Yönetmen Christopher Nolan’ın son filmi Oppenheimer henüz gösterime girmeden reklamı en çok yapılan filmlerinden biri oldu. En iyi filmi olup olmadığı tartışmalı, fakat en çok tanıtılan filmi olduğu kesin. Zira filmin gösteriminin Greta Gerwig’ün Barbie filmiyle denk gelmesi ve Google aramalarında bile her yeri pembeye boyayan bu filmle birlikte “Barbienheimer” olarak anılması da bu tanıtımın etkisini artırdı. Hatta iki filmin fanlarının koyduğu bu isim t-shirtlere basılıp piyasaya sürüldü bile! Ki Barbie’nin pembe ve “vasat feminizminin” kadınlara yüzlerce reklam ürünüyle birlikte paket olarak sunulduğunu da kayda geçelim.
Filmlerin bu kadar yan yana anılıp kendilerinin de ticari bir meta olmasının dışında yeni metalar üretir hale gelmesi şüphesiz ki üstüne düşünülmesi gereken bir konu. Elbette yeni bir şey yok ama sanatın bu kadar metalaştırılması ya da üretim ilişkileri içerisindeki yabancılaşmış hali hem yadırganacak hem de üretimin doğalında şaşılmayacak da bir konu aslında. Isabelle Garo’nun “Bir Sanat Kuramcısı Olarak Marx?” (e-skop, Çev. Uraz Aydın) adlı yazısında Marx’ın sanata yaklaşımını tartıştığı şu satırlarda olduğu gibi:
Sanatçılar üretimin kapitalist örgütlenmesine dâhil olsalar da, onun neden olduğu insani tahribat karşısında sahip oldukları göreli koruma nedeniyle bu devrimci perspektifin ne önde gelen aktörleri ne de başlıca taşıyıcısıdırlar. (…) Sanatsal emek, tüm diğer emek türleri gibi üretimin bütününün örgütlenmesine bağımlıdır. Bu açıdan herhangi bir ayrıcalığa sahip değildir. Fakat aynı zamanda, Marx sanatçıyı bir istisna olarak görmekten de geri kalmaz: Yaratım gücünü geliştiren nadir insanlardan biridir.
Bu tanıtım bombardımanı altında sanat eserinin dolaşımı ve kapitalist sisteme dâhil oluşuna değinmek bir nevi kaçınılmaz. Zira sanatçıyı kapitalist örgütlenmenin dışında tutmayan bu durum bilim insanı için de geçerli. Robert Oppenheimer’ın da tam olarak böyle bir yere denk geldiğini söylemek abes değil. Her ne kadar Oppenheimer’ın hikâyesi “etik ve bilim” arasında bir yerdeymiş gibi görünse de savaşların hâlâ devam ettiği günümüzde salt etik kavrama sıkıştırılamayacak kadar ekonomik ve vatanseverlik olmayacak kadar emperyal ilişkilerle hemhal olduğu da bir gerçek.
GRETEL’İN MİNİK EKMEK PARÇALARI
Bu uzun girizgâhın ardından başta ortaya attığım savın filme değen noktalarını tartışmaya çalışacağım.
Nolan bu defa Inception, Momento, Tenet, Interstellar gibi bilimin büyüsüne kapılan fikirleri bir kenara bırakıp hayata değen tarafına bakmış diyebiliriz. Keşif arzusu veya deha üretimi de diyebileceğimiz bunca bilginin gerçek hayattaki karşılıkları ve sonuçlarına bakmak olarak da tanımlanabilir bu durum. Bir biyografiyi ele alan Nolan’ın bu hikâyeyi neden anlattığı da önemli bir nokta. Zira Robert Oppenheimer gibi “Atom Bombasının Mucidi” olarak anılan bir bilim insanını ele almasının, bu bombanın Hiroşima ile Nagazaki gibi sonuçları ortadayken zorlayıcı yanları var. Ama bir başka zorlayıcı yan da Robert Oppenheimer’ın kendisi. Ama tüm karmaşıklığa rağmen Nolan gibi seyircisine adeta sudoku çözüdürmeyi seven bir yönetmen için bu zorluklar ve Oppenheimer bulunmaz bir cevher. Christopher Nolan’ın, ABD’de iade-i itibarının yarım asırdan fazla bir zamandan sonra yapılması ve savaşın en korkunç sonuçlarına yol açan çalışmasıyla etik tartışmasının orta yerine oturan bu bilim insanına yaklaşımı elbette önemli. Tarafsız diyebilir miyiz? Kanımca hayır. Nolan da Oppenheimer’a bir iade-i itibarda bulunuyor bence, ama bunu çok da göze sokarak yapmıyor. Satır aralarında veriyor, bize tüm süreci onun tarafından izletiyor, hatta kendisinin Oppenheimer’ı anladığı taraftan demek daha doğru olur. İlk bakışta tarafsız bir anlatı gibi görünse de düz bir belgesel olması beklenmeyecek bir mesafede aynı zamanda. Oppenheimer’ın büyük bir günah işlediğinin farkında ama bunda bilim için affedilecek yanlar buluyor kendince. Seyirciye de bu affediciliği karmaşık tarih anlatısı içerisinde, bir nevi Gretel gibi ekmek parçaları koyarak bulduruyor.
KOMÜNİST FİŞLEMEDEN MANHATTAN PROJESİNE…
Netlik kazanması açısından Robert Oppenheimer’ın hikâyesinden bahsetmek lazım. Oppenheimer, nükleer ve teorik fizik alanında yüksek derecede deha olarak gösterilen, II. Dünya Savaşı döneminde ABD hükümetine ait Los Alamos Laboratuvarı’nın, sonrasında ise ilk nükleer silahları geliştiren gizli Manhattan Projesi’nin başkanlığını yapan bir bilim insanı. Yahudi olan Oppenheimer’ın savaşa ve elbette Hitler faşizmine karşı bir duruşu var. Dahası üniversite hocalığı döneminde hatta ABD’nin komünist avı sırasında FBI tarafından fişlenmiş, İspanya İç Savaşı’ndaki komünistlere ekonomik destek vermiş, kardeşi, birçok arkadaşı ve hatta sevdiği kadın da (Jean Tatlock) Komünist Parti üyesi olan biri. Fakat bu kadar komünist ile çevriliyken Oppenheimer’ın partiye üye olmaktan kaçındığını -her ne kadar üniversitelerde sendikalaşmak ya da komünistlere maddi yardım gibi faaliyetleri olduysa da- belirtmek gerek. Manhattan Projesi’nin “başarıya” ulaşmasından sonraysa ABD tarafından güvenlik soruşturması yeniden askıya alınan ve Sovyetler Birliği ajanı olmakla suçlanan Oppenheimer’ın Amerika için kahramandan haine dönüşen bir hikâyesi olduğunu söylemek mümkün.
DEHA, KAHRAMAN, HAİN…
Peki, Nolan için Oppenheimer bir hain mi, bir kahraman mıydı? Yoksa sadece bilimsel bilginin peşinde koşan bir deha mı? Nolan bu filmde, tarihçi Kai Bird ve Martin J. Sherwin’in American Prometheus adlı biyografisini temel alıyor. Ateşi Amerikalılara ulaştıran bir kahraman da denebilir. Kitabı okumadığım için bu ismin ironik olup olmadığı hakkında bir bilgim yok. Fakat Oppenheimer’ın Japon halkı için Prometheus değil, cehennem ateşini üstlerine yağdıran Hades olduğunu söyleyebilirim. Filmi tam da bu ikilik üzerinden ele almak niyetinde olduğumu belirtmek zorundayım. Zira bu ikilik tam da Isabelle Garo’nun başlarken andığım alıntısına denk düşen yanlar barındırıyor.
Öncelikle Nolan’ın Robert Oppenheimer’ı nasıl ele aldığını inceleyecek olursak: Nolan, onun sorunlu yıllarının doruk noktasına ulaştığı zamandan başlıyor Oppenheimer’ı anlatmaya. Teorik fizikçi olan Oppenheimer’ın laboratuvar “başarısızlığı” ve bunu yüzüne vuracak hocasını siyanürlü elma ile öldürmek istemesiyle açılıyor film. Bana kalırsa Nolan filmin ta en başından kendisi için Oppenheimer’ı çekici kılan şeyi açık ediyor: Delilik ve dahilik arasında dalgalanan ruh hali! Filmin bilim etiğinden ziyade dramatik yapısını ve hatta ana omurgasını Oppenheimer’ın bu nevrotik geçişleri oluşturuyor. Nolan’ı tıpkı bir arı gibi çiçeğin özüne çeken, tam da bu son derece kaygan zemindeki dehanın ruh hali. Haliyle film bir şekilde tarihin akışı üzerindeki oynayışlarıyla kurgusunu da nevrotikleştiriyor. Nolan’ı bilenler bu lineer olmayan anlatım tarzına aşina. Zira bu teknik, hikâyeyi düz olmaktan çıkaran bir çaba olarak görülse de Nolan’ın niyeti ana omurgaya koyduğu bu kaygan ruh halini, filmin anlatımına da geçirmek ve izleyiciye delilik ile dahilik arasında gidip gelen birini izlediğini hatırlatmak. O yüzden bana kalırsa Oppenheimer dışında kalan birçok karakter mizansen, yani arka plan, ana karakteri destekleyecek ve onu görünür kılacak figüranlar. Her ne kadar Edward Teller rolündeki Benny Safdie, Lewis Strauss rolündeki Robert Downey Jr., Leslie Groves rolündeki Matt Damon ya da Jean Tatlock rolündeki Florence Pugh veya Katherine Oppenheimer rolündeki Emily Blunt’ın öne çıkan oyunculukları olsa da Oppenheimer tüm bu anlatı ve Cillian Murphy’nin oyunculuğu sayesinde daha kalın çizgileri olan ve daha belirgin bir hal alıyor
“ŞİMDİ BEN ÖLÜM OLDUM, DÜNYALARIN YOK EDİCİSİ”
Yine aynı sorunun peşine düşecek olursak; Nolan, Oppenheimer’ı neden anlatıyor? Oppenheimer’ın hasmı Lewis Strauss’ın çabasıyla yargılanması da aslında filmin ana cevabına giden yolu çiziyor. Anlatının başından sonuna kadar her ara karesine sızan bu “yargısız” mahkeme Nolan’ın da Oppenheimer’ı sorguladığı alanlardan. Zira Oppenheimer gerçekte de filmde de Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombaları sonrası pişman oluyor. Ama filmde de dediği gibi hemen değil, Amerika’nın elindeki tüm silahları kullanacağını anladığında.
BBC Türkçe’de Ben Platts-Mills tarafından hazırlanan yazıda Manhattan Projesi ve bu pişmanlık, vicdan azabı sürecine dair ilginç detaylar var. Yazıdan alıntılayarak devam edersek:
“1960’larda yapılan röportajlarda Oppenheimer, patlamadan sonraki anlarda Hindu kutsal kitabı Bhagavad Gita’dan bir dizenin aklına geldiğini söylemişti: “Şimdi ben ölüm oldum, dünyaların yok edicisi.” Sonraki günlerde arkadaşları, “olacakları bildiği için” onun giderek durgunlaştığını ve depresif göründüğünü anlatıyordu. Bir sabah Japonların başına geleceklere istinaden “Şu zavallı insanlar” ifadesini kullanmıştı. Ama bir süre sonra askeri meslektaşlarıyla yaptığı bir toplantıda, bunları unutmuş, bombanın atılacağı uygun koşulların sağlanmasının önemine odaklanmıştı: “Tabii ki yağmurda ya da siste atmamalılar… Çok yüksekte patlatmasın, yoksa hedef pek hasar almaz.”
Denemeden kısa bir süre sonra Hiroşima’nın “başarıyla” bombalandığını meslektaşlarına duyurduğunda, bir izleyici Oppenheimer’ın “zafer kazanmış bir boksör gibi ellerini başının üzerinde kavuşturup havaya kaldırdığını” fark etmiş, alkışlar yükselmişti.
Filmde, Oppenheimer’ın meslektaşlarını projeye ikna etme sürecinde “bunun nasıl kullanılacağı bizi ilgilendirmez” diyerek bir ikna süreci yürüttüğü veriliyor elbette. Bu konuda zorunlu olarak tarafsız Nolan. Hatta Lewis Strauss’ın ona “başarılı bir manipülatör” demesini de bu anlamda izlerken yadsımadığımı eklemek isterim.
“OPPENHEİMER’IN SORUNU, KENDİSİNİ SEVMEYEN BİR ŞEYİ, ABD HÜKÜMETİNİ SEVMESİDİR”
Öte yandan Nolan’ı cezbetmesinde Oppenheimer’ın ilginç karakteri de etkili. Örneğin Komünist Parti ile olan ilişkisi bağlamında. Filmde de partiye “hiç üye olmadı” vurgusu son derece belirgin. Yine Ben Platts-Mills yazısında ilginç bir detay daha yer alıyor komünizmle olan ilişkisine dair:
Bird ve Sherwin’e göre Oppenheimer, adının bu projenin lideri olarak geçtiğini duyunca hazırlıklara başladı. O sırada bir arkadaşına “Bütün komünist bağlantılarımı kesiyorum. Bunu yapmazsam, hükümet beni kullanmakta zorlanacak. Ulusa olan yararlılığımı hiçbir şeyin engellemesine izin vermek istemiyorum” demişti.
Einstein daha sonra şöyle diyecekti: “Oppenheimer’ın sorunu, kendisini sevmeyen bir şeyi, ABD hükümetini sevmesidir.”
Oppenheimer projeye dâhil olmasından eleştirmeye başlamasına, oradan yargılanmasına kadar tüm bunları “vatanseverlik” olarak tanımlıyor. İkinci Dünya Savaşı’ndaki Hitler faşizmine karşı bu projeye başlaması fakat proje devam ederken Almanya’nın yenilmesi ve hedefin Japonya’ya dönmesi Oppenheimer’ı vatanperverliğinden alıkoymuyor. Çünkü durdurulması gereken bir savaş vardır. Ve o ünlü “savaşta her şey mübahtır” lafı devreye girer. Ülke olarak bizlerin aşina olduğu başka bir cümle ile de açıklamak gerekirse “Cehennemin kapılarını kapatmak” gerek ama Oppenheimer aksine o kapıyı açan oluyor… Bir yerden sonra bilim ve etik tartışmasında ibrenin burada neyi gösterdiği daha da netameli bir hal alıyor. Oppenheimer ne yaptığını bilmeyen, nevrotik bir deha değil, yaptıklarının sonuçlarıyla yüzleştiğinde farkındalığı artan biri belki de. Ama Nolan’ın ilgilendiği şey pek bu değil. Bazı keskin konularda eleştirel mesafesini korusa da başta da dediğim gibi onu çeken şey Oppenheimer’ın gelgitli ruh hali veya onun fiziğe olan tutkusu.
MİYAZAKİ’NİN JİROSU…
Bu tutku anlatımı Hayao Miyazaki’nin Kaze Tachinu/Rüzgâr Yükseliyor anime filmini hatırlattı kaçınılmaz olarak. Kaçınılmaz diyorum çünkü Rüzgâr Yükseliyor ve Oppemheimer filmleri arasında önemli bir bağ var. Miyazaki, Rüzgâr Yükseliyor’da Pearl Harbor’u bombalayan ve İkinci Dünya Savaşı’nda Japonların kullandığı Mitsubishi A6M Zero avcı uçaklarının tasarımcısı Jiro Horikoshi’nin hayatını anlatıyor. Miyazaki, Nolan’a kıyasla savaşı filme daha az yansıtıyor. Jiro çocukluktan beri pilot olmak istiyor fakat miyopluk yüzünden uçak mühendisi oluyor. Miyazaki’nin filmografisinde uçmak neredeyse başrollerden biri. O yüzden Miyazaki’yi Jiro’ya çekenin ne olduğunu anlamakta zorluk yaşamak imkânsız. Fakat öte yandan Miyazaki de kimi anlattığının farkında. Tutkusuna yenilmiş bir adamın hikâyesi bu aynı zamanda, o yüzdendir ki Thomas Mann’ın Büyülü Dağ’daki başkarakteri olan Hamburglu genç gemi mühendisi Hans Castorp da filme sızıyor. (Mann’ın Doktor Faustus’ta da Faust mitiyle Almanya’nın ikinci dünya savaşını özdeşleştirdiğini not düşelim) Castorp, elinde Chesterfield sigarasıyla bir kafede Jiro ile oturduğunda ona “Japonya unuttuğu için mahvolacak, tıpkı Almanya gibi” diyor. Miyazaki, Jiro’nun günahını korkulu rüyalarına sızarak ve Castorp ile yüzüne vuruyor ama onun tutkusuna hayran olmaktan da vazgeçemiyor. Rüzgâr karşısında Miyazaki de yalpalıyor… Belki Nolan da filmde kendisinin bu dehaya olan hayranlığını Oppenheimer’ın eşi Katherine Oppenheimer’ın sözleriyle hicvediyor: “Günah işleyip sonra seni affetmemizi bekleyemezsin…”
ÜÇ CİLTLİK “O KİTAP”…
Bitirirken başa dönüp kendi ekmek kırıntılarımı toplamaya başlayabilirim. Isabelle Garo’nun alıntısını bilim insanları üzerine uyarlayarak başlayalım:
Bilim insanları üretimin kapitalist örgütlenmesine dâhil olsalar da, onun neden olduğu insani tahribat karşısında sahip oldukları göreli koruma nedeniyle bu devrimci perspektifin ne önde gelen aktörleri ne de başlıca taşıyıcısıdırlar. (…) Bilimsel emek, tüm diğer emek türleri gibi üretimin bütününün örgütlenmesine bağımlıdır. Bu açıdan herhangi bir ayrıcalığa sahip değildir.
Oppenheimer’ın meselesinin salt etikle sınırlı olmadığını yazmıştım Garo’nun alıntısından hemen sonra. Zira Amerikan emperyalizminin ne Oppenheimer’ın vatanperverliği ile ne de bilimin herkes için ortaya koyduğu “etiği” ile alakası var. Oppenheimer âşık olduğu komünist sevgilisi Tatlock’a “Kapitalin 3 cildini de okudum fakat kendimi tek bir teoriyle niye sınırlayayım” gibi bir cümle kuruyor. Şüphesiz ki Oppenheimer iyi bir teorisyen fakat bilimsel çalışmaların sonuçlarının salt vatanseverlik olmadığını ve o 3 ciltte anlatılanlarla ilişkili olduğunu umarım meseleye eleştirel yaklaştığı o dönemde anlamıştır. Zira kapısını açtığı o cehennem, karşılıksız sevdiği ABD’nin öncülüğünde NATO, silah ticareti ve savaşlar olarak dünyayı yakmaya devam ediyor. Filmin sonunda Oppenheimer’ın Albert Einstein’a söylediği sözlerle geleceği tahmin ettiği belli oluyor; ama bugün bilimin, Marx’ın işaret ettiği sistemle yani kapitalizmle ilişkisi onu tüm diğer emek türleri gibi üretimin bütününün örgütlenmesine bağımlı kılıyor, insanlığa değil.