Dünya sürekli yeni sömürü ve karşısında da mücadele biçimlerine evrilirken şairin ve şiirin işlevini yeniden düşünmek gerekiyor. Sanatın sorumluluğu ve meşruiyeti nerede başlar nerede sonlanır? Şair Özge Sönmez düşündürücü bir yanıt veriyor bu sorulara, “Cennette sanata ihtiyacımız yok” diyor. “Güle Batır Öfkeni” adlı şiir dosyasıyla Sennuz Sezer Şiir Ödülü’nü alan şairin ikinci şiir kitabı “Suya Batır Sızını” geçtiğimiz aylarda kitaplaştırıldı. Şair Özge Sönmez’le şairin de şiirin de dünyanın gidişatında sorumluluğunu, doğanın ve salgının halini, dünyanın geleceğini nefesimiz yettiğince söyleştik. İyi okumalar.
Genel olarak yazma alışkanlıklarınızı anlatabilir misiniz? Elle yazıp en son mu bilgisayara geçiriyorsunuz yoksa sadece bilgisayarda mı yazıyorsunuz? Yazmaya nasıl hazırlanıyorsunuz? Yazı araçlarıyla aranız nasıl? Vazgeçemediğiniz kalem defteriniz var mı? Evde mi yazıyorsunuz dışarıda mı?
Aslında belli bir rutinim var diyemem. Ancak yazmadan önce uzun uzun okuduğumu söylemek isterim. Evdeki kitaplar kütüphanemdeki raflarında hiçbir zaman düzenli durmazlar. Evin odalarında mutlaka kitaplarım vardır. Zaten çok derli toplu birisi değilim. Kitaplarımın bir kütüphane rafında pineklemelerindense gözümün önünde olmaları çok hoşuma gidiyor açıkçası. Canım istediğinde hemen onlara yönelebilmek çok güzel. Bazen kendi karmaşamdan yorulduğumu itiraf etmeliyim. Toplayıp kütüphaneme koymamla yine eski düzene (düzensizliğime) dönmem arasında iki üç gün filan oluyor. Okurken kitapların altlarını çizerim, yanına notlar alırım. Kimileri bunu sevmez. Ben kitaplarda yaşanmışlık bırakmayı seviyorum. Öyle pürüzsüz, hiç kıvrılmamış yıpranmamış kitaplar pek bana göre değil. Anlayacağınız kitaplarım elimden çok çekiyor.
Çantamda ve yatak odamda bir not defterim vardır. İki ayrı not defteri. Aklıma geldikçe bir şeyler karalarım. Ancak bunun zamanı belirsizdir. Özellikle uykuya geçmeden önce bilinç ile bilinçsizlik arası o noktada bazen bir sağanak yağmur gelir, hemen kalkıp not alırım. Onu kaçırırsanız sabaha koyduğunuz yerde bulamazsınız çünkü. Ancak son dönemlerde bu not defterinin yerini telefonların not defterinin almaya başladığını söyleyebilirim. En son bilgisayara geçiriyorum. Sonra orada da defalarca dönüp üstünde oynarım. Bir şiire “bitti” demek benim için çok zor. Sanki bana şiir hep yarım kalması gerekiyormuş gibi geliyor, bunun huzursuzluğunu hep yaşıyorum. Genellikle evde yazıyorum. Sessizlik, sakinlik ve yalnızlık aradığımı itiraf etmeliyim. Odaklanmayı kaybettiğiniz anda yazdığınız şey bambaşka bir şeye dönüşüyor. Düzyazı için bu belki böyle değil. Bıraktığınız yerden devam edebilirsiniz ancak şiir başka bir ruh hali gereksiniyor. O nedenle evde birileri varsa mümkün olduğunca sessiz olmalarını istiyorum. Eğer bu mümkün değilse kendim odaya çekilmeyi tercih ediyorum.
Sennur Sezer Şiir Ödülü alan dosyanız “Güle Batır Öfkeni” Manos Kitap tarafından yayınlandı. Gül Türkçe edebiyatta zengin bir birikime sahip bir imge. Divan edebiyatından tasavvufa, halk edebiyatına hatta dünya kültür tarihinde de gül çok güçlü bir tarihe sahip. “Gül”ün bir şair olarak sizdeki izdüşümünü sorsak?
Söylediklerinize katılıyorum. Çoğu insan “gül”ün çok sık kullanılan aşınmış bir imge olduğunu düşünüyor. Oysa sizin de belirttiğiniz gibi bu bir birikim, bir tarih. Üstelik imgeler aşınmaz. Birisi size imgelerin aşındığını söylüyorsa orada bir yetersizlik vardır. Dil dediğimiz yapı, sonlu, sınırlı seslerden, sözcüklerden sonsuz, sınırsız bağlantılar çıkarabilmektir. Şiir de bunu yapıyor aslına bakarsanız. Siz bu sonsuz, sınırsızlığın içinden bir yenilik çıkaramıyorsanız burada “gül”ün ne suçu var? Buyurun, yeni bağlantılar bulun, dili yıkın, yeni bir dil kurun, şu bizim bildiğimiz gülü alıp, onu başka başka bahçelere, bağlara sokun ve bize bambaşka bir gül sunun. Şairin yapması gereken de bu değil mi zaten? Tüm bu birikimi, tarihi alıp “ben”den bir iz ekleyip tekrar sunmak. İşte o “ben” özgün olmalı ki, yeni bir ses getirebilsin. Burada şairin anadiline hâkimiyetini önemsiyorum. Eğer bir şair olarak sesiniz yankı yapıyorsa bundan sözcükler değil, siz sorumlusunuz. Şair kendinden önceki birikimi çok iyi bilerek, yeniyi doğurmalı. Ben de buna çabalıyorum.
“Güle Batır Öfkeni” kitabında Havva, Saliha, Nazlı, Suna şiirlerin özneleri. Feminist bir şiir dili kurduğunuzu söyleyebilir misiniz? Şiirin öznesi ile yazar özneyi ayırarak elbette.
Bunu benim söylemem çok doğru olmaz. Ancak şunu söyleyebilirim, yazdıkça yazdıklarımın farkına varıyorum. Bilinçle yazmak başka bir şey, bilinçdışından akıp gelenleri estetik değerlerle birleştirip sunmak başka bir şey. Söylediğiniz nokta benim de dikkatimi çekiyor. Bence şiir şairiyle büyüyüp gelişen, ya da küçülüp daralan bir varlık. Buradaki kastettiğim kesinlikle yaş değil. Farkındalık düzeyi, dünya algısı, dile bakış ve dili kullanma biçiminizdeki bilincin gelişip değişmesi. İnsan durup durup kendini tekrarlayan bir varlık olmamalı. Kadının tarihi yerinde durmadığı gibi şair kadınların da dile bakışı, algılayışı, kullanışı elbette değişiyor. Dil zaten hem düşünsel, hem de politik bir üretim. Siz düşünme biçiminizi ifade biçiminizden ayıramazsınız. Bunun için zaten sözümüz bizim nüfus cüzdanımız gibidir. Ne söylediğimiz ve sözümüzü nasıl söylediğimiz bizim röntgenimizi çekip karşımızdakinin eline verir aslında. Çoğu zaman bizim bile farkına varamadığımız ayrıntılar vardır bu röntgende. Artık kendi röntgenimi daha net görebiliyorum diyelim.
İki kitabınızda da süren bir izlek olarak devlet şiddetini dizelerinize taşıyorsunuz. Şiirinizin siyasi bir duruşu var. “Suya Batır Sızını”da “bir gün kasete okudular tüm masalları anneler/ devlet dairelerinde uykusuz daktilo” diyorsunuz. Hesapsız şiddet tekelinin mağdurları sayısız, geride kalanlara, annelere karşı şiirin ve şairin sorumluluğu nedir?
İnsan ve devlet… Çok derin, sürekli tartışılan, hep de tartışılacak bir konu. Sesim, sözüm, aklım, kalbim, ruhum her zaman insandan yanadır. İnsanın yarattığı bir kurum olan devlet nasıl olur da insanın önüne geçebilir? İnsanın önüne geçmeyi bırakın ona zarar verebilir, ezebilir, yok edebilir? İnsanın yarattıklarına esir olması bir ilk değil… Bu sanırım insanın varoluşunda bulanan bir sakatlık. Devlet icat eder esir olur, kültür icat eder esir olur, teknoloji icat eder esir olur, para icat eder esir olur… Bu aygıtları nasıl kullandığınız çok önemli çünkü bu öyle bir şey ki, sizin bulduğunuz bir şey sizin boyunuzu aşabiliyor. Devlet insanı öncelemezse dünyanın her yerinde, her coğrafyada ve her halk için bir zulüm makinasına dönüşür, dönüşmüştür. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Burada insan ne yapıyor? Bu çok önemli bence. Bir şey rayından çıkıyorsa oturup izleyecek misiniz? Başkasının mağduriyetine kör olan bir tuzu kuru olarak mı nefes alıp gideceksiniz? Yoksa yanan bu bahçeyi bir yerlerinden tutup söndürmeye çalışacak mısınız? Bizdeki en büyük sorunlardan biri de yapılması gerekenleri hep başkalarından beklemektir. Çoğunluğun düşüncesi ne yazık ki şöyle gibi geliyor bana, umarım yanılıyorumdur: “Başkası gelsin, bizim yerimize şu bozuk düzeni düzeltsin, bedelini ödesin. Biz de oturup güzel olanın sefasını sürelim.” Bence tarihteki en büyük yanılgı budur. Taşın altına eline sokmadığınız her günün sabahı daha da karanlık olarak uyanmak işin doğasıdır. İşte şiir ve şair taşın altındaki o el olmalıdır bana göre.
Doğa da belirgin bir izlek olarak iki kitabınızda yer buluyor. Ladinler, erikler, selviler, çınarlar şiirlerinizde yer buluyor. Sosyal medya çağında pandemi, beklenmedik dolu yağışları, aşırı sıcaklar insanın doğayı fethedilecek bir alan olarak görmesinin sonucu. Doğa ile mücadele bütün bir insanlık tarihi elbette. Ancak kapitalizme özgü olan doğanın da sınırsız kazanç ve bir sömürü nesnesi haline getirilmesinin bedelini mi ödüyoruz?
Kesinlikle öyle. Bu kaçınılmazdı ancak insan tuhaf varlık, çoğu şeyi gerçekten başına gelmeyince anlamıyor. Salgın sürecinde dünya halklarının tepkilerine bir bakın. Ne kadar farklı değil mi? Kimileri çok değişik türden teoriler üreterek sorumluluktan kaçmaya çalışırken, çok azı sizin bu söylediklerinizin farkında. Bir talan makinası gibi her şeyi yok ederek var olmaya çalışan bir tür müyüz biz gerçekten, yoksa bizi böyle olduğumuza mı inandırdılar? İnsanın, dünyanın yaşayan bir gezegen olduğunu en ilkel dönemde dahi sezgisel olarak hissettiğini düşünüyorum. Avcı-toplayıcılıktan tarım toplumuna evriliş, oradan sanayi çağına geçiş ve en son şu içinde yaşadığımız dijital çağ… Doğanın, hayatın, yaşamanın, yalınca var olmanın bilgisini tam olarak nerede unuttuk da, kendi çıkarları için önüne ne gelirse yutan bir canavara dönüştük. Etik nerede yitti? Vicdanımız nerede kaldı? Merhametimizi, sorumluluk duygumuzu, güzel olanı çoğaltıp yaşatma çabamızı nerede unuttuk? Bunlar bizde hiç olmadı dersek koskoca bir insanlık tarihine haksızlık etmiş oluruz. Ancak insan uzun yıllardır sahnede olsa da henüz yeni ergenliğe girmiş bir çocuk gibi benmerkezci, hırslı, öfkeli, gözü kendinden başkasını görmüyor. Sanırım daha büyümedik. Gerçekten büyüyene kadar da bedel ödemeye devam edeceğiz. Merkezin kendimiz olduğu yanılgısından kurtulamadığımız sürece bu kötülük harmanı bizi boğmaya devam edecek. Sorumlusunun “biz” olduğumuzu görüp, yüzleşene ve değiştirmek için “biz” bir şeyler yapana kadar…
Son olarak güncele dair düşündüklerinizi merak ediyoruz. İçinden geçtiğimiz zamanların benzersizliği hepimizin malumu. Bir pandemiden geçeceğimizi, bundan aylar önce hiçbirimiz öngöremiyorduk. Eve kapanma, her şeye rağmen güvencesiz çalışmak zorunda bırakılanlar… Pandemi süreci ve edebiyatın güncele dair tutumu hakkında bir şair olarak ne söylemek istersiniz?
İnsanlık çok salgın gördü. Ancak bizim yüzyılımız biraz acemi bu konuda. Ben her zaman gerçeklerle yüzleşmekten yanayım. Sorunun nedenini ve kaynağını doğru tespit edemezseniz o sorundan çıkma şansınız da azalır. Asla umutsuz değilim. Bu salgın bize, yani bu yüzyıl insanına kendinden büyük bir şeyin var olduğunu tekrar hatırlattı. Nedir bu? Doğa! Doğa insandan büyüktür. Bunu hiç unutmamak gerekiyor. En gelişmiş ekonomilerin, sağlık sistemlerinin dahi yere serdiği bu salgın, insan anlayabilirse büyük bir ders aslında. Doğa bize bir şeyler söylüyor. Yakma beni diyor, her yere bina dikme diyor, talan etme diyor, denizimi, okyanusumu, havamı kirletme, ben yaşayan bir gezegenim, sabrımın sonuna geldim diyor. Uyarıyor. İnsan ırkı şımarık çocuk. Anlamamakta direniyor. Bu arada elbette, o büyük eşitsizlik, o karanlık adaletsizlik, o arsız vicdansızlık coğrafyalarda, isimler, yüzler değiştirerek ve zalimce hükmetmeye devam ediyor. Bu bir denklem değil. Bu bir sakatlık. Bu ancak biz bir şeyler yaparsak değişecek. Başkası gelip bizim yerimize bir şey yapmayacak. Yaparsak biz yapacağız. Edebiyat da bu noktada her zaman yaşamı yansıtmalı. Olanı biteni yok saymak hayata da, sanata da ihanettir. Çünkü sanatın amacı budur. Cennette sanata ihtiyacımız yok. Burası cennet değil, burası dünya. Burada adaletsizlik var, talan var, kıyım var, acı var, gözyaşı var, öfke var, isyan var, bir yandan da umut var, direniş var, çaba var, sorumluluk var, sevinç var, heyecan var, güzellik var… Edebiyatta, sanatta bunlar yoksa siz sadece bir tarafa yüklenirseniz hayatın büyüklüğüne haksızlık, hatta saygısızlık yapmış olursunuz. Bir sanatçının umutsuz olma lüksü yoktur çünkü sanatçıya kimse gül bahçesi vadetmedi. Eğer bir gül bahçesi yapılacaksa onu biz yapacağız, kendi ellerimizle, kanayarak, yorularak, terleyerek ama sonunda yapacağız. Biz birebir göremesek de olur bu bahçeyi. Hayat bizden çok büyük.