yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

Ormanların Gümbürtüsü

“If we had a keen vision and feeling

of all ordinary human life, it would

be like hearing the grass grow and

the squirrel’s heartbeat, and we

should die of that roar which lies on

the other side of silence.”[1]

Marian Evan’ın (mahlasıyla, George Eliot) Middlemarch’ında geçen bu cümleyle, insan-sonrası kuramıyla bilinen feminist filozof Rosi Braidotti’nin “Writing as a Nomadic Subject” (Göçebe Özne Olarak Yazmak) adlı makalesinde karşılaşmıştım. Spinoza, Deleuze ve Braidotti kesişiminde, yeni materyalist ve minör felsefeg bağlamında ses ve müzik üzerine okumalar yaparken böylesi bir cümleyle rastlaşmak elbette çok etkileyici oldu. Buradan yola çıkarak hazırlayacağım bir sempozyum sunumuna çalışırken başka bir etkili karşılaşma daha yaşadım. Eliot’ın sözünü ettiği roar ve onun Türkçe karşılıkları üzerine kafa yorduğum sırada kükreme, gümbürtü, gürleme, uğultu gibi farklı seslilik ve sessizlik derecelerini çağrıştıran ama bu belli mesele içinde aynı şeyin anlamlarını oluşturan sözcükler arasından “gümbürtü”nün ayrı bir yeri olduğunu fark ettim. Türkçe’de şiirlerde çeşitli biçimlerde adı geçen ormanın gümbürtüsü aklıma geldi. Bunu ilk olarak Karadır Kaşların türküsünden hatırlıyordum, sonrasında da Metin Altıok’un ve Ahmet Güntan’ın şiirlerinde bulmuştum. Altıok’un “Ormanların Gümbürtüsünden” isimli ve daha sonra bestelenmiş de olan şiirinde şair, seslendiği kişiye “yıllardır dinmeyen ormanların gümbürtüsünden” yaptığı yüzükten bahsediyor son mısralarda. Güntan’ın “Ormanların Gümbürtüsü” adlı şiirinde ise ormanların gümbürtüsünün ne ifade ettiğine ve hangi deneyimleri beraberinde getirdiğine dair oldukça derinlikli bir paylaşıma dahil oluyoruz. Ormanların gümbürtüsüne geniş anlamıyla bir ses diyeceksek, bu sesin anlatıcının ormanda duyduğu ve ardından unuttuğu bir ses olduğunu ve bu sesin kaybının anlatıcıyı kayıtsız ve amaçsız hale getirdiğini okuyoruz. Aslında şiirde, sevgiliyi unutmaya çalışarak geçen süreçten bahsedilirken, ormanların gümbürtüsüne odaklandığımda belli bir sesin varlığının, onun kaybının, onun yerine geçen/geçemeyen gürültüler ve sessizliklerin birlikteliğinde modern toplumda ve kentte yaşayan bir bireyin benliğine ilişkin önemli ayrıntılar buldum. 

Artık hiçbir şeye karşı değilmiş gibi kayıtsızım 

Yolculuğun sonunda ormanda duyduğum sesi öldürdüm 

Amacım yoktu sesi öldürürken, ses öldüğü için de hâlâ amaçsız sayılırım 

Ormana karşı değilmiş gibi kayıtsızdım 

Ormandan çıkınca şehrin ışıkları ve ışıkların suda işaret ettiği anlamların adı olan dünya ile karşılaştım 

Dünyaya karşı da kayıtsızım

 (…) 

Kayıtsızım, korkarak ormanların başıma vuran gürültüsünden

Ormanda duyulan sesin yitimi ve hatta öldürülüşünün ardından yaşanılan dünyayla ve kentle karşılaşma anında hem bir beliriş hem de bir kayboluş meydana geliyor. Şehrin ışıklarının ve onların işaret ettiği anlamların adı olan dünyanın belirmesiyle toplumsallığın, kolektif kent yaşamının, dilin, değerlerin ve elbette düzenin, normların da belirdiğini düşünmek çok mümkün. Bunu, doğum ve büyümeyle, toplumsallığa ve medeniyete geçişle/ katılmayla ilişkili her tür anlatıdan hatırlamak da çok mümkün. Bununla beraber, belki daha da ilgimi çeken kısım, bunun tek zamanlı bir aşama olmaktansa defalarca yaşanan bir süreklilik halini alan yaşamanın kendisi oluşu; bitmeyen sosyalizasyon ile akan yaşam. Şiirde anlatılan ve belki de birine böyle bir şiiri yazdıran deneyimleri oluşturan şeylerin bütününde bir de süreksizlikler mevcut olmalı: yani, “normalde” hissedilmeyecek kadar hayata yayılan bir sürekliliği bölen her süreksizlik anında yaşanan kırılma ile birtakım hislerin oluşması veya yüzeye çıkması durumu. Öyleyse, ormanların gümbürtüsü ne zaman duyuldu ve ne zaman kaybedildi? Bunun zamansal ve mekânsal bir açıklaması, başlangıcı ve kopuş noktası olabilir mi? Ormanların gümbürtüsü, yeniden ziyaret edilebilecek, geri çağırılabilecek veya hatırlanabilecek bir ses mi? Yoksa onun yitiminden sonra kalan sessizlik, bir yok oluşun izi olarak kalan tek varlık mıdır? Öyleyse, buna bir yok oluş mu hayatta kalış mı demeli? Kalan iz, eskiyi canlı tutmaya yeter mi; dahası, bu gerekli mi?

Soruların cevabı şiirdeki anlatıcının benliğinde ve toplumsallığında da aranabilir, hepimizin gündelik yaşantısında da, tarihte de, geçmişin söylenceleri ve geleceğin distopyalarında da. Belki çok daha fazla yerde ve aslında her yerde. Bana kalırsa, bunlar hâlihazırda temel varoluşsal ve sosyolojik sorular. Bu yazıda paylaşmak istediğim ise, soruların yanı sıra, başlangıçta bahsettiğim keşfin bende yarattığı etkiyi sese ve müziğe özgü genel bir nitelik olarak sunmak. Sesin ve müziğin zaman-mekân oluşturucu, deneyimi dolayımlayan, türlü türlü duygulanımları ve duyguları ortaya çıkarıcı, iz bırakıcı, böylece geçmiş-gelecek, yaşanmış-yaşanmamış, unutulmuş-hatırlanan, kaybedilen-özlenen gibi tezat görünümlü halleri birleştiren özelliğinden söz ediyorum. Ormanların gümbürtüsünde bu özelliklerin mevcudiyetiyle birlikte özel bir durum daha var: ses, sessizlik, gürültü gibi farklı duyumsamalara işaret eden şeylerin birlikteliği ve yine onların ayrımları. Eliot’a dönerek soruyorum; kükreme veya gümbürtü olarak tarif edilen bir ses ile sincabın kalp atışı ve çimenin büyüme sesi arasında nasıl bir ilişki kurulabilir? Bunları bir cümlede buluşturan deneyim veya hayal gücü ne olabilir? Soru değilse bile cevabın tanıdık olduğunu düşünüyorum. Evet, hem bir süreklilik ve süreksizlikler meselesi bu, hem de bir anda kendini gösterebilen oldukça sıradan ama beklenmedik bir duyumsama hali. Büyüyen şeyler, yayılan şeyler ve olan şeyler diye çerçeveleyerek, bu bağlantılı fakat ayrı seslerin duyulabilirlik ölçütlerinin ötesinde varlık gösterdiğini vurgulamak istiyorum. İnsan türünün duyusal limitleri neticesinde sessizlik diye ifade edilen başka bir sesler evreni olduğunu düşünebiliriz. Fakat bu seslerin varlığından duygusal açıdan bir o kadar da eminiz.

Şarkılara, şiirlere, metinlere yansıyan bu seslerin ve sessizliklerin izdüşümlerini takip edince buraya varmak mümkün değil mi? Eliot’ın belirttiği gibi farklı bir gözle bakınca, daha dikkatli ve keskin bir varoluş haline geçmeye çalışınca, sessizlikteki sesleri hatırlamaya ve hayal etmeye başlayınca son derece eski ve yepyeni bir sonik evren doğuyor demektir! Ses ve müzik de yine bu evreni çepeçevre saran ve onu taşıyan iki ana unsur olsa gerek. Dile dökülenin ötesinde ve berisinde kalan büyük bir potansiyele götüren iki ana unsur, duyulanın ve duyumsananın ardında da başka bir alanı açıyor. Başka bir sonik evren dediğim bu alana giriverince, dalınca, düşünce, kazara uğrayınca veya macera dolu bir yolculuğa çıkar gibi seyahat edince karşılaşılan en sessiz seslerin kükreme gibi duyulması, ormanın gümbürtüsü yükselen bir sessizlikken onun dışında uzanan dünyanın kayıtsızlaştırıcı bir gürültüye dönüşmesi, çimenlerin büyüyüşü kulakları sağır edici olabilirken ana yolların sesinin fon halini alabilmesi belki de bu yüzden. Eliot’ın sıradan insan yaşamına yönelttiğini imgelediği merceğin gösterdikleri ile insan-dışı dünyanın duyularla algılanamaz seviyelerini bir benzerlik içerisinde kullanması da bu nedenle etkileyici; çünkü bu bir metafordan ibaret değil. Mercek sahiden de çok şey gösteriyor ve başka bir sonik evrene açılıyor. 


[1] Middlemarch adlı romanda geçen bu cümleyi şöyle çevirebilirim: “Sıradan insan yaşamına ilişkin keskin bir tasavvur ve hisse sahip olsaydık, bu, çimin büyüyüşünü ve sincabın kalp atışını duymak gibi olurdu; ve sessizliğin diğer yanında yer alan bu gümbürtüden ölebilirdik.” 

Bengi Çakmak
diğer yazıları