arasında” “bütün parmaklarıyla yumurtanın kabuğunu soy(an) ve onu bütün parmaklarıyla ağzına götür(üp), ısır(an)” kadın: “Yemek yiyordu. On parmağıyla, ağzıyla, burnuyla, gözleriyle ve bütün vücudüyle yemek yiyordu.” (s. 3). “Karnını Doyurabilen Adam”ın “Açım… Açım… Açım…” haykırışıyla “caddelerden caddelere, sokaklardan sokaklara sap(ıp) koş(an)” kişisine “iki Sterlin polisi” müdahale eder: “Sus diyoruz sana… Gecenin bu saatinde bu asfalt caddeler üzerinde ancak ve yalnız Haşmetlu İmparator Cenapları haykırabilir…” (s. 28). Susturmayı başaramayınca da “karnını doyurma” bahanesiyle ekmek dilimine sürdükleri zehirle onu köpek gibi öldürürler (s. 29).
Peki bu kentlerin dokusu nasıl?
Yanıtı odağa alınan insanları kavramamıza da olanak sağlayacak.
Niyazi Remzi’nin “Bir Meselenin Sureti Halli” adlı öyküsünün başında bir açıklama notu var: “Hâdise dünyadaki şehirlerden birinde cereyan eder.” Öykülerinin büyük çoğunluğunda anlatılanlar bu açıklama notu ile örtüşüyor. İlginçtir, bu kentlerin en az benzedikleri Türkiye’dekilerdir. Fiziksel dokuları bile o yıllar Türkiye’si ile pek ilgili değil. “Dört Kişi”nin çöpten beslenen dört kişisi, “Seksen sekiz katlı apartımanlarından birinin dizi dibine oturmuşlar, sırtlarını duvara vermişlerdi(r)” örneğin (s. 22). Türkiye gerçekliğinden beslenen ve onu yansıtan çok az öykü var kitapta: “Bir Şişe Rakı ve Bir Kadın”, “Şah Damarı”, “Atlas Yoran ve Beşibiryerdeye Dair”, “Roman” ve “Bir Adamın Hikayesi”. Para birimleri bile lira değil, dolar ve sterlin.
Neden peki?
Abidin Nesimi, Benerci Kendini Niçin Öldürdü? özelinde şöyle yazıyor:
“Türkiye’nin o zamanki politik ortamında yukarıdaki nesnel gerçekleri soyutlamak ve onu bir sanat nesnesi yapmak zordur. Çünkü Türkiye’de komünistlik yasa dışıdır. Nesnel şartlar bu hususları açıklanmaya elverişli değildir. Savcılığın harekete geçmesi, T.C.K.’nun belli maddelerinin işletilmesi tehlikesi vardır. Nâzım Hikmet bu tehlike karşısında olayları Türkiye’de değil yıldızlardan birinin toprağında, bu toprağın beşte biri olan bir kıtada, bu kıtada bir ülke olan Hindistan’da bir kent olan Kalküta’da geçiyor gibi göstermektedir. Romanda, olayı işçi sınıfının kurtuluşu olarak değil, sömürge olan bir ulusun (Hintlilerin) ele almaktadır. Roman Kalküta’da, milli kurtuluşa katılmış bir insanın, Benerci’nin başından geçenleri anlatmaktadır.”[11]
“Bir Şişe Rakı ve Bir Kadın” adlı öyküsü yüzünden yargıyla başı derde giren Niyazi Remzi’nin Nazım Hikmet gibi siyasetle doğrudan bir ilişkisi yok gerçi. Ama sınıfsal ilişkilerle yakından ilgilenmek; karşıtlıklar üzerinden yol almaya çalışmak gibi bir “merakı” var. Türkiye’ye özgü çizgileri bir yana bırakıp olayları gelişkin kapitalist toplumlar üzerinden anlatması belki de bundan!
Niyazi Remzi’nin öykülerinin büyük çoğunluğu Ansiklopedideki Vahşi ve Ücretli Esirler’in Kerim Sadi’siyle ilişkilendirilebilir. Vahşi kapitalizmin gerçekten “vahşi” sömürü koşullarında varlıklarını sürdürmeye / ayakta durmaya çalışan insanların yaşamlarından alınan çarpıcı kesitler. Ağırlıklı olarak bu gerçek üzerinde yoğunlaşıyor Niyazi Remzi. Nâzım Hikmet’in “kafasının içinde kımıldanan ve çok defa büyük bir ustalıkla satırlaşan sorguların kocamanlığı ve derinliği” demesinin nedeni bu. Ancak belirtilmesi gereken bir yan var burada: Nâzım Hikmet’in yabancı dillere çevrilme konusunda 1929’da koyduğu ölçütlerle örtüşmüyor bu öyküler. “Hem mahallî hem beynelmilel” değiller![12]
Niyazi Remzi, küçük bir ışık huzmesinin bile sızmadığı karanlık bir dünyadan kesitler sunuyor. Serüvenlerinden kesitler sunduğu yoksulluğun, dahası açlığın derinliklerinde kulaç atan kişiler olanı olduğu gibi sorgusuz sualsiz kabulleniyor, ona boyun eğiyorlar. Bir seçeneğe yaslanarak tepki göstermeyi geçtik, yaşadıklarından yakınmıyorlar bile. Bu açıdan bakıldığında Niyazi Remzi kötümser bir öykücü. İnsanlarının yüreğinde en küçük bir umut kırıntısı bile yok. Her nasılsa bir mangal ateş ele geçirmiş öykü kişisi (“Ateş”) adına, “belki”li bir anlatımla, en fazla şunları söyleyebilir:
“Homurdanma, küfret, bağır, haykır, uzak uzak bağır, yakın yakın küfret açılırsın ve yine yaşamak istersin. Bu dünya böyle güzel bir dünyadır…
Mangalın, ateşin var belki yarın ekmeğin de olur… Yersin ekmekciğini, sarılırsın ateşine, çevirirsin ellerini ateşinin üstünde pirzola gibi… ve sonra kıvrılır uyursun…” (s. 16).
“Açım!” diye bağıra bağıra “caddelerden caddelere, sokaklardan sokaklara” çılgın gibi koşan “Karnını Doyurabilen Adam”ın ana kişisi kendisini susturmak isteyen “iki Sterlin polisi”ne şöyle diklenir: “Ben imparatorum, açların imparatoruyum. Açım… Ben hesab ettim, dünyanın üzerindeki karındoyuracak şeylerden hisseme düşeni bana verin, size yüzde doksan dokuz komisyon da veriyorum. Verin bana benim hissemi.” (s. 28).
Şöyle de bakılabilir belki: Yaşam için gerekli olanların en azından bile yoksun kılınan insanların bu sorunlara çözüm getirme kavgasını verirken başka şeyler düşünmelerine olanak bulamamaları doğal. Açlık insan imgelemini karnını doyurmakla sınırlar çünkü. Bu kişilerinin çizimini de belirliyor büyük ölçüde.
“İTALYA’DAN RÖPORTAJLAR”
Niyazi Remzi, 1936 yılında, A. Cevad’ça hazırlanan ve “Nâzım Hikmet Grubu”nun yayın etkinlikleri arasında anılan Neler Hazırlıyorlar? adlı kitapta karşılaşıyoruz: “On Beş Kiloluk Hırsız”. Kitapta “Karaburun Mağlupları” başlığı altında ve “”Nâzım Hikmet’in ‘Simavna kadısı oğlu Bedrettin’ romanından” açıklaması eşliğinde Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı’ndan parçalar da yer alıyor.[13] Diğer bir deyişle ilk kitabı Nâzım Hikmet’çe selâmlanan Niyazi Remzi, usta ile kalem arkadaşlığı yapıyor. Öyle anlaşılıyor ki özendirici yazısının ardından Niyazi Remzi Nâzım Hikmet’in yörüngesine giriyor. İmzasız, ama biçeminden Memet Fuat’ça kaleme alındığı anlaşılan “Kitaplarını Nasıl İmzalamışlardı?” başlıklı yazıdan çıkarıyoruz bunu. Nâzım Hikmet’e kitap imzalayanlar arasında Kâattan Dünya’sı ile Niyazi Remzi de yer alıyor. “Nötr” bir sunuyla imzalıyor kitabını: “Nâzım’a”.[14]
Bu ilgi ve ilişkinin Niyazi Remzi’ye ivme kazardırdığı anlaşılıyor. Nitekim “On Beş Kiloluk Hırsız” adlı öyküsü, “Niyazi Remzi’nin ‘İtalya’dan Röportajlar’ adlı kitabından” açıklamasının eşliğinde yayımlanıyor.[15] Burada bile Taranta Babuya Mektuplar yazarı Nazım Hikmet’in esintisi hissediliyor. Ama duyurusu yapılmış olmasına karşın, ilerleyen yıllarda, İtalya’dan Röportajlar yayımlanmıyor. “On Beş Kiloluk Hırsız” adlı öykü, Kâattan Dünya’dakilerle aynı havada.
DENEYSEL ÖYKÜLER
Tür olarak öykünün özerkleştirilme kavgasının verildiği bir dönemde yazmaya başlıyor Niyazi Remzi. Geleneksel öykü anlayışından kopmayı amaçlayan arayışların damgasını vurduğu bu süreçte, konumdaşı öteki öykücüler gibi, o da, kendince bir öneri getirmeye / geliştirmeye çalışıyor. Konu / izlek seçiminden sunuş biçimine dek açılan oldukça geniş bir yelpazede değişik denemeler yapıyor. Bu açıdan bakıldığında onunkileri “deneysel öyküler” olarak nitelendirmek pek de yanlış olmaz.
“Peygamber” adlı öyküsünde “sokak”, anlatıcı gibi söz alır ve öyküye açılım sağlar (s. 40). Fiziksel çevredeki değişimi ete-kemiğe büründürür. “1900… Senesinde de..” adlı öyküde anlattığının sürekliliğini vurgulamak için toparlayıcı bir tümceyle sonlandırır öyküyü: “Ve 1900… senesinde de işler böyle tıkırında gitmededir.” (s. 56). Bu tutumu “Roman”, “Dünyayı Satın Alan Adam” ve “Bir Adamın Hikayesi” adlı öykülerinde de sürdürür. “Roman” şöyle biter: “Bu romanın bir yerinde ananın, bir bekar beyin hizmetçi verdiği kızı, beyden gebe kalacaktır. Bey bunu görünce kızı kovmak isteyecek, fakat o Beyi, çocuğu düşürtürüm diye temin edecektir ve çocuğu düşürürken ölecektir. / Buna rağmen roman gene bitmeyecektir efendim.” (s. 68).
Zaman zaman yerli çizgiler taşısa da ağırlıklı olarak 1929 Dünya Ekonomi Bunalımı’nın vurduğu gelişkin kapitalist toplumların yoksullarının yaşamlarından alınmış kesitler üzerinde yükseliyor öyküleri. Ama madalyonun öteki yüzünü de ihmal etmiyor Niyazi Remzi. Açlık ve yoksunluk içindeki kalabalıkların karşısındaki varsılları da anlatıyor. Onların dünyalarının dışa dönük yüzündekinin öğeleri bir bir sergiliyor. Karşıtları birlikte ele alıyor. Aralarındakinin ters orantılı bir ilişki olduğunu, uzlaşmalarının da uzlaştırılmalarının da olanaksızlığını ortaya koyuyor. Bu amaçla onların yaşamlarından da kesitler sunuyor. İş gücü maliyetini düşürmek için yaptıkları harcamalar, işçiye bakışları, dini çıkarları için kullanmaları, savaş tetikçilikleri… üzerinde duruyor.
Bir bakıma bilmediği bir toplumun tanımadığı insanlarını konu edinip anlatıyor. Bu kümeye giren öykülerin kişileri birbirlerine çok benziyorlar. Benzerlik onları biçimleyen ve var olmaya çalıştıkları koşulların özdeşliğinden ileri geliyor. Kişi çiziminde birörnekleştirme söz konusu değil. Yaşam koşullarının sonucu olan birörnekleşmeyi yansıtıyor. Bu koşullar onların bireyselliklerini kurma ve geliştirme olanaklarını yok ediyor. Kitaba adını veren öykünün kadın kahramanı şöyle betimlenir:
“Onun için şimdi radyo, elektrik, sinema, transatlantık yoktu… Şimendifer, tayyare, tramvay, havagazı, kalorifer, apartıman, asansör, ve… Papuç yoktu.. Yoktu yoktu… Köpeoğluköpek dünya kökünden yok olmuştu onun için ve belki hepsi derlenip toplanıp kırmızı bir paskalya yumurtasının içine girmişti.” (s. 3).
İnsani etkinliği karnını doyurmakla sınırlanan bir insanın ufku “kırmızı bir paskalya yumurtası”nı aşıp ötelere açılamayacaktır. Sunduğu gerçekliğin bu çerçeveyi zorladığı durumlarda çarpıcı açılımlar yaptığı da gözden kaçmıyor. Sözgelimi Adnan Cemgil’e adadığı / ithaf ettiği “Roman” adlı öyküsünün kişilerinden otuzundaki işsiz Dayı son derece ilginç bir kişilik. Ayakta durabilmek için kendine meşgale üretir:
“Ekseriya istasyona gider, oturur, gelip geçen trenleri kaydederdi. Bu suretle koskoca bir grafik yapmıştı. Grafikte katar numaralarile saat ve dakikaları, katettikleri mesafeler, birbirlerile birleştiği noktalar, ekspres, posta ve marjandizlerin vagon adetleri, uğradıkları istasyonlar.. ilah.. ilah.. hepsi gösterilmişti. Bu grafiği odasının duvarına baştan astı ve yattığı yerden bir tren sesi işidince, günde belki elli altmış defa sıçrayarak, hangi trenin nereden geçtiğini hesaplardı.” (s. 64).
Yaptığını ciddiye alır, önemser:
“Bu icadını evde ablasına anlattı, çocukları çağırdı, onlara izahat verdi. Grafigi birkaç defa duvardan söktü, katladı, cebine koydu, ahbablarına gitti. Yere serip onlara bu icadın bütün inceliklerini gösterdi.” (s. 64-65).
Ardından bir başka girişimde bulunur:
“Bir gün de şehrin planını yapmağa başladı ve bir haftada bitirdi, onu da grafiğin yanına astı ve sokağa çıkarken cebine koydu, saatlerce dolaştı, sonra onu cebinden çıkardı, derhal şehrin hangi noktasında olduğunu tayin ediverdi!..” (s. 65).
Yargıyla başının derde girmesine yol açan “Bir Şişe Rakı ve Bir Kadın” adlı öyküsünün ayakkabı boyacılığı ile geçimini sağlayan “adam”a da dirimsellik kazandırmayı başarıyor Niyazi Remzi. Düşlerini dolduracak denli öne çıkan cinsel açlığını gidermek için genelev yolunu tutan adam “et pazarı”nda kesesine uygun bir “et” bulamayınca perişan bir durumda kaldığı yere geri döner:
“Kafasında hayali ve sinirlerinde, adalelerinde ‘isteme’nin cehennemi, boralar gibi ese ese eve döndüğü zaman ay, ardından çıktığı dağların tam karşısındaki dağlara yaslanmıştı.
– Bir beyaz tombul kadın!.. Hey!.. dinini … dünyası…” (s. 10).
Kişilerindeki benzerliğin farklı dinamiklerin ürünü ve o dinamikleri ortaya koyma isteğinin sonucu olduğunun da bir göstergesi bu!
“BİR YILDIZ AKTI”!
İlk kitabı Kaattan Dünya çıkar çıkmaz Nâzım Hikmet’in ilgisini çeken, coşkulu bir yazısına konu olan ve büyük umutlar beslemesine yolaçan, ancak vaat ettiklerini gerçekleştiremeden serüvenini noktalayan Niyazi Remzi’nin öykücülüğü böyle. Yokladığı kapıların çeşitliliği ve gözüpek denemeleri ile nasıl bir gelişim grafiği çizeceğini meraksatacaktır. Açlıkla boğuşan kişileriyle Ekmek Kavgası’nın Orhan Kemal’ini, “Roman” adlı öyküsündeki Dayı ile ilerleyen yıllarda Sait Faik’in üzerinde odaklanacağı “avare” tipin ön çizgilerini sunduğu göz önünde bulundurulduğunda merak katmerleşiyor!
Bir yanıyla Orhan Kemal’i, diğer yanıyla da Sait Faik’i muştulayan böyle bir öykücünün öykücülüğü sürdürmemesi gerçek anlamda bir yitik.
[1]Orhan Selim (Nâzım Hikmet), “İki Kitap”, Akşam, 29.9.1935; Nâzım Hikmet, Sanat, Edebiyat, Kültür, Dil (içinde), 3. B, İstanbul Nisan 1993, Adam Yayınları, s. 111.
[2]“Hangi eserlerimizi garp dillerine çevirmeliyiz?”, Yücel, C: II, S: 11, (İkinci Kânun / Ocak 1936), s. 179.
[3] Mehmet Ergün, “Nâzım Hikmet ve Genç Yetenekler”, Doğrultu, S: 7, (Ocak 1977), s. 21-28.
[4] Nazım Hikmet, Sanat, Edebiyat, Kültür, Dil, 4. B., İstanbul Kasım 1991, Adam Yayınları, s. 163.
[5]Nazım Hikmet, Kemal Tahir’e Mapusaneden Mektuplar, Ankara Ağustos 1968, Bilgi Yayınevi, s. 53.
[6] (İmzasız), “Geceleyin Sokaklar”, Resimli Ay, S: 3, (Mayıs 1929), s. 35 – 36.
[7] Kemal Sülker, Şair Nâzım Hikmet, İstanbul Ocak 1976, May Yayınları, s. 214.
[8] Küllük, S: 1, (Eylül 1940), s. 10.
[9]“cumhuriyetarsivi.com”.
[10] Tuna Baltacıoğlu, Yeni Adam Günleri, İstanbul Ekim 1998, YKY, s. 40.
[11]Abidin Nesimi, Nâzım Hikmet mi – Benerci mi, İstanbul Mayıs 1977, Yücel Yayınları, s. 21.
[12] (İmzasız), “Geceleyin Sokaklar”, Resimli Ay, S: 3, (Mayıs 1929), s. 35 – 36.
[13] A. Cevad (Anketi Yapan), Neler Hazırlıyorlar?, İstanbul 1936, Şirketi Mürettibiye Basımevi, s. 39 – 44.
[14] Memet Fuat, “Kitaplarını Nasıl İmzalamışlar”. Adam Sanat, S: 139, (Haziran 1997). S. 32.
[15]A. Cevad (Anketi Yapan), agy, s. 23 – 31.