Yazınımızın gerçekçilikle sınavı, gerçekçilik macerası içinde Bekir Yıldız’ın her zaman söyleyecek sözü olacaktır, öykünün gerçekçi çizgisinde açtığı olanakları sorgulamadan geçmemeli öykünün izinden gidecek olanlar. Bekir Yıldız gerçekçi öykü damarımızda Sabahattin Ali, Orhan Kemal ve diğer toplumcu öykücülerimizin ardından mutlaka okunması gereken önemli bir duraktır.
1970’li yılların ilk yarısına gidelim. Bugünden baktığımızda bize anlamsız gelecek bir tartışma sürüp gitmektedir o yıllarda. Güney Dergisi’nin Mart 1972 tarihli sayısında Bekir Yıldız oldukça keskin, kışkırtıcı bir karşılaştırma yapar: “Sabahattin Ali’nin hikâyeleri birer ekmekse, belki daha usta bir yazar olan Sait Faik’inkiler birer pastadır.”1 Bundan bir yıl önce, 1971’de Kaçakçı Şahan adlı kitabıyla Sait Faik Hikâye Armağanı’nı almıştır Bekir Yıldız. Bu armağana ilişkin Haziran 1971’de Halkın Dostları dergisinde kısa bir yazı yazacaktır: Sait Faik’in “küçük insan” sevgisinin onun eksik sınıf bilincine dayandığını, bireyselliğini toplumdan soyutlanmışta aradığını söyleyecek, ondaki burjuva çelişkisini olanca derinliğiyle ve içtenliğiyle yaşayan yazar tavrının kendisinden sonra gelen yazarlar tarafından devam ettirilmediğini, sığlaştırıldığını öne sürüp, hikâye çizgisinin tıkanıp kaldığını savlayacaktır. Toplumcu gerçekçiliğe yaslanan kendi öykü anlayışının da ipuçlarını verecektir aynı yazıda.2 Yansıma Dergisi 1973 Mart’ında yayımlanan 15. sayısında bir Sabahattin Ali dosyası yapar ve “Sabahattin Ali-Sait Faik” soruşturması açar.3 Yansıma Dergisi’ndeki soruşturmada ağırlıklı görüş bu tartışmanın gereksiz olduğu, her iki öykücünün de öykücülüğümüz için ayrı değer taşıdığıdır. Ama buna karşın, yanıtlayanlar arasında Bekir Yıldız gibi düşünen öykücüler de vardır. Karşılaştırma giderek artan biçimde gündeme gelmektedir.
Bekir Yıldız, aynı dönemde yaptığı bir konuşmada, Sabahattin Ali-Sait Faik karşılaştırması üzerine düşüncelerini yeniden gündeme taşıyınca tartışmalar iyice alevlenir. Sait Faik’in kişiliğine ve sanatına saldırdığı düşünülen Bekir Yıldız hakkında ağır yazılar yayımlanır. Bekir Yıldız, Sait Faik’i de, sanatını da yok saymadığını söyler. Sait Faik’in öyküyü demokratikleştirdiğini, “küçük insanı” küçümseyip yadsımadan edebiyatta şerefli bir yere taşıdığını, insancıl bakışın öykücülüğümüze kazançlar getirdiğini söyleyecektir. Ama gerçekçilik anlayışını, sınıfsal düşünmeyişini, o dönemin toplumsal ortamında somut insanı ıskalayışını, biçimci anlayışını eleştirecektir. Tam da bu noktada yetmişlerin sanatında toplumculuğun önemli olduğunu düşünmek gerekiyor. Bekir Yıldız’ın toplumcu gerçekçiliğin tavrını dillendirdiği gözden kaçmamalı. Aynı yazıda kendi edebiyat anlayışını da dile getirecektir Bekir Yıldız: “Türk hikâyeciliğinin onurlu bir gelişme göstermesi, gerek soyut biçimcilikten, gerekse kaba doğalcılıktan kurtulmakla mümkün olacaktır. Sorun, Türkiye insanını, Türkiye koşulları içinde yakalamak ve biçimin önemini ihmal etmeden anlatmaktır. Gerçek yaratıcılık budur: Yerli öz, toplumsal içerik ve yetkin biçimin kaynaştırılması. Sözü edilen bu gerçekçi hikâye çizgisi, biçimcilikle doğalcılık arasında bir orta yol değildir. Tavır olarak ikisinden de ayrıdır. (…) geleceğe açıktır.”4
Edebiyatımızın gerçekçilikle olan ilişkisinin hep kusurlu kaldığını düşünürüm. Gerçekçilik elbisesi bir türlü üzerimize oturmaz. Sanki geleneksel anlatımızla olan kan uyuşmazlığı ve yüz yıllarca yazılı kültürden çok uzak kalışımız gerçekçilikle sıkı bağlar kurmamızı geciktirecektir. Bekir Yıldız’ın edebiyata ilişkin düşüncesi, ne kadar başarabildiğimiz tartışılır olsa da, yanlış değildir elbette. Toplumcu gerçekçiliğin yürüdüğü kanalı derinleştiren Sabahattin Ali’nin, Orhan Kemal’in izini taşıyan edebiyatımızın güçlü damarında Bekir Yıldız’ın da önemli bir durak olduğunu söyleyebiliriz.
1933’te Urfa’da doğar Bekir Yıldız. Çocukluğunu geçirdiği Urfa, yazarlığının en ağırlıklı coğrafyasını oluşturacaktır. İstanbul Matbaacılık Okulu’nun Dizgi bölümünü bitirir. 1962 yılında Almanya’ya gider. Matbaa Makineleri Fabrikası’nda çalışır. Almanya’da yaşadıkları, tanık oldukları da yazarlığının bir başka coğrafyasıdır. Yurda döndüğü 1966 yılından sonra İstanbul’da Asya Matbaası’nı kurar. 1981 yılında matbaacılığı bırakır ve 1998 yılında ölene kadar tek uğraşı yazarlık olur.
İlk öyküsü 1951’de Tomurcuk adlı çocuk dergisinde yayımlanır. Almanya dönüşünde, 1966’da yayımladığı ilk kitabıysa Türkler Almanya’da adlı romanıdır. Roman Almanya’ya yapılan işçi göçünü ele alan ilk yapıt olsa da fazla önemsenmez. Bekir Yıldız 1968’de yayımlanacak olan Reşo Ağa adlı kitabıyla öykü ortamımızda dikkatleri üzerinde toplayan bir giriş yapar. Daha çok 50 Kuşağı öykücülüğünün baskın olduğu bir dönemde toplumcu gerçekçi tutumu öne çıkaran bir öykücünün ilk öykü kitabı olacaktır Reşo Ağa.
Daha ilk kitabıyla geniş bir okur kitlesine seslenir. Okuyucuyu çarpan, tedirgin eden, gerilimi yüksek olay örgüsü, pek de bilinmeyen bir coğrafyanın insanlarının anlatılması, o coğrafyaya çok uygun düşen sert, keskin dil Bekir Yıldız’ı öykücülüğümüzün gündemine taşıyacaktır. İlk kitap olmanın kusurlarını da içinde taşır Reşo Ağa. Olayların çok öne çıkması, betimlemelerin öykünün ritmini aksatması, öykü kişilerinin canlı, derinlikli çizilememesi söylenebilir. Kitaba adını veren “Reşo Ağa” öyküsü, çarpıcı olay örgüsüne, gerilimli kurgusuna karşın “aradan bir gün, bir hafta, derken bir aydan fazla zaman geçti” ya da “iki ayın bitmesine birkaç gün vardı”5 gibi aceleci çözümlerle zaman boşlukları, kopukluklar barındırır, yer yer inandırıcılığı zedeler. “Pala Hamo” adlı öyküde de aynı zaman kopukluklarını, olay örgüsündeki çatışmanın tam olarak odaklanamadığını, anlatımın ağırlıklı betimlemelerle aksak bırakıldığını görebiliriz.
İkinci öykü kitabı Kara Vagon hemen bir yıl sonra, 1969’da yayımlanacaktır. İlk kitaptaki gerçekçi bakışın, insanı tedirgin eden gerilimin, çarpıcı olay örgüsünün, coğrafyayı, atmosferi çok iyi oluşturan gözlem gücünün ilk kitaba göre gelişerek devam ettiği söylenebilir. May Edebiyat Ödülü’nü alacaktır Kara Vagon.
1970 yılında yayımlanan Kaçakçı Şahan adlı kitabı Bekir Yıldız’ın öykücülüğünde önemli bir noktadır. Öyküler bir başka hıza yönelmişlerdir, ritmik anlatımı duraksatan betimlemeler gerekli olduğu kadar yer alacaktır, olaya dönük kurguda gerilim artarken çatışmaların odaklanması, nedensellik daha ustalıkla sağlanmıştır. Şiddet öğesi daha çarpıcı, daha inandırıcı olacaktır. Öykü kahramanlarının daha derinlikli çizilebildiği, iç dünyalarının işlevsel ayrıntılarla öykülere yerleştirildiği görülür. Kısa cümlelerden oluşan dili, hedeflediği gerilimli, çarpıcı, hızlı anlatıma en yatkın kullanımdır. Yöresel dil, ölçülü kullanımıyla öykü atmosferine güç katar.
Sahipsizler (1971) ve Beyaz Türkü (1973) adlı kitaplarında da gelişerek, kusurlarından arınarak sürer bu güçlü anlatım. Bence Bekir Yıldız öykücülüğünün en önemli kitabıdır Sahipsizler. Edebiyat anlayışını ustalıkla öykülere taşımıştır. “Günümüz Türkiye’sinde insan, işbölümünün doğal ve kaçınılmaz sonucu olarak, her dilimi ele geçirilmiş, paramparça edilmiş bir süreçte yaşamını sürdürüyor. Gündelik yaşantısı içerisinde yapacakları, kendi bilincinden bağımsız bir biçimde sıraya konmuş, belli bir çerçeve içerisinde yaşamak zorunda bırakılmıştır. (…) Bu zorunluluk bizi yoğun öyküler yazmaya götürür. (…) Çağımızdaki değişimin akıl almaz hızı her şeyi eskitiyor. Eskiyen şeylerin anlatıcısı durumuna düşmemek için bizim de anlatımımıza hız katmamız gerekiyor. Yaşanmakta olanla soluk almaya çalışmamız gerekmektedir. (…) yaşamın acı gerçeklerinin katılaştırdığı ya da tam tersi gevşettiği insanlarımızı, sanatsal olanla etkileyebilmek için; bir ‘silkinme’ bir ‘buyur’ edebilme öğesi olan gerilimi de öyküyle kaynaştırmak zorundayız.”6
Bekir Yıldız’ın ilk kitabından Beyaz Türkü’ye kadar yazdığı öykülerde her yönüyle sürekli öykücülüğünü geliştirdiğini, kendine özgü bir öykü dünyası yarattığını, ilk öykülerindeki kusurları kısa sürede aştığını söyler Mehmet Ergün.7 Harran (1972) kitabıyla birlikte ise öykü / röportaj olarak isimlendirdiği, ne röportaj ne öykü olabilen ama buna karşın her iki türün de özelliklerini taşıyabilen bir türe yöneldiğini belirtir. Alman Ekmeği (1974) kitabıyla sürer bu yöneliş. Anlatımda çağın hızına yetişmeye çalışan bir hızlılık, bir ‘soluk soluğa’lık görülür, ayrıntı zenginliği yerini kaba bir dış görünüşe bırakacaktır, gözlemcilikle yetinilecektir. Bütün acılarıyla yaşamın bütünlüğü içersinde insanı anlatmayı bırakmaz gene de. Yer yer öykünün olanaklarını da öne çıkardığını söyleyebiliriz. Mehmet Ergün çalışmasında bu yönelişi olumlu bulsa da, ne yazık ki röportaj kolaycılığı Bekir Yıldız’ı o sarsıcı öykülerinden uzağa götürecektir. Bu uzaklaşma sonraki öykü kitaplarını da etkiler.
Dünyadan Bir Atlı Geçti (1975) öykücülüğünün gelişimini sürdüren bir kitap olur. Ama ardından gelen Demir Bebek (1977), Mahşerin İnsanları (1982) ve Bozkır Gelini (1985) için aynı şeyi söylemenin güç olduğunu düşünüyorum. Gerçeğin yoğun anlatımını önceki öykülerinde olduğu kadar sarsıcı, gerilimli öyküleştiremez. Röportaja dönük kolaycılıkla gözlemlerini aktarma anlayışı öykülerinde kusurlara, kendini tekrara ve çoğaltmacılığa dönüşecektir.
Stevlana Uturgauri şöyle özetliyor Bekir Yıldız’ın dünyasını: “Bekir Yıldız’ın algılayış dünyasında yaşanan gerçeklik her an trajik olanı doğurmakta, trajik olaylar günlük yaşantıya girerek olağanlaşmaktadır. (…) trajikliğin nedenlerinin araştırılması bu tutkulu yazar için bir amaç değil; halkın bilinçlenmesinin gelişmesini, yaşama düzeyinin yükselmesini önleyen törelerin, derebeylik-aşiret kalıntılarının var olduğu bir toplumu, bu toplumdaki insan ilişkilerini açığa vurmada bir araçtır.”8 Gözlemlediği ve gerilimli, sarsıcı bir yapıda öyküye aktardıkları bir çözüm önerisi sunmaz bize, bir düşünceyi savlamaz. Var olan durumu, insan sıcaklığını, dil zenginliğini, doğanın şartlarını, sosyolojik yapıyı, değişimi unutmadan önümüze getirir.
Bekir Yıldız’ın anlatı evreni içersinde ilk sırayı Urfa ve yöresi özelinde Güneydoğu insanı almaktadır. Üretim güçlerinin, ağalık düzeninin ve onlarla uyum içinde süregiden törelerin ezdiği insanları ele alır. Öyküleştirdiği trajik durumlarda yaşama hakları ellerinden alınmış insanları bütün içtenliğiyle okuruz. Salt iyi yönleriyle değil, kötü yönleriyle de, bilinçsizlikleriyle, karşı çıkamayışlarıyla da tükenip gideceklerdir. Atmosferini kurarken o coğrafyanın doğasından diline kadar bütün özelliklerini öykülerine taşıyacaktır. Kaçakçılıktan kız kaçırmaya, ağalıktan kadın sorununa kadar… “Kaçakçı Şahan”, “Bedrana”, “Kara Çarşaflı Gelin” öykücülüğümüzde yer edecek öykülerdir. “Gaffar ile Zara”, “Beyaz Türkü”, “Akyavuz”, “Obaların Yasası”, “Barutçu Maho” adlı öyküleri de sayabiliriz.
Almanya’ya çalışmak için giden insanları anlattığı öyküler de önemli bir yer tutar Bekir Yıldız’ın öykücülüğünde. Öykülere işçi sınıfının sorunları yansıdığı kadar, o düzenin insani değerleri yok etmesi de, alışkın oldukları törelerle göç ettikleri yerin yaşayışındaki uyuşmazlıklar da, kıstırılmışlıklar, yabancılaşmalar da yansıyacaktır. “Sahipsizler”, “Celb”, “Maria Otuz İki Yaşında” sayılabilir. “Motorize Köleler” ise gerek anlattığıyla, gerek anlatım biçemiyle Bekir Yıldız öykücülüğünde özellikli bir yerde durmaktadır. Asım Bezirci bir yazısında Bekir Yıldız’ın “modern hikâye akım ve deneylerine de kapalı durmamasını, onların ürünlerini de yargılayarak değerlendirmesini”9 ister. Sanıyorum “Motorize Köleler” bu isteği karşılayacak düzeydedir, ama ne yazık ki arkası gelmez ya da bu arayışlar yerine çoğaltmacılığa, tekrara düşmekten kurtaramaz öykülerini. Oysa Beyaz Türkü kitabına ilişkin yazısını şöyle bitirecektir Asım Bezirci: “’ilkel okur biriktiren bir yazar’ değildir o. İlkeller kadar seçkinleri de etkileyen üstün bir ‘halk yazarı’dır. Gittikçe gelişen bir yetenektir…”10
Bekir Yıldız gerçekçi öykü damarımızda Sabahattin Ali, Orhan Kemal ve diğer toplumcu öykücülerimizin ardından mutlaka okunması gereken önemli bir duraktır. Edebiyatın günümüz insanıyla, toplumla bağlarını yeniden güçlendirebilmesi için Bekir Yıldız’ın öykülerinden yararlanılmalı. Yazınımızın gerçekçilikle sınavı, gerçekçilik macerası içinde Bekir Yıldız’ın her zaman söyleyecek sözü olacaktır, öykünün gerçekçi çizgisinde açtığı olanakları sorgulamadan geçmemeli öykünün izinden gidecek olanlar. Nedir o olanaklar? Gerilimli, sarsıcı kurgu yapısını söyleyebiliriz ilk elde. Şiddeti kullanış biçimi, gözlem gücü önemlidir. Kısa anlatıdaki yoğunluğu, hiç düşmeyen ritmini, hızını nasıl sağladığı düşünülmeli. Çok az bilinen bir yörenin insan yapısının, toplumsal sorunlarının, değişimin nasıl yazınsallaştırılması gerektiği onun öyküleri üzerinden bir kez daha tartışılabilir. Az şey mi öykünün derdini yüklenenler için?
1 Mart 1973 tarihli Yansıma Dergisi’nde Mehmet Seyda’nın “Edebiyatımızda Sabahattin Ali – Sait Faik İkilemi ya da Ekmek mi-Pasta mı? Sorunu” adlı yazısında aktardığı, Mart 1972’de Güney Dergisi’nde yapılmış Bekir Yıldız söyleşisi.
2 Bekir Yıldız, Yargılayan Zaman İçinden, İskele Yay., 2006, İstanbul, S.97.
3 Yansıma Dergisi, Sabahattin Ali-Sait Faik Üzerine, Sayı 15, Mart 1973, İstanbul.
4 Bekir Yıldız, a.g.e., s.98.
5 Bekir Yıldız, Reşo Ağa, Cem Yay., 1979, İstanbul, S. 9 – 10.
6 Türk Dili Dergisi, Türk Öykücülüğü Özel Sayısı, Sayı: 286, Temmuz 1975, Ankara, S. 155.
7 Mehmet Ergün, Hikâyemizde Bekir Yıldız Gerçeği, a yayınları, 1975, İstanbul, S. 115.
8 Svetlana Uturgauri, Türk Edebiyatı Üzerine, Cem Yayınları, 1989, İstanbul, S. 190.
9 Asım Bezirci, 1950 Sonrasında Hikâyecilerimiz, ABeCe Yayınları, 1980, İstanbul, S. 212.
10 Asım Bezirci, a.g.e., S. 220.