yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

FARUK EREN: SAKİN PAZARLARDAN CUMARTESİLERE

Yıllardır her hafta kayıp evlatlarının fotoğraflarını taşıyarak “onlar nerede” diyen cumartesi annelerinin yanı sıra babalar, kardeşler, kızkardeşler sessiz çığlıklarına bir yanıt verilsin diye beklediler. O kardeşlerden biri 12 Eylül’ün ilk kayıplarından Hayrettin Eren’in kardeşi Faruk Eren acılı yıllara tanıklığını Bir Kayıp Devrimin Hikâyesi- Bir Zamanlar Hasköy’de kitabında anlatıyor. Bu kitap sadece bir kaybın hikâyesi değil. Hasköy gibi çok kültürlü bir işçi mahallesinin memlekette fay hatlarının derinleşmesine paralel olarak politikleşmesinin, sosyolojik tablosunun zaman içindeki değişmesinin izini sürüyor ve böyle bir tablo içinde resmettiği kayıp ağabeyini hem anılarında yaşatmaya devam ediyor hem de tekrar soruyor aslında: “Abim nerede?”

Aslında burada anlatılan sadece bir kuşağın değil herkesin, içinde kendisini bulabildiği bir memleket hikâyesi.

Biga’nın birbirine komşu Çerkes köylerinden büyük kente göç eden ailelerin aynı kuşağa mensup çocukları olduğumuz ve bir dönem aynı gazetede çalıştığımız, yolumuz sık sık kesiştiği için Faruk Eren’in kitabı benim için ayrıca özel.

Bu görüşme Hasköy’deki aile evinin yakınlarındaki Hasköy Spor Kulübü’nde yapıldı. Sonra Faruk’un kitabında anlattığı mahalleden üç arkadaşı da bize katıldı.

Faruk Eren Dünya, Milliyet, Akşam, Evrensel, Yeniyüzyıl, Radikal, Vatan ve Cumhuriyet’te çalışmış bir gazeteci. Hala DİSK Basın İş Genel Başkanlığı’nı sürdürüyor. Bu bakımdan bir yarayı sadece bir kardeş olarak değil bir gazeteci olarak da deşiyor.  

Ahmet Erhan’ın, sonradan Çağdaş Türkü grubunun da bestelediği bir şiiri var: Kenar Mahallede Bir Pazar Günü. Senin kitabın da bu şiirdeki gibi, insan ilişkilerinin sıcak ve naif olduğu bir gecekondu mahallesini anlatarak başlıyor. Bu mahalle, sakinlerinin elbirliğiyle kendine özgü bir mahremiyet ürettiği ama okura birçok şeyin tanıdık geldiği bir yer. Bu iki duyguya da kaynaklık eden Hasköy’ün panaromasını bir de burada çizsen?

Hasköy eski bir yerleşim yeri. Osmanlı İmparatorluğu döneminden, en eski yerleşim yerlerinden biri. Önce İspanya’dan gelen Yahudiler yerleşmiş. Bizim oturduğumuz bölge Yahudi nüfusun çok olduğu bir yerdi. Evimizin karşısında bir sinagog vardı. İlerideki Çıksalın, Ermeni bölgesiydi arada da Rumlar vardı. Biz de Çerkeziz. Burası örneğin Nurtepe ya da Örnektepe gibi sonradan oluşmuş bir semt değil. Dolayısıyla zamanla yerleşmiş, köklü bir mahalle kültürü var. Mahalleye sonradan gelenler de bu kültüre uyum sağladılar. Bölgede iki büyük tersane ve Cibali Tekel Fabrikası vardı. Şimdi bunlar yok. O zamanlar bu fabrikalarda çalışmaya gelenlerin de yerleştiği bir bölge Hasköy. 60’larda göçler başladığında gecekondulaşma da başladı. Benim annem babam da Cibali Tekel’de işçiydi. İşe Haliç’te çalışan vapurlarla gidip gelirlerdi. Cibali’den ayrıldıktan sonra da ev bir atölye haline geldi, evde çalışmaya başladılar. Fakat ben daha çocukken mahallenin o bütünlüklü yapısı bozulmaya başladı. 6/7 Eylül olayları olmuş, Kıbrıs olayları olmuş ve Yahudiler göç etmeye başlamışlardı.

Hasköy bir işçi mahallesiydi, çelişkili sınıf popülasyonu olmadığı için de kendine özgü kültürünü korudu. Sinop, İnebolu ve Sivas’tan epey göç alıyordu. Ancak hiçbir zaman hemşericilik yapılmadığını hatırlıyorum. Mesela hemşeri dernekleri yoktu o zaman. Semt yeni gelenleri emebiliyor, kendine entegre edebiliyordu. Dolayısıyla herkes iç içeydi. Bu iç içelik içinde kültürler harmanlaştı, katman katman birbiriyle buluştu.

Mahallede çok sayıda ahşap ev vardı. Zaman zaman yangın çıkar biri yandı mı yanındaki eve de bulaşır ve bunlar mahalleli için epey travmatik olurdu. Yangında boşalan yerler zamanla gecekondularla dolardı. Binaların şimdiki gibi nefes alamayacak kadar üst üste yığılmadığını söyleyebilirim. Bostanlarımız, oyun oynadığımız boş arsalar vardı o zamanlar.

Son zamanlarda çok kullanılan bir tabirle, hiç mi mahalle baskısı yoktu mesela?

Olumsuz anlamda hayır. Ama olumlu anlamda evet. İnsanları iyi davranmaya iten dayanışma kültürünü yaşatmak anlamında vardı böyle bir baskı. Birinin başı derde girdi mi herkes seferber olurdu. Mahallede komşu kavgası gürültüsü hatırlamıyorum açıkçası. Hasköylüler sonra hep birlikte politikleşip solculaştılar. Bu solcu mahalle, kendisine yönelen saldırı ve tehditleri de hep birlikte püskürttü.

Kitabın mimarisi de Hasköy’ün mimarisini andırıyor. Bol miktarda ara başlık kullanıyorsun ki bunun sadece gazetecilikle ilgili mesleki bir alışkanlık olmadığını düşünüyorum. Hafızadan parça parça çekilmiş anılar birbirine uyum sağlayabilecek biçimde yan yana getirilmiş ve ortaya işlevsel bir bina çıkmış. Mahallede bir gecekondu kuruyormuş gibi, malzeme zamanın derinliklerinden çekilip lazım olduğu yere yerleştirilmiş. Bu yazım sürecini anlatır mısın biraz?

Ben bu kitabı 15 yıl önce yazmaya başladım. Bütünlüklü bir planla değil parça parça anılar olarak yazdım. Ve bu kitabın taslaklarını üç kez kaybettim. İki kez bilgisayarım çöktü. Üçüncüsünü de kaybolduğunda zorlukla kurtarabildik…

Hasköy’de gecekondular da yıkılıp yıkılıp yeniden kurulmuş ya!

Evet. Ama kitabı bitirmeye azmettim. İşte bu konuda üzerimde mahalle baskısı olduğunu söyleyebilirim. Çünkü anıları yazarken arkadaşlarımla, annem ve ablamlarla konuşuyor, hatırladıklarımı test ediyordum. Bu bakımdan kolektif bir yanı var kitabın. Bir imece diyebilirim. Kitabı üç bölümde tasarlamıştım. Birinci bölümde Hasköy’ü anlatacaktım, ikinci bölümde Hasköy’ün siyasi dönüşümünü ve nihayet bununla ilişkili olarak abim Hayrettin Eren’in gözaltında kaybedilişini. Kabataslak böyleydi ama kronolojik bir sıralama yapmak mümkün değildi. Mesela müzikten bahsederken benim çocukluğum döneminde abim ve arkadaşlarının sevdiği, dinlediği müziklerden bahsediyorum. Sonra 80’lerde, dinlenen müzik değişiyor ve ben bu değişim sürecini yazarken tekrar geriye dönüyorum. Bir de şöyle şeyler oldu: Kitap bitti, yayınevine gitti. Bir gün ablamlarla çay bahçesinde sohbet ederken Erdal Eren’den bahsetmeye başladık. Bir ablam, Erdal idam edildiğinde babamın iki rekât namaz kıldığını söyledi, diğeri de onu onayladı. Bunu bana daha önce hiç söylememişlerdi. Denizler idam edildiğinde de aynı şey olmuştu. Radyodan haber yayınlandığında evde bütün aile ağlamıştı. Babam sonuçta Müslüman adam ve yapacağı ilk şey dua okumak, namaz kılmak oluyor. Böyle bazı şeyleri kitaba sonradan eklemek zorunda kaldım.

O zaman kitabın kurgusunu takip ederek mekândan zamana geçelim. 70’li yıllarda Hasköy politikleşmeye başlıyor. Memlekette de bir dizi fay hattı ortaya çıkıyor. Üstelik çatışmalı bir süreç bu. Faşistler-Devrimciler, Sünniler-Aleviler, Devrimcilerin devletle çelişkileri derinleşiyor ve bu Hasköy’de de karşılık buluyor. Senin çocukluk ve ergenlik dönemine denk geliyor bunlar. Sizleri nasıl etkiledi bu durum?

Hasköy hızla politikleşti. Abim mahallede gözde bir figürdü ve bizim de abimden dolayı safımız doğal olarak oluştu; devrimci olduk. Abim ve arkadaşları yazılamaya çıkardı ben de o zaman ilkokul öğrencisiyim. Arkadaşlarımla birlikte duvara tebeşirle: “Kahrolsun Faşizm!” gibi sloganlar yazardık. Çocuktuk ve solculuğun keyifli yanları ile ilgileniyorduk. Oyun gibiydi yani. Ama o zamanlar çocuklar için hayat daha güvenliydi. Yoksulduk, paramız yoktu ama tersanelerin arasından, kestirmelerden Beyoğlu’na çıkardık. Orada Sular İdaresi’nin önünde sokak kitapçıları olurdu, biriktirdiğimiz paralarla kitaplar alırdık. Ben posterler almayı severdim. Che Guevera, Ho Chi Minh ve Vietnamla ilgili posterler. Hatta oturup Che posterleri yapardık, benzetmeye çalışarak. Böyle büyüdük biz. Şimdi 16 yaşındaki kızım bakkala gitse endişeleniyorum. Ama bizim kuşağın çocukluğu oldukça güvenli geçmiştir.

Sen çocuktun ama abin de genç bir insandı. Hasköy’lüler o zamanlar ne izler, ne dinler ne seyrederdi?

Sinemalar hayatımızda çok yer tutuyordu. Hasköy’de bir kışlık üç yazlık sinema vardı. Ailece sinemalara gidilirdi. Tepebaşı’ndaki gazinolar Çarşamba günleri halk günleri düzenlerdi mesela. Annemler komşularıyla Hamiyet Yüceses falan dinlemeye giderdi oraya. Şimdi hiçbir işçi ailesi bunları yapabilecek durumda değil. Tiyatrolara gidilirdi mesela. Gençler için de hızlı bir uyanış dönemiydi ve bu doğrultuda kültürel zenginlik de oluşmuştu. Gençler evlerde toplanır plak dinler dans eder, aynı zamanda tartışırlardı. Gençliğin en az politikleşmiş kısmı Orhan Gencebay, politikleşmiş olanlar da başka şeyler dinlerdi. Abimden hatırladığım Demis Roussos ve Suzi Quatro dinlediğiydi. Bir de flüt ve gitar çalardı. Pikabın yerini teyp almaya başladığında İhsani, Mahzuni, Ali Asker, Ruhi Su, Rahmi Saltuk dinlemeye başladık. Ve tabii marşlar bizim için hayatiydi. Avusturya İşçi Marşını, Enternasyonali söylerdik. Bazı marşları orijinal dilinden ezberledik mesela; Bandiera Rossa’yı İtalyanca söylüyorduk.

Ve mahallenin mekânları da değişiyor. Kahvehaneler artık başka türlü bir sosyalleşme mekânı haline geliyor. Mekânın devrimcileşmesinin önemli örneklerini de anlatıyorsun?

Sol yükselişe geçtikçe saldırılara da maruz kalmaya başladı. Mekânlarımız sürekli tehdit altındaydı. Bayrampaşa’da solcu işçilerin takıldığı bir kahvehanenin tarandığını hatırlıyorum. Kahvehaneler zamanla ayrıştı, bazıları sadece devrimcilerin gittiği mekânlardı. Oralarda buluşulur, tartışmalar orada yapılır, orada haberleşilir, kitap okunur, bildiriye oradan çıkılırdı. Saldırılara karşı kahvehanelerimizi korumaya çalışıyor, önlerinde nöbet tutuyorduk. Beni en çok etkileyen olay, arkadaşlarım Kubilay ile Enver’in kahvehane önünde öldürülmesi oldu. Bunun tanığıyım. Kahvehanenin önünde nöbetteydiler ve taramaya gelenler bunu başaramasalar da o iki arkadaşımı orada öldürdüler. Bir de o kahvehane bir işçi kahvesiydi. Sonuçta babalarımız orada oturuyorlardı. Benim için ağır bir yıkımdır.

16 Mart, 77 1 Mayıs, Maraş ve Çorum katliamları bir kuşağın ardı ardına yaşadığı veya tanık olduğu siyasi olaylar. Kendi tanıklığını anlatır mısın?

1 Mayıs 77’de oradaydım ama katliam olmadan alandan çıkmıştım. Esas abimler katliam sırasında oradaydılar. Ben oradayken ağabeyimi görememiştim. Düşün bir mitinge katılıyorsun ve gözünün önünde 30’dan fazla insan ölüyor. Korkunç bir şey. Beni sarsan bir de Maraş Katliamı’ydı. Uzakta bir şehirde Aleviler öldürülmüş. Okmeydanı bizim komşu semt orası bir Alevi bölgesi en yakın arkadaşlarımız Aleviler. Ama biz kim Alevi, kim Sünni bilmezdik. Bizim Çerkez olduğumuzu da arkadaşlarım bilmezdi. Avusturya İşçi Marşı’nın sözlerinde vardır ya “Anamız amele sınıfıdır, yurdumuz bütün cihandır bizim/ dil farkı bilmeyiz/ din farkı bilmeyiz, ”; bu bakış açısıyla yaşıyorduk sonuçta. Alevi arkadaşlarımızdaki dehşeti gördük bu olaydan sonra. Hemen sıkıyönetim ilan edildi. Ben lise öğrencisiydim o sırada. Lise öğrencileri okulları işgal etti, sıkıyönetime rağmen. Dolayısıyla sıkıyönetimin ilk tutukluları da lise öğrencileri oldu. Arkasından Çorum ve sonra Sivas; Madımak değil ama 70’lerde olan katliam. Bunlar çok sarsıcı idi. Ama tuhaftır biz çok gençtik ve ölümden korkmuyorduk. Nâzım der ya “En değersiz şeyi canıdır insanın 18 yaşında.” Galiba o kadar genç olduğumuzdan aklımıza ölüm gelmiyordu. Oysa ölümler o kadar çoğalmıştı.

16 Mart Katliamı’nda cenazeler taşınırken oradaydım. Kortejin bir ucu İstanbul Üniversitesi’ndeyken diğeri Sirkeci’deydi.  Üniversitenin orada Dev-Genç kortejini sordum, bana dediler ki onlar Sirkeci’de sen bizimle yürü. Sloganlara baktım bizimkilere benziyordu. Biraz sonra kortejden ayrılıp aralardan Sirkeci’ye kadar gittim.  Abimler öndeydi. Bana niye buradasın diye sormadı mesela abim: “Paran var mı, eve dönebilecek misin?” diye sordu sadece.

Bülent Uluer’i hatırlıyorum, yüksek bir yerde konuşuyordu. Ne dediğini duyamadım ama sonradan sordum: “mesaj alınmıştır gereken gerektiği gibi yapılacaktır” gibi kısa bir konuşmaymış aslında.

Ondan sonra da çok cenaze törenine katıldık. Özellikle lise yıllarında haftada bir cenaze kaldırıyorduk. Lise 1’e başladığım gün bizim Pertevniyal Lisesi’nden İGD’li Aytekin Taş faşistler tarafından öldürüldü. Daha ilk günden okulu boykot ettik. Giderek cenazeler bir eylem biçimi haline gelmeye başlamıştı. Numan Kaygusuz öldürüldüğünde de Yıldız Teknik Üniversitesi’ne 2000 liseli, slogan ata ata yürümüştük. Böyle bir dönemdi. Korkmuyorduk ama bu cinayetler bizde bir travma yarattı ister istemez.

Sonra 12 Eylül. Abinin kaybedildiği cunta dönemi geliyor. Bunca baskı ve şiddetin sebebi neydi sence?

Sol hareket büyük bir güce erişmişti. Nüfusun 40 milyon kadarı köylerde yaşıyor, şehirlerdeki işçi sınıfı şimdiye göre az ama sendikalaşma oranı bugüne göre çok daha fazla. İşçi sınıfı bugünle kıyaslarsak daha güçlü. Büyük bir politizasyon ortamı var. Mesela Devrimci Yol diye bir dergi çıkıyordu. Devrimci Yol’un bir sayısı üç yüz bin mi ne satmış. Veya Gırgır, pekâlâ solcu bir mizah dergisiydi ve dünyanın en çok satan üçüncü mizah dergisiydi. Ekonomik ve siyasi yapı dahil birçok şeyi değiştirmek istediler. Bunun için de solu ve işçi sınıfını susturma yoluna gittiler. 12 Eylülde 1 milyon kişi gözaltına alındı ve işkenceden geçirildi. O zamanki nüfusa göre her 40 kişiden biri gözaltına alındı bu ülkede. Hareketin önde gelen kişileri katledildi ya da ağır işkence gördü. Hâlâ o izlerle yaşıyorlar. Evet, abimi öldürdüler ve cesedini vermediler, ne yaptılar bilmiyoruz. Burada kimsesizler mezarlığı var, belki de oraya gömdüler, yani muhtemelen. Ben şubedeyken de Mustafa Hayrullahoğlu’nu öldürmüşlerdi, TKP’li. O da kayıptı. Ondan sonra onun için yurtdışında bayağı bir kampanya düzenlendi, Avrupa’dan baskı yapıldı. Burada kimsesizler mezarlığına gömdük diye açıkladılar, sonra mezarı açtılar, aileye verdiler.

12 Eylül’ün ilk kayıbı Cemil Kırbayır’dı. Abimden sonra Nurettin Yedigöl, Süleyman Can, Maksut Tepeli ve diğerleri. İnsanlar kaybedilmeye başlandı ama bu yanıltıcı olmasın, çok sayıda insan kaybedilmedi. Bir politika haline dönüştürmedi devlet onu. Yani, herhalde 12 Eylül boyunca kaybedilen insan sayısı 20 civarındadır. Ama esas felaket, tırnak içinde demokrasiye geçtikten sonrasıdır, yani 1990’lar. Yüzlerce insan kaybedildi. O zaman hakikaten bir devlet politikası haline geldi.

Abin gözaltından bir türlü geri gelmiyor. Sonra ne oldu?

Tabii biz abim kaybedildiğinde kayıp ne bilmiyorduk aslında. Arjantin’de, Şili’de kayıplar var falan ama onun ne anlama geldiğini bilmiyordum daha.  Sonra anladık. Bir de dönem 12 Eylül dönemi, yani hareket edilemiyor. Ben aranıyorum, İkbal aranıyor. Hani ailenin eli kolu da bağlı. Ama ben tutuklanınca bu anlamda bir rahatlama oldu. Herhalde annem Türkiye’de kayıplara karşı ilk mücadeleyi başlatan kadındır. Her yere gitti; Ankara’ya gitti, her gittiği yerde Evren’i takip etti. Babam, dilekçeler verdi; Milli Güvenlik Konseyi’ne, Adalet Bakanlığı’na, İçişleri Bakanlığı’na. Buldukları her platformda abimi sormaya başladılar ve cevaplar da verildi yani. Mesela Milli Güvenlik Konseyi’nin cevabı var, bu kitabı kirleteceğini düşündüğüm için ben koymadım kitaba. Milli Güvenlik Konseyi’nden, o dönemin İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Haydar Saltık’tan cevaplar geldi; “Hayrettin Eren aranıyor, gözaltına almadık“ diye. Biz içerideyken annemler bayağı bir çaba gösterdiler. Annem tabii, içerideki oğlu, yani benim için de çabalıyordu. Çünkü içeride de büyük baskı vardı, direnişler vardı. İşte tek tipe karşı, ne bileyim başka baskılara karşı açlık grevleri yapıyorduk ve o sırada iki kere gözaltına alındı annem. Diğer tutuklu aileleri ile birlikte. Onlar aslında insan hakları savunucusuydu. Zaten bir süre sonra o mücadele eş zamanlı olarak, TAYAD ve İnsan Hakları Derneği’ni yarattı. Annem İHD’nin kurucularından ama TAYAD’a da giderdi.

Sonra ben cezaevinden çıkınca, İHD’de çalışmaya başladım insan hakları aktivisti olarak. 90’lı yıllar felaketti. Tam olarak kaç kişinin kaybedildiğini bile bilemiyoruz ve bunlar hakikaten devlet politikası haline gelmişti. 12 Eylül’de kaybedilmeler muhtemelen şundandı; çok ağır işkenceler yaptılar ve o cesetleri ailelere veremeyeceklerini biliyorlardı. Yani çıplak gözle bile görülecek işkence izleri vardı. Mesela Nurettin Yedigöl’e neler yaptıklarını biliyorum ben, ki anlatmayayım hani. Öyle bir ceset aileye verilemezdi. O yüzden belki bir yerlere gömdüler. Ama 80’lerin sonunda özellikle Kürt meselesinden dolayı bir devlet politikası haline geldi faili meçhuller. Sokak ortalarında kurşunluyorlardı ama kaybetmelere de başladılar. Bu tabii sadece Kürt illerinde değil. Hasan Ocak, Rıdvan Karakoç, Kenan Bilgin, Hüseyin Toraman ve İstanbul’da peş peşe insanlar kaybedilmeye başlandı. İşte İzmir’de Neslihan Uslu. İnsanları tekneyle açığa gönderip havaya uçuruyorlar falan, böyle saçma, iğrenç yöntemler uygulandı. Hasan Ocak’ın kaybedilmesi bir dönüm noktasıydı; ailesi ve arkadaşları büyük bir mücadele verdiler, Hasan’ı sağ verin diye. Nihayet cesedi bulundu Hasan’ın. İşte o zaman Cumartesi Anneleri’nin eylemleri başladı. Büyük baskı gördük ama sonuçta kabullenildi. Biz mesela cumartesileri otururken hâlâ gözaltında kayıplar sürüyordu.

Annen, abinin gözaltına alınırken kullandığı aracı emniyetin önünde görüyor. Ama ona gözaltında değil diyorlar. Yani bir kanıtı bile ortadan kaldırmaya gerek duymayacak kadar pervasızlık… 

Çok pervasızlar ve hiç umursamadılar. Mesela karakoldaki gözaltı defterinde abimin adı var, bir daha gittiğimizde o sayfa yırtılmış. Yani defteri bile değiştirmiyorlar. Sayfayı yırtıp atıyorlar o kadar.

Senin de politik uğraşların yüzünden cezaevi tecrüben oldu. Üç sene kaldın içeride. Daha sonra  gazetecilik yapmaya başladın. Bugün bir gazeteci gözüyle o günlere baksan ne görürsün. Bugünlerin habercisi olarak görebiliyor musun o zamanlar yaşananları? 

Mesela bugünkü halimle o zamanda olsaydım; militan olarak değil de bir gazeteci olarak olsaydım, çok güzel haberler yapardım diye düşünüyorum. Yani hayat daha sadeydi, bugünkü kadar karmaşık değildi ama çok fazla da haber vardı bana göre. Emine Abla’nın intiharı mesela, bu bir trajedi. Ama biraz da sosyolojisi var bunun vesaire. Hasköy’de fabrikalarda bir hayat vardı. Mesela şimdi oturduğumuz caddenin üzerinde, biraz daha ilerde lokantalar vardı. Hani işçilerin öğlen paydosunda yemek yedikleri. Mesela bir lokantayı hiç unutamıyorum. Sabit menüsü vardı; ıspanak, kuru fasulye, pilav ve sütlaç. Ben çocukken o lokantaya giderdim. Bardakları falan toplardım masadan. Yardım ediyordum. Onun karşılığında bana bir tane sütlaç veriyorlardı. Sütlaç karşılığında yapıyordum yani. Mesela o lokantayı yazmak isterdim, oradaki havayı. Ondan sonra mesela böyle bir formika masa var, kurşun kalemle onun üzerinde hesaplardı, sonra silerdi eliyle falan. Orası aşınmıştı. Böyle hep hayran hayran bakardım oraya. Renkli bir yerdi burası.

 Bence anılarını öyle bir perspektifle yazmışsın zaten. Bir gazeteci gözüyle. 

Evet, yapmaya çalıştım, Hasköy’ün sosyolojisini de anlatayım dedim. Yazılacak daha çok şey var, yani demin karşılaştığımız abiler. Onların yaşadıklarının bir kısmını yazdım bir kısmı ise yazılamayacak kadar ağır şeyler. Uğur’un gördüğü işkenceleri kitapta bir paragrafla geçtim ama İkbal ablam Uğur’u ziyaret ettiğinde ağlayarak geldi. Ki 12 Eylül öncesiydi daha. Uğur yürüyemiyor, arkadaşları onu sırtında ziyarete getiriyordu. Aydın Engin de o zaman cezaevindeydi sonra bir gün Uğur’u yazdı Tırmık’ta, köşesinde. Ayakları parçalanmış, her gün ayaklarına pansuman yapıyorlar diye. Uğur’un elleri tutmuyor, kolları tutmuyordu. Onca yoğun işkenceye rağmen konuşmamıştı. Uğur‘la geçenlerde kahvede sohbet ediyorduk Erdal Eren’den laf açıldı. “Yahu çocuğa bak” dedi, “helal olsun. 18 yaşında nasıl gitti darağacına hani, hiçbir pişmanlık göstermeden. Son derece cesurca gitti” dedi.  Öyle deyince ben gülümsedim, çünkü Uğur da bunları yaşadığında 18 yaşındaydı.

Nuray Sancar
diğer yazıları