Pandora’nın kutusu açıldı. Ayasofya’nın müze vasfını yitirmesinin ardından Osmanlıca tartışmalarının yeniden gündeme geleceği belliydi ve öyle de oldu. Akademik ve akademi dışı dünyada Osmanlıcanın “yeniden eğitim dili olup olamayacağı” sorusu bir kez daha yüksek perdeden dillendirilmeye başlandı. Zaten bu yolda bazı hazırlıklar ve denemeler bir süredir yapılmaktaydı. Liselerde Osmanlıcanın seçmeli ders oluşunun yanı sıra, halk eğitim merkezlerinde, devlet yurtlarında, çeşitli vakıf, dernek vb. kuruluşlarda açılan Osmanlıca kursların sayısının giderek artması da bu eğilimin bir göstergesiydi. Hatta bazı gazete ve dergiler Osmanlıca ekler veya sayfalarla yayın yapma denemelerinde bulunmaktaydılar. Netice olarak toplumumuzda “Osmanlıcaya geri dönüşün” alt yapısını hazırlamaya çalışan faal kişi ve gruplar son dönemlerde bu isteklerini daha güçlü biçimde dile getirmeye başladı.
Öte yandan bilim çevrelerinin Osmanlıcanın tarihsel rolü, geçmişte ve bugün halk katmanlarına ne ifade ettiği veya günümüze taşınıp taşınamayacağı konusunda ciddi bir tartışma içinde oldukları söylenemez. Bugünkü durum daha ziyade benzer konularda olduğu gibi tartışmanın politik alanda yaratılmak istenen “saflaşmalara” hizmet eder boyuta taşınmasından ibarettir. Burada da karşımıza iki “uzlaşmaz” kanat çıkıyor: bir yanda Osmanlıcadan kopuşla birlikte “tarihimizi, kültürel değer ve mirasımızı bütünüyle yitirdiğimize” inananlar, diğer yanda Osmanlıcayı sadece “gericilikle” eş değer tutan çevreler. Her iki taraf da Osmanlıcayı artı ve eksileriyle tarihsel bir olgu olarak görmüyor, görmek istemiyor…
OSMANLICA MI, OSMANLI TÜRKÇESİ Mİ?
Geçmişte edebiyat ve tarih fakültelerinin ders programlarında genellikle “Osmanlıca” terimi kullanılırdı. Bugün ise gerek okullarda gerekse bazı özel kurslarda “Osmanlı Türkçesi” terimi tercih edilmekte. Osmanlı Türkçesi terimini kullanmayı tercih edenler, Osmanlıcanın başlı başına bir dil değil “Arapça harflerle yazılan Türkçe olduğunu” savunuyor.[1] Osmanlıca, “Arap harfleriyle yazılmış Türkçe” olarak lanse edildiğinde de “öğrenilmesi kolay bir dil” olarak algılanıyor. Bu algı kamu kuruluşlarında şahit olduğum “24 saatte Osmanlıca öğretiyoruz” benzeri sloganlarla destekleniyor. Elbette durum hiç de böyle değil. Osmanlıca insanın yıllarını vererek öğrenebileceği kompleks ve zorlu bir dil (Türkçe olup olmadığı da başka bir tartışma konusu). Bahsi geçen “hızlandırılmış” kurslar sadece “eski yazı” denilen Osmanlı/Arap alfabesini öğretiyorlar. Doğal olarak eski yazı öğrenmekle hiç kimse Osmanlıca öğrenmiş olmuyor. Başka bir deyişle Osmanlı yazısını öğrenen bir kişi “müselles-i mütesaviyü’l-adla, zaviyeleri birbirine müsavi müselles demektir.”[2] cümlesiyle karşılaştığında bu cümleyi doğru biçimde okumayı başarsa bile metinde ne anlatıldığını kavramış olmuyor. Böylece Osmanlıca kurslara katılıp sadece “farklı bir alfabede yazılmış Türkçe” öğreneceğini sanan kursiyerler bir süre sonra kurslar ilerledikçe zorlanmaya başlıyor.
“Benim Canım Öğretmenim” Ertuğrul,
Osmanlıca Aylık Çocuk Eki Sayı 21, 2017.
Öğretmenlerin belirttiğine göre gençleri Osmanlıcaya “ısındırmak” için kurs kitaplarında eski kelimeler yerine dil devrimi sonrasında Türkçeye yerleşmiş sözcükler kullanılıyor. Çalışma metinlerinin muallim/muallime yerine öğretmen (Resim 1), ilm-i riyâzi yerine matematik, müselles yerine üçgen, kesr-i âşârî yerine ondalık kesir gibi 1930’larda kullanılmaya başlanmış kelimelerle dolu olduğunu görüyoruz. Böylece kursiyer hiçbir Osmanlıca metinde karşısına çıkmayacak olan sayısız modern sözcüğün eski yazıyla yazılmış versiyonunu öğrenmiş oluyor ve kendini Osmanlıca öğrenmiş sanıyor. Burada ilginç olan nokta ise bir yandan dil devrimi eleştirilirken, öte yandan da Osmanlıca ders kitaplarının dil devrimi sonrası metinlere göre düzenlenmesi… Bilindiği üzere Osmanlıca eğitim kampanyaları “gençlerin atalarının mezar taşlarını okuyamadığı”, “tarihi/kültürel mirastan koptukları” gibi gerekçelerle başlatıldı ve bu söylemler de bazı çevrelerde büyük destek gördü. Ancak Osmanlıca eğitim veren resmî kurumların yayınlarına bakıldığında karşımıza tamamıyla anakronik ve hibrit metinlerin çıktığını söyleyebiliriz. Örneğin Gençlik ve Spor Bakanlığına bağlı Kredi ve Yurtlar Kurumu’nun yayımladığı Gençler Osmanlıca yarışıyor adlı kitapta “Sen de Emojileşenlerden misin?” (Resim 2) başlıklı bir yazıda şu cümlelere rastlıyoruz: “İnsanlığımız, sosyal medyada (سوسیال مدیا) görüp de üzüldüğümüz fotoğraflarda kaldı. Duygularımız emojileşti (اموژيلشدي) Günümüze ise sadece Sanal alemde (صانال عالمده) attığımız taziye tweetleri (تعزیه توییتلری) veya telefon mesajları (تلفن مساژلری) kaldı. İletişim kanallarını (ایلتیشیم کاناللرینی) açık hale getirmek boynumuzun borcudur.”[3]
“Sen de Emojileşenlerden misin”,
KYK Yurtları Osmanlıca Yarışıyor 2, s. 47.
Bu ilginç durumu elbette “atalarımızın mezar taşlarını okuyabilmekle” açıklamamız mümkün değil. Bu, Sümeroloji bölümü öğrencilerine çivi yazısıyla uçak, helikopter vb. yazmayı öğretmeye benziyor… Sonuçta günümüz dünyasına ait teknolojik sözcük ve kavramların eski yazıyla öğretilmesi, Osmanlıca kurslarının sadece kitabeleri, mezar taşlarını vb. çözümlemekle ilgilenmediklerini; bunun yanı sıra Osmanlıcanın tarihin belirli bir dönemine ait “ölü bir dil” değil, yaşayan, günümüze uyarlanabilecek, canlı bir dil olduğunu kanıtlama çabasında olduklarını da gösteriyor. Modern sözcüklerin bu şekilde kullanımı “Osmanlıcanın bir eğitim dili olarak tasarlandığı” iddialarıyla da örtüşüyor. Öte yandan bu kursların öğrencilere Osmanlıca değil, tarihsel olarak hiçbir zaman var olmamış “hibrit” bir dil öğrettikleri de ortadadır.
Bir diğer çarpıcı konu da “hız meselesi.” Osmanlıcayı, içinde yaşadığımız hız çağında “90 dakikada Nietzsche” benzeri kitaplar gibi kısa süreli programlarla öğretebileceğini savunanlara karşı, bu dilin öğretilmesinin ne kadar büyük emek istediğine dair ayrıntılara girmemiz okuyucuya büyük eziyet olur. Bu yazıyı fail, meful, tefil, ism-i müennes, ism-i müzekker vb. örneklerle dolduracak değiliz. Ancak “Osmanlıcanın kısa bir sürede öğrenebileceğini” iddia etmenin aslında onun gibi köklü bir edebiyat-kültür diline haksızlık olduğunu da söyleyelim. Bu konuyla ilgili olarak Ali Suavî’nin (1839-1878) “Osmanlıcanın tam manasıyla sökülmesinin insanın en az on beş senesini alacağını” yazdığını hatırlatabiliriz ki biz burada sadece Osmanlıca metinlerin okunup anlaşılmasından söz ettik. Bir de bu dilin kaligrafik nitelikteki alfabesinin yazımı meselesi var. Açık söylemek gerekirse Osmanlıcanın yazımı, okunmasından çok daha yoğun bir eğitim, sabır ve özel yetenek istemektedir. Nitekim Osmanlıcaya mükemmel derecede vakıf olan uzmanlar arasında dahi oldukça kötü ve okunaksız yazıları olanların sayısı hiç de az değildir.
OSMANLI GENÇLERİ VE HALKI OSMANLICAYI ANLIYOR MUYDU?
Yukarıda bütün bu çabaların “gençlerin atalarının dilini anlayamamaları” itirazı üzerine bina edildiğini gördük. Bunun sebebi olarak da Tek Parti dönemindeki alfabe ve dil devrimleri gösterilir. Örneğin Ahmed Cevdet Paşa’nın (1822-1895) meşhur Kıssas-ı Enbiya’sını günümüz alfabesine aktaran yayınevi kurulu kitabın sunuş yazısında şunları söylemiş: “İtiraf etmek icab eder ki, Kıssas-ı Enbiyâ’nın orijinal lisanı bugünkü (1994) nesillere eski gelmekte ve devrim-zede birçok ‘okur-yazarlar’ tarafından tamamiyle anlaşılamamaktadır. Kabahat güzel Türkçemizde değil, fakat onu berbat eden ‘uydurukçularda’ [Türk Dil Kurumu kastediliyor], aşırı sadeleştirme hastalarındadır…. Bir İngiliz çocuğu, dört asır önce ölmüş Shakespeare’in piyeslerini zevkle takip ediyor… fakat bizim nesiller bırakın dört asır önceki bir Türk yazarını elli yıl evvel yazılmış bir kitabı bile doğru dürüst anlamıyorlar. Anlamaktan geçtik bazılarını hiç okuyamıyorlar.”[4]
Shakespeare meselesi bizim tartışma konumuz olmadığı için sadece “günümüz İngilizlerinin Shakespeare anlayabildiği” iddiasının gerçeği yansıtmadığını belirtip[5] hemen konumuza dönelim. Osmanlıcanın, Osmanlı halkı tarafından da anlaşılmayan, elit bir saray (enderûn) dili olduğuna dair çok geniş bir külliyat bulunmasına rağmen her nedense onun halk diline olan uzaklığı meselesi sürekli görmezden gelinmektedir. Konuyla ilgili çok sayıda örnek verebiliriz ama bunlar içinde en eğlenceli olanlar Karagöz-Hacivat oyunlarıdır. Bilindiği üzere bu oyunlarda eğitimli, okumuş bireyi temsil eden Hacivat konuşmasını sürekli ağdalı bir Osmanlıcayla süsler, halkı temsil eden Karagöz ise onun ne demek istediğini anlayamaz ve ortaya bir güldürü durumu çıkardı. Ağalık oyunundaki bir sahneden örnek verirsek:
“Hacivat: İşte, Karagöz’üm, o Acem’in pederi İran’dan Tahran’a gelirken vefât etmiş.
Karagöz: Pazardan tarhana getirirken Vefa’ya mı gitmiş?
Hacivat: Bak habîse! Yani esnâ-yi râhta füc’eten mürd olmuş.
Karagöz: Ayvansaray’da bekçi Kürd’ü mü bulmuş?
Hacivat: Bak şu münasebetsize! Yani yolda pederi ölmüş.
Karagöz: Ulan, deminden beri böyle söylesene! E, sonra?
Hacivat: Sonra, bilâder, Tahran’a gitmiş, orada oturamamış.
Karagöz: Buraya mı gelmiş oturmak için?
Hacivat: Nihayet, “belki hüznümü izâleye muvaffak olurum” diyerek İstanbul’a gelmiş.
Karagöz: Hasan Ağa ile fıstıklı lokum yiyerek İstanbul’a mı gelmiş?
Hacivat: “Eğlenirim” diye İstanbul’a gelmiş.
Karagöz: E, sonra?
Hacivat: Sonrası, Karagöz’üm, eğer şimdi bu Acem’in kalb-i gamnâkini ferahnâk edecek olursan, sana birçok dînâr verecek.
Karagöz: Nasıl, nasıl? Eğer Acem’in karnabaharını kebap edersem bana enginar mı verecek?
Hacivat: Canım eğlendirecek olursan sana birçok lira verecek
Karagöz: Lira mı verecek? Aman ayağının altını öpeyim, Acem’i buraya yolla.”[6]
Karagöz anlatılanları saf olduğu veya kulakları duymadığı için anlamıyor değildir. Onun konuşulanları anlamamasının sebebi medrese/enderun eğitiminden geçmemesidir ( aynı cümle Türkçe söylendiğinde pekâlâ anlamaktadır). Nitekim Kanlı Nigar oyununda kendisine istakoz dedirtmeye çalışan Hacivat’ın sabrını sınayan Karagöz’ün Arap harflerini hiç duymamış olduğunu görürüz.
“Hacivat: Öyleyse, bilâder heceleyelim!
Karagöz: Nerede geceleyelim?
Hacivat: [Arapça harflerle hecelemeye başlar] Elif, sin, esa (kesre): is
Karagöz: Herif ile seyis
Hacivat: “Herif ile seyis” değil! Elif sin esa: is
Karagöz: Herif sin iki seyis (…)
Hacivat: Kaf ze ötür (zamme): koz, Ne oldu?
Karagöz: Beykoz!
Hacivat: Değil a canım! Kaf ze ötür: koz.
Karagöz: Kaf ze ötür: koz.
Hacivat: Ne oldu?
Karagöz: Terkoz.”[7]
Halkın Osmanlıca kelimeleri anlayamaması çağın mizahını besleyen en önemli güldürü konularından biriydi. Bu hususta en bilinen örneklerden biri de II. Abdülhamid’in yaveri ve tam bir halk adamı olan (okuma-yazması olmayan) Yedi Sekiz Hasan Paşa (1831-1905) hakkında anlatılan fıkralardır. Bu fıkralardan birinde Hasan Paşa bir gün karakoldayken levazım müdürü kışlık odun getirildiğini haber verecektir. Fakat kumandanına “odun geldi” demeye çekindiği için kibarlık olsun diye “Paşam, hatap geldi” der. Hasan Paşa da hatap’ı saygın bir kişi sanarak derhal toparlanıp hürmetkâr bir tavırla: “Söyleyin, içeri buyursun,” cevabını verir. [8]
Bu türden çok sayıda örnek verebiliriz. Aslında 19. yüzyıl ve erken 20. yüzyıl boyunca Osmanlı aydınlarının önemli bir bölümü bu dili sadeleştirmek ve halkın anlayabileceği bir şekle sokmak için hayli çaba sarf etmişlerdi. Bunun için sadece Ömer Seyfeddin’in (1884-1920) Genç Kalemler dergisinde başlattığı Yeni Lisan kampanyasını hatırlatmak sanırım yeterli olacaktır. Ömer Seyfeddin 1911’de “Eski Lisan” adını verdiği Osmanlıca hakkında şunları yazmaktaydı: “Eski Lisan nedir? Asla konuşulmayan Latince ve İbranice gibi yalnız kendisiyle meşgul olanların zevk ve idrakine taalluk eden bir şeydir… Bu lisanı kimse anlamaz… Ekseriyet (halkın çoğu) bu lisana bigâne kalır. Bu lisanda yazılmış kitaplar satılmaz. On milyonluk bir memlekette en büyük gazetenin tirajı otuz bini geçmez, en meşhur kitap ancak 1000 adet satılır. Eski Lisan yüzünden ‘Millî bir Edebiyat’ da gelişmemiştir. Peki, çözüm nedir? Dilde Arabi ve Farsî terkipleri (kuralları) aşama aşama terk etmek. Avamın (halkın) kullandığı lisana dönmek (tir).”[9]
Görüldüğü üzere Osmanlıcanın halk tabakalarınca anlaşılmayan elit bir dil oluşunun yarattığı sorunlar Osmanlı aydınlarının da temel gündemlerinden biriydi. Nitekim Osmanlıcanın “bir ayda” öğretebileceğini iddia eden uzmanlar da kurslarda Ömer Seyfeddin gibi dilde sadeleşme akımını temsil eden yazarların metinlerine başvurmak zorunda kalmaktadırlar. [10]
OSMANLICA NEDEN ZORDU?
Bu sorunun evrensel boyutta bir cevabı var. Bütün sınıflı toplumlarda saray erkanı ve din adamları ile halk tabakaları arasında derin bir dil ayrımı olduğunu görüyoruz. Örneğin antik Mısır’da soylular ve rahipler hiyeratik adlı bir yazı kullanırken, halk demotik denilen basit bir yazı dili kullanmaktaydı. Hindistan’da seçkin sınıflar Sanskrit dili kullanırken, halk Prakrit dilini konuşuyordu. Arap ülkelerinde halk lehçeleriyle fasih Arapça denilen saray ve medrese dili arasında uçurum vardı (ve halen de vardır). Selçuklularda halk Türkçe konuşurken, saray bürokrasisi Farsçayı kullanmıştı. Çin bürokrasisi de Batılıların Mandarin adını verdikleri yüksek bir dil kullanmaktaydı. Konfüçyus halkın hiç anlamadığı Yǎyán lehçesinde yazıyordu. Orta Çağ Avrupa’sında da durum farklı değildi. Tüm kıtanın bilim, din, hukuk ve edebiyat dili kimsenin artık konuşmadığı Latince idi. Avrupa’nın tüm sarayları da şu veya bu ölçüde halktan uzak diyalektler veya dillerin etkisi altındaydı. Örneğin İngiliz sarayında Fransızca konuşmak makbuldü. Rus sarayında ise Almanca… Aristokrasinin hâkim olduğu tüm çağlar ve coğrafyalarda yönetici sınıf ve zümreler daima halkın konuştuğundan farklı, “rafine” bir dil yaratmışlar ve kendilerini bu şekilde halk tabakalarından ayırmışlardı.
Başka bir deyişle Ahmed Cevdet Paşa’nın anlaşılamaması durumunun ne dil devrimiyle ne de aradan geçen zamanla bir ilgisi vardı. Bu tamamıyla, meşhur eseri Tarih-i Cevdet’in giriş kısmında tarih bilimini “İlm-i târih efrâd-ı nâsı vekâyi ve me’asîr-i mâziyeye ve vükelâ vü havâssı hafâyâ ve serâ’ir-i mukteziyyeye muttali’ idüp, nef’i âmme-i âleme â’id ve râci’ olduğundan âmme-i eşhâs mutâla’asına mecbûl ve beyne’l-havâss makbûl ve merg’ub bir fenn-i kesîrü’l-menâfi’dir”[11] şeklinde tarif etmeyi tercih eden Ahmed Cevdet Paşa’nın sınıfsal ve ideolojik konumundan kaynaklanmaktaydı. Nitekim 1895’te vefat etmiş Ahmed Cevdet Paşa’yı anlayamayan gençlerimizin dört yüzyıl önce yaşamış (Shakespeare’le hemen hemen çağdaş) olan Karacaoğlan’ın “Akça Kızlar göç eyledi yurdundan, koç yiğitler deli oldu derdinden, gün öğle sonu da belin ardından, saydım altı güzel indi pınara” mısralarını anlayabilmelerinin sebebi de budur. Hatta yedi asır önce yaşamış olan Yunus Emre’nin “Yüz bin cefa kılsan bana, senden yüzüm döndürmezem, canım dahi alır isen, senden yüzüm döndürmezem” mısralarını anlayabilmemiz de bundan dolayıdır. Buradaki mesele, metinlerin üzerinden geçen asırlardan ziyade onları yazan kişilerin kullandığı dilin yapısıdır.
Sonuç olarak Osmanlıca tartışmalarında, bilimsel kıstasların günlük politikaya malzeme yapılmadığı bir tavır takınılmalıdır. Osmanlıca, edebi ve kültürel değeri yüksek, rafine bir dildir ve büyük bir mirası temsil eder. Bu yönüyle bütün insanlığın ortak tarihi ve kültürel mirasının da bir parçasıdır. Ancak sonuçta Osmanlıca tarihin belli bir döneminin seçkin zümrelerine ait “tarihsel” bir dildir, ki bu dilin geçmişteki uzmanları, onu halk dilinden ayırmak için ciddi bir uğraş vermişlerdir. Klasik dönem Osmanlı aydını için halkın (avamın) kendisini anlayamaması bir kıvanç kaynağıydı. Özellikle Divani dilde anlam ne kadar kapalı, sözcükler ne kadar bilinmez, terkipler ne kadar kompleks olursa eserin o denli iyi olduğu kabul görmekteydi. Aynı şekilde Osmanlı yazısı da ne kadar süslü, taklit edilmesi ve okunması ne kadar zor olursa o kadar değerliydi. Netice olarak Osmanlıca gibi rafine bir dilin günümüz dünyasında kitlesel bir eğitim/kültür dili olabileceğini düşünmek yanıltıcıdır. Emoji, tweet gibi sözcükleri eski yazıyla yazmaya çalışmak Osmanlıcayı diriltmeyeceği gibi aslında bu büyük edebi dilin mirasına da zarar vermektedir.
[1] Ortaöğretim 10. Sınıf Osmanlı Türkçesi Ders Kitabı, MEB, 2018, s. 12-14.
[2] “Eşkenar üçgen, açıları birbirine eşit üçgen demektir.”
[3] KYK Yurtları Osmanlıca Yarışıyor 2, Osmanlıca Eğitim ve Kültür Dergisi, Basım Yılı Yok, Ankara, s. 46-47.
[4] Ahmed Cevdet Paşa, Kıssas-ı Enbiyâ Cilt II, Bedir Yayınları, İstanbul, 1994, s. 3.
[5] Shakespeare’in orijinal metinleri ile günümüz İngilizce arasında karşılaştırmalı bir okuma için şu internet sitesine bakılabilir: https://www.nosweatshakespeare.com/shakespeares-plays/shakespeare-original-texts/
[6] Cevdet Kudret, Karagöz Cilt I, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1968, s.111.
[7] Kudret, a.g.e. Cilt II, s. 311-312.
[8] Atıf Bumin, “Yedi Sekiz Hasan Paşa’ya Ait Fıkralar”, Türk Tarih Dünyası Mecmuası (1951), Sayı: 27, s. 1113.
[9] Genç Kalemler Cilt 2, Sayı 1, Mart 1327 (Nisan 1911), s. 1. derleyen: Nazım Hikmet Polat, Ömer Seyfettin, Bütün Nesirleri, TDK Yayınları, Ankara 2018, s. 209-210.
[10] https://www.sabah.com.tr/gundem/2014/12/09/osmanlica-zor-ve-karisik-degil
[11] Osmanlı Türkçesi Metinleri I, Anadolu Üniversitesi Yayınları, 2012, Eskişehir, s. 173. Günümüz Türkçesiyle: “Tarih ilmi, bireyleri geçmişteki olaylar ve gurur duyulacak işlerden ve ileri gelenler ile seçkin sınıfı gerekli sırlar ve gizemlerden haberdar ede, faydası bütün aleme ait ve bütün aleme yönelik olup her birey yaradılıştan incelemeye/araştırmaya meyilli olduğundan seçkin tabaka arasında kabul gören ve kendisine rağbet edilen çok faydalı bir bilimdir.”