yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

Öykü Orhan: ‘Paydos’ Bir İşçi, Bir Kadın, Bir Hayat Mücadelesi Hikâyesi

“Fotoğraf gerçektir. Sinema ise saniyede 24 defa gerçektir.” der yeni dalganın simge isimlerinden Jean-Luc Godard. Ancak yönetmenin objektifini çevirdiği saha sadece çıplak gerçeği değil, aynı zamanda onun bilincinin bir parçasını da yansıtır perdeye. Gerçek, çıplaklıktan arınıp üzerine bilinci büründüğünde ise artık aslolan sadece ışık, açı, dekor değil hikâyenin nasıl anlatıldığıdır. Ya da daha doğru bir ifadeyle kimin hikâyesinin anlatıldığı… 7. Sanatın büyük kuramcılarından Vertov günümüzden yüz yıl kadar önce kamerayı “gözün güçsüzlüğünün aşılması için bir araç” olarak tanımlayarak tarif etmişti bu hali. Bu tanımdan 100 yıl sonra bugün ise kameranın gözün önüne sis çeken sayısız yönetmenin elinde dolaştığına şahit oluyoruz. Piyasa dolaşımının içerisinde alınıp satılan bir metaya dönüşen her sanat eseri gibi sinema filmlerinin de karın bilinciyle gözü maskelemesi şaşırtmıyor. Aksine bu eğilimin karşısında, her şeye rağmen farklı bir tutum sergileyip farklı bir bilinçle on binlerce gerçeği perdeye yansıtan yönetmenlerin varlığının önemini her geçen gün daha da kuvvetli bir şekilde hatırlatıyor bizlere.

Bu ay dergimizin sayfalarına o yönetmenlerin belki de en gençlerinden birini, Öykü Orhan’ı konuk ediyoruz. Öykü henüz 23 yaşındayken, bütçesi neredeyse yok denecek kadar az olan her yönetmen gibi bin bir zorlukla tamamlamış ilk kısa metraj çalışması Paydos’u. Paydos kendisinin deyimiyle “Bir işçi, bir kadın, bir hayat mücadelesi hikâyesi.” Benim için ise filmin hakkını teslim ederek abartmadan eklemek gerekirse; güvencesizliğin ten parçalayan çarklarının, benzin kokusuyla dağılan anne hasretinin, paramparça ellerin ve cüretkar gözlerin kuvvetli imgelere, estetik ögelere dönüştüğü “bir işçi, bir kadın, bir hayat mücadelesi hikâyesi.”

Yine eklemem gerekir ki her filmin üretim süreci neredeyse eserin kendisi kadar heyecan verici bir hikâyeyi barındırır. Ve neredeyse eserin kendisi kadar öğreticidir çoğu zaman bu hikâye. Özellikle de eline kamera almayı bekleyen, geleceğin başkaca genç yönetmenleri için…  Bu vesileyle Öykü’yle olan sohbetimizde çerçeveyi biraz genişleterek set arkasını da konuştuk. Tüm sinefillere, geleceğin genç yönetmenlerine, röportaja gözü takılan takipçilerimize keyifli okumalar…

Film çekerken üretim sahasını mekan olarak kullanmayı gerektiren bir senaryonun veya kentli yoksulu hikâyenin merkezine yerleştirmenin hem teknik olarak hem de sektörde ki genel eğilim baz alındığında pek avantajlı bir hamle olduğu söylenemez. Pek çok dezavantajına rağmen neden bir işçi hikâyesi anlatmayı tercih ettin?

Ben senaryoyu kaleme alırken, hikâyeyi seçerken avantaj ve dezavantajları düşünerek hareket etmedim hiç. Revaçta olacak bir film yapma gayem de yoktu aslında. Paydos benim ilk filmimdi. Bundan dolayı karşıma çıkmış ve içselleştirdiğim gerçek bir hikâyeye yaslanmak istedim. Ben neyi dert ediniyorum diyerek harekete geçtim. Çünkü sinema aynı zamanda derdini anlatma aracıdır. Ve insan dert edindiği meseleyi en iyi anlatır. Paydos bir işçi, bir kadın, bir hayat mücadelesi hikâyesi. Bu hikâyeyle çok derin bir bağ kurunca vazgeçmek istemedim. Eğer bir film çekeceksem o muhakkak bu olmalı diye düşündüm. Bunu iyi anlatabilirim. Bunda başarılı olabilirim diye düşündüm.

Hikâyenin karşına çıktığını söyledin.  Senin bir gözlemine mi dayanıyor hikâye? Ya da yarı-otobiyografik bir film mi izliyor seyirci?

Bu gerçek bir hikâye aslında. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü araştırırken karşıma çıkan bir haber.  O haberde bir kadın, çelik tencere fabrikasında çalışıyordu. Ve çalışırken benzin, talaş ile haşır neşir olduğu için sürekli benzin kokuyordu. İdrarından bile benzin kokusu geldiğini söylüyor, çocuklarının kendi kokusunu yadırgadığından bahsediyordu. Bu çok etkilemişti beni. Bu koşullarda çalışan binlerce işçi var ülkemizde. Ben bu insanların sesini duyurmak istedim biraz da. Bu filmi sadece işçilerin değil, yoksulların, zenginlerin, orta direklerin, herkesin izlemesini istedim. Böyle hayatların olduğunu herkesin duymasını, seyircinin rahatsız olmasını, hikâyenin bir tokat gibi çarpmasını istedim.

Bir film çekme fikri haberi okumanla birlikte mi gelişti? Yani seni yönetmen koltuğuna oturmak için tetikleyen şey bu haber mi oldu? Yoksa başka projeler de var mıydı aklında?

Hayır. Ben haberi görünce çarpıldım. Okuduğum anda bunun beyaz perdeye çok yakışacağını düşündüm. Bu yüzden haber benim esas motivasyon kaynağım oldu. Öncesinde böyle bir düşüncem yoktu hiç. Ben işçilerin içinde bulunduğu koşulları araştırıp, bu hal üzerine kafa yoruyor, rahatsız oluyordum. Bu hikâye düşüncelerimi ifade edebilmek için bir araç oldu.

Peki filme gelen tepkiler nasıl? Düşüncelerini ifade etmekte başarılı olduğunu söyleyebilir miyiz?

Aslında gayet güzel. O yüzden mutluyum. İnsanlar ne anlatmak istediğimi anlamışlar. Bu bir yönetmen için, bir senarist için çok güzel bir duygu. Buna küçük bir örnek verebilirim; film İşçi Filmleri Festivali’nde gösterilmişti. Festival online olarak düzenlendiği için paylaşıldığı gönderinin altına izleyiciler yorum yapabiliyordu ve birisi şöyle bir yorum yazmıştı; “Filminiz bana annemi çağrıştırdı. O da türün fabrikasında çalışıyordu ve hep tütün kokardı.” Bu yorumu okurken senaryoyu yazdığım zamanlarda Alpay’ın Fabrika Kızı şarkısını mırıldandığım anlar geldi aklıma. Bu duygudaşlığı yakalamak gerçekten çok güzel. Bu hikâyenin birisinin hayatına temas ettiğini bilmek yani.

Koku gerçekten de bu hikâyede oldukça çarpıcı bir yerde duruyor. Ancak bahsettiğin haberin aksine filmde benzin kokusu annelikle özdeşleşiyor. Kız çocuğu artık annesinden benzin kokusu duyamadığı zaman bu halden rahatsız oluyor mesela.

Aslında çocukları ilk ilk başta annelerinin kokusunu sorguluyorlar. Diğer annelerden farklı koktuğunu anlıyorlar. Ancak zamanla o benzin kokusu kız çocuğu için artık anne kokusuna dönüşüyor. Düşünsene artık idrarından bile o koku geliyor. Koku senin bir parçan olmuş. Çocuklarda doğal olarak artık o kokuyu anne kokusu olarak biliyorlar. Diğer annelerle karşılaştıklarında zaman zaman yadırgıyorlar ama kendi annelerinin kokusundan da vazgeçemiyorlar. Ben burada duyu ve duygu arasındaki karşıtlığı biraz vurgulamak istedim. Yani bu karşıtlığın nasıl bir arada olduğunu. Rahatsız edici benzin kokusu anne şefkati ile imleniyor. Çocuklar hayatın tüm zorluklarına rağmen rahatsız edici bir kokuyu kendileri için en değerli hisle anarak hayata, sisteme karşı direniyorlar

Filmde bir imge olarak koku, duygu olarak şefkat, tema olarak annelik bariz kendisini hissettirirken isim niçin Paydos? Karakterimiz neye paydos veriyor ya da?

Filmde paydos verilmiyor aslında. Yani mutlak bir paydos yok. Kısa süreli paydoslardan bahsedebiliriz sadece. Bizim hayatımızda da öyle olur ya hani. Bir şeyler biter ve yeni bir şeyler başlar. Hayatta böyle bir döngü içerisindedir. Zeliha’nın hayatı da bu döngüden muaf değil. İşe gidiyor, paydos veriliyor, ama eve geldiğinde bir başka mesai başlıyor. Sadece fabrikada bir işçi değil evde de bir işçi aynı zamanda. İşten kovulduğunda ise uzun süreli bir paydos başlıyor. Özellikle işten kovulması filmin çözüldüğü noktalardan biri olduğu için Paydos ismini uygun gördüm

Böyle düşününce paydos etme fiili de en az koku, şefkat ve annelik kadar baskın aslında filmde. Ancak yine de koku üzerine konuşulacak birkaç şey daha var. Mesela Zeliha işten atıldıktan sonra o rahatsız olduğu benzin kokusundan kurtuluyor fakat devamında o kokuya ihtiyaç duyuyor, üzerinde hissetmek istiyor sanki. Bu kadar şikayet ettiği duyudan henüz sıyrılmışken bunu tekrar arzulaması neden?

Bu isteğin arkasında sevgi yatıyor. Çocuklarına duyduğu koşulsuz sevgi. Zeliha’yı güçlü kılan da bu sevgi. Filmin başında Zeliha klozeti silerken o kokuyu çıkarmaya çalıştığını görüyoruz. Sürekli banyo yaptığına şahit oluyoruz. İşten kovulduğunda o koku yavaş yavaş üzerinden kayboluyor ama bununla birlikte çocuklar da anne kokusunu kaybetmiş oluyor. Benzin kokmadığı zaman çocukları tarafından yadırgandığı için o rahatsız olduğu kokuya yeniden muhtaç kalıyor. Bir yandan da işten çıktığını belli etmemek için o kokunun duyulması da gerekiyor. Çocukların işten atıldığını öğrenmesi Zeliha için çok daha rahatsız edici.

Zeliha benzini sürerken vücuduna, fondaki sesin de verdiği etkiyle kendinden emin ve cüretkar bir ifadeyi gözlüyor izleyici. Sanki Bir muharebeye hazırlanıyor, savaş boyası sürüyormuş gibi dolaştırıyordu benzini suratında ana karakterimiz. Bu bakışların hedefinde, muharebe meydanın karşı tarafında kim ya da ne var?

O işte hayata karşı, sisteme karşı bir bakış. Hazırlandığı savaş yaşam savaşı. O benzini sürerek çocuklarına duyduğu sevgiyle, bu yaşama bu sevgiye direniyor. Bizlerde öyleyiz. Ayakta kalabilmek için, direnmek için birtakım sebepler buluyoruz. Orada da o güçlü duruşu görüyoruz işte.

Biraz da senaryonun dışına çıkarak filmin üretim sürecini, set arkasındaki hikâyeyi konuşalım istiyorum. 23 yaşında genç bir yönetmen olarak ciddiye alınacak başarılar gösterdin ilk filminle. Clermont-Ferrand Uluslararası Kısa Film Festivali başta olmak üzere pek çok festivalde yarıştı Paydos. En son SİYAD’ın yılın en iyi kısa film seçkisinde kendisine yer buldu. Senaryoyu bitirdikten hemen sonra başlayan ve festivallere kadar uzanan süreç nasıl işledi? Böyle bir projede sorumluluk hiyerarşisini en tepesinde durmak nasıl hissettirdi mesela? Birçok kişi başlayabilse bile ürkekçe atılan ve pek çok defa tökezlenen bir yürüyüş oluyor çekim süreci.

Bende de öyle oldu aslında. Bu sorumluluğu üstlendikten sonra çok korkuyordum. Geceleri uyuyamıyordum. Psikolojim bozulmuş durumdaydı. “Ben bu işin altından nasıl kalkacağım?” sorusu sürekli aklımdaydı. Ama bütün bir süreç sonunda aslında korkmamam gerektiğine dair çok büyük bir deneyime dönüştü. Bir şekilde her şey rayına oturdu. Eğer çok istenirse ne istediğin çok iyi bilinirse bir şeyler güzel bir yola giriyor diye düşünüyorum. Şunu da belirteyim ama kısa filmler biraz dostlukla çekiliyor. Benim ekibim çok yetenekli ve anlayışlıydı. Yani sinemada kolektif bir iş olduğu için ekip çok önemli. Benim yardımcı yönetmenlerim bana çok destek oldular. Özellikle Ferhat ve Pelda. Dedim ya insan sahiplenmesi lazım bu işi diye Yardımcı yönetmenlerim işte öyleydi. Ferhat bu işte en çok emeği olan kişilerin başında. Ekibi kurmadan çekim aşaması dahil filmin her yerinde emeği var. Bana en çok destek olan kişilerden biri. Pelda’yla ise Beylikdüzü’den Tuzla’ya kadar fabrika aramak için her gün gezdik. Bunu ben tek başıma yapamazdım. Kadın olarak yapmak daha da dezavantajlı ve biraz ürkütücü. Ama sinemada biraz cesaret isteyen bir şey. Pelda’yla birlikte “Bunu yapacağız.” dedik ve başladık. Korku sanki biraz kamçılamalı insanı ve kendini akışa bırakmakta daha cesaretli olunmalı diye düşünüyorum. Ve bu film sadece bana ait olan bir film değil. Filmde emeği geçen herkese ait Paydos.

Peki bütün teknik hazırlıklar tamamlanıp yönetmen koltuğuna oturduktan sonra ilk oyuncu yönetimin nasıl bir deneyimdi. Hem profesyonel oyuncularla hem de çocuklarla birlikte çalıştın daha ilk filminde. Her ikisinin de farklı dezavantajları var. Ama buna rağmen filmde oyunculuklar göz dolduruyor. Biraz set sürecinden bahseder misin?

Bende özellikle çocuk oyuncularla çalışmaktan çok korkuyordum ama bu projede çok şanslıydım. Çok iyi insanlarla karşılaştım ve birçok kişi bana yardımcı oldu. O kadar çok insanın emeği var ki bu filmde. Bence biraz da bu yüzden güzel bir proje çıktı ortaya. Ben çocukları çok seviyorum. Onlarla iletişim kurmayı da çok seviyorum ve arada güzel bir enerji yakaladığımı düşünüyorum. Çocuklarla kardeşinle nasıl iletişim kuruyorsan öyle ürkütmeden iletişim kurmak lazım. Ona duyduğun ilgiyi, sevgiyi belirttiğinde zaten karşılığını alıyorsun bence. Çocuk oyuncularla çok prova yapma şansım olmadı açıkçası. Cahit ve Azra filmde olduğu gibi gerçek hayatta da kardeşler. Bu da bizim için bir avantaj oldu açıkçası. Cahit çok çalıştırdı mesela kardeşini. Kendisi öncesinde birçok kısa filmde de oynamıştı ve hepsinde epey başarılıydı. Bence güzel bir kariyeri olacak. Azra da çok başarılıydı ve sette hepimiz çok şaşırdık Azra’nın bu kadar rahat, doğal ve başarılı olmasına. Mesela mutfak sahnesinde Azra’nın bakışları beni inanılmaz duygulandırdı. Bazı sahnelerde gözyaşımı tutamadım. “Anne kokun gitmiş.” dediğinde ve o sahne benim için tamam olduğunda gözyaşlarımı tutamadım. Benim için o an çok özeldi ve hiç unutmayacağım bir an olarak kalacak. Sinema gerçekten güzel bir şey.

Bir sahneye “Tamam. Oldu.” demek ve gönül rahatlığıyla diğer sahneye geçmekte epey güzel bir his olmalı. Bunu nasıl anlıyorsun? Yani senin için o sahneyi tamamlanmış kılan faktör ne oluyor?

Ben bir sahneyi izlediğimde o sahneyi yazarken ki hislerim canlanıyorsa eğer o zaman tamamdır benim için. Aslında çok emin konuşamıyorum ama bu filmde öyle oldu. Ancak o hissi yakaladığımda diğer sahneye geçebildim.

Çekimler ne kadar sürdü peki?

Üç gün içerisinde bütün çekimleri bitirdik. Ama filmin tamamlanma süreci çok daha uzundu. Sadece kurgu iki-üç ay sürdü. Tuvana ile gece gündüz çalıştık. Benim kafamı çok açtı. İlerde çok başarılı olacağını düşünüyorum onun da. Beni uyardığı ikna ettiği çok yer oldu. Ses tasarımı, renk vs kurgunun her aşamasını uzun uzun tartışarak, içimize sinerek yaptık. Onun öncesinde bir ay da ön hazırlık oldu. Yani mekan ve oyuncu bulma, sanat yönetmeniyle dekor ve atmosferi konuşma vb. Toplamda dört-beş ayı buldu filmi bitirmemiz.

Senaryoyu yazma sürecin nasıl ilerledi? Hikâyede karar kıldıktan sonra ara vermeden yazıp bitirdin mi mesela? Yoksa zaman zaman vazgeçtiğin, projeyi rafa kaldırdığın anlar oldu mu?

Ben bahsettiğim haberi üniversite ikinci sınıfta gördüm. O zaman hikâyesini yazdım hemen hızlıca. Bir öğretmenimiz bizden önemli bir gün seçip, araştırıp onunla ilgili senaryo yazmamızı istemişti. Ben bu hikâyeyi sunduğumda öğretmenim “Bundan kısa film olmaz.” Demişti. Bende orada rafa kaldırdım hikâyeyi. Ama iki yıl boyunca beynimde döndü dürdü bu proje. 4. Sınıfta hikâyeyi senaryoya dönüştürmeye ve Kültür Bakanlığı’na yollamaya karar verdim. Senaryosunu yazdım. Yazarken birçok arkadaşımdan fikir de aldım. Sonra Bakanlık’tan destek çıktı. O benim için çok büyük bir motive kaynağı oldu. Ve devamında dediğim süreç işledi.

Son olarak senaryoyu yazarken etkilendiğin bir referans film, roman var mıydı? Mesela Orhan Veli’nin bir şiiri ile başlıyor film.

Orhan Veli’nin Yokuş şiiri o. Referans diyebilir miyim bilmiyorum ama filmin bir sahnesini sadece o şiir için çekmek istedim. Ben bu şiirle senaryoyu yazarken karşılaştım hatta senaryoyla uğraştığımı bilen bir arkadaşım gönderdi bana. Bende şiiri görünce epey şaşırdım ve kullanmak istedim. Şiiri okur okumaz o kadraj canlanmıştı gözümde ve bir şekilde o dizeleri filme yedirmek istedim. O yüzden de filmin başına koydum Yokuş’u.  Ama referans filmlerim vardı tabii ki. Mesela Dardanne Kardeşler’in İki Gün Bir Gece’si karakterde, Muzaffer Hiçdurmaz’ın Çark’ı atmosferde, Erdal Kıral’ın Bereketli Topraklar Üzerinde filmi gerilimin odaklandığı husus bağlamında etkilendiğim filmlerdir. Son olarak Erdem Tepegöz’ün Zerre filmini de ekleyebilirim.

Yağız Gündoğdu Senem
diğer yazıları