Pandemi süreci kapitalizm ve türcü uygarlık açısından halatları epey gerse de, o halatların emekçi sınıfın boynunu biraz daha sıkmasıyla egemenlerin, düzeni yeniden tahkim etmeye yöneldiği görülüyor. Süreç, pek çok sektör açısından da mevcut durumu gözden geçirme ve yeniden yapılanma anlamında turnusol kâğıdı vazifesi görecek gibi duruyor. Bu yazının konusu, yayıncılık sektörünün pandemi süreci öncesi ve sonrasında ortaya çıkan sorunları olacak.
Yayıncılık sektörünün kuşkusuz pandemiden önce de önemli sorunları vardı; bunlardan en önemlisi yayıncılık üzerindeki siyasi baskılarla eşgüdümlü olarak hatta onun bir ayağı olarak ilerleyen tekelleşme sürecidir. Yayıncılık sektöründe tekelleşme, yani dikey birleşme eğiliminin kendini en çok gösterdiği alan ise dağıtım ve perakendecilik ayağı.
YAYIN DÜNYASINDA TEKELLEŞME EĞİLİMİ SON HIZ
Geçtiğimiz yıllarda kamuoyunda yeteri kadar yer bulmasa da yayın dünyasında kaygı uyandıran gelişmeler yaşandı. Bunlardan ilki Doğan Holding’e ait D&R’ın Turkuvaz Grubu’na satılmasıydı. 13 Nisan 2018 tarihinde Doğan Müzik Kitap Mağazacılık Pazarlama A.Ş. (D&R), Turkuvaz Kitap ve Kırtasiye A.Ş.’ye 440 milyon liraya satıldı. Kuşkusuz Mart 2018’de Doğan Holding’in el değiştirmesinin ardından bütün bunlar beklenen gelişmelerdi. Demirören Grubu, söz konusu tarihte Doğan Grubu’na ait Hürriyet, Posta, CNN Türk ve Kanal D’nin de aralarında bulunduğu medya kuruluşlarını satın almış, aynı zamanda Doğan Grubu’na ait yayın dağıtım şirketi Yay-Sat da Demirören Grubu’na satılmıştı. Doğan Medya’nın Mart 2018 tarihinde Demirören Grubu’na 916 milyon dolara satılması, basın-yayın ve dağıtım alanında oluşacak tek sesliliğin ve mahkumiyetin, medya alanında yaşanabilecek halka dönük manipülasyonun ayak sesleriydi. Medya, geçmişe kıyasla çok daha etkili bir şekilde otoritenin tesisine dönük bir hizmet aracı haline gelecek, “havuz medyası” tanımı fiili olarak kaçak noktalarından arındırılarak layıkıyla hayata geçirilecekti.
Demirören Grubu’nun satın aldığı ve Doğan Medya Grubu bünyesinde faaliyet yürüten Yayın Satış Pazarlama ve Dağıtım A.Ş.’nin (YAYSAT) faaliyetlerinin durdurulmasıyla Türkiye’de sektörün tek dağıtıcısı Turkuvaz Medya Grubu oldu. Bu gelişme, gazete dağıtım piyasasında tekelleşme, yani tek bir şirketin tüm piyasaya hakim olması anlamına geliyordu. Siyasi bir operasyonun işaretlerini taşıyan bu sistemli tek-elleşme hamlesi kitap sektöründe de hızla karşılığını buldu.
Bilindiği gibi, İdefiks 2013 yılında D&R tarafından satın alınmış, böylece Türkiye’nin en çok kitap satan iki platformu tek çatı altında toplanmıştı. 2018 yılında İdefiks’i de bünyesine katmış olan D&R’ın Turkuvaz Medya Grubu tarafından satın alınmasıyla kitap satış pazarının ezici çoğunluğunda ciddi bir tekelleşme durumu gerçekleşmiş oldu. Alternatif mecraların azalması ya da yok oluşa gitmesiyle, yayınevlerinin payına düşen risk de artmış, özellikle büyük sermayelere dayanmayan yayınevleri neredeyse masraflarını çıkaramaz duruma gelmişlerdir. Anıl Aba, yaşanan eşitsiz süreci örnekleyerek detaylarıyla şöyle açıklamıştı (Tem. 2019, Birgün);
“Yayınevi, kalitesine göre kâğıdı toptancıdan satın alıp matbaadan kitabı çıkarır. Üzerine, diyelim, 20 lira satış fiyatı yazar. Ama dağıtımcıya (Prefix [yine Turkuvaz’ın], Emek/Arasta, Derya, Mikyas vb.) kitabı genelde yüzde 50’den, yani 10 liradan verir. Buradan yayınevine kalan, personel ve ofis giderleri hariç, kitap başı 3-4 liradır. Dağıtımcı şirket, 10 liradan kitapları alıp üzerine birkaç lira kâr (mark-up) koyarak perakendeciye teslim eder. Aslında burada dağıtımcının kâr gerektiren anlamlı bir hizmeti yok. Hatta bu basit işi bizzat devlet/belediyeler üstlense kitaplar yüzde 20 ucuzlar. Neyse… Perakendeci de, diyelim, 12 liraya dağıtımcıdan aldığı kitapları, satış fiyatı olan 20 liradan, mesela, yüzde 25 indirimle 15 liraya sitesinden satmaya başlar. İcabında değişen talebe, stok durumuna ve nakit ihtiyacına göre indirimi sezonluk kampanyalarla yüzde 40’a kadar çıkarırlar. Gördüğünüz üzere bu süreçteki riskin çoğu yayınevinde. En temiz işi de perakendeci yapıyor. Mağaza sırf kitabı rafa koymak için avanta alıyor. Kitap satılmazsa da iade yazıp yayınevine geri gönderiyor. Sıfır risk…”
Kitap yayıncılığı, her yıl piyasaya sürülen on binlerce yeni kitapla büyük bir sektör. TÜİK verilerine göre Türkiye’de 2019 yılında 61 bin 512 kitap yayınlanmış. Bu büyük sektörün, ne yazık ki büyük sorunları var. 2019 yılı Ocak ayında yürürlüğe giren torba yasayla, süreli yayınlardaki katma değer vergisinin kaldırılması ve artan kâğıt fiyatları nedeniyle, Türkiye’de yayıncılık dünyası zor günler geçirdi, geçirmeye devam ediyor.
YAYINCILIKTA MALİYET KRİZİ: KÂĞIT FİYATLARI!
Yayınevleri, öncelikle kâğıt maliyetleriyle başa çıkmak zorunda. Son yıllarda artan enflasyon oranları, ekonomideki dalgalanmalar ve döviz kurundaki artışlar kâğıt fiyatlarında ciddi yükselişlere yol açıyor. Peki kâğıt fabrikalarımız ne durumda? Dövizle kâğıt arasında bağlantıyı hemen kuramayanlar için açıklayalım:
Türkiye’de kâğıt sanayisi, Cumhuriyetin erken döneminde, 1934 yılında İzmit’te bir kâğıt fabrikasının temelinin atılmasıyla başladı. Daha sonraki yıllarda bu işletme Türkiye Selüloz ve Kâğıt Fabrikaları İşletmesi Genel Müdürlüğü (SEKA) adını alarak, iktisadi bir devlet kuruluşu olarak ülkenin başlıca kâğıt üreticisi haline geldi. Buraya kadar her şey güzel, kâğıtlar yerli üretici SEKA’dan alınıyor. Ancak 2005 yılına gelindiğinde bugünkü krizin temelleri atılıyor ve İzmit SEKA kâğıt fabrikası, özelleştirme politikaları nedeniyle 2005 yılında kapatılarak dışarıdan ithalat yoluyla kâğıt ihtiyacı karşılanmaya başlanıyor. Doğal olarak maliyetler geçmişle kıyaslanmayacak oranda yükseliyor. 2019 yılı baz alındığında, kitap kâğıtlarının en yaygın olarak kullanılanları 750 Euro/ton ila 1080 Dolar/ton civarında bir maliyet fiyatına ulaşıyor. Döviz kurundaki yükseliş, kâğıt fiyatlarının yanı sıra çeviri kitaplardaki telif fiyatlarını da birebir etkilerken, maliyetler kaçınılmaz olarak etiket fiyatlarına da yansıyarak okurun alım gücünü sarsıyor.
Bu süreçte yayıncılar, hızla yükselen döviz kuru nedeniyle kâğıt maliyetlerinin iki üç misline çıkmasından duydukları rahatsızlığı her fırsatta dile getirirken, bu nedenle pek çok yayınevi kapanma riskiyle karşı karşıya geldi. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, 2018 yılı Eylül’ünde, “Gazete ve Yayıncılıkta Kâğıt Sorunu” başlıklı bir toplantı düzenleyerek konuya el attı, bu toplantıya Türkiye Yayıncılar Birliği temsilcileri de katıldı. Adeta “kâğıt krizi raporu” denebilecek bu raporda, Türkiye’de gazetecilik ve yayıncılık sektörünün zor günlerden geçtiği, basın sektöründe kapanan yayın organları nedeniyle işsizliğin yüzde 30’a ulaştığı, son 10 yılda işsiz kalan gazeteci sayısının 10 bini aştığı ve ek olarak, dövizdeki yükselme nedeniyle ithal edilen kâğıt fiyatlarında da önemli bir artış yaşandığı ifade edildi. Sunulan 18 maddelik öneriler listesinde, yerli kâğıt üretimi için seferberlik başlatılması, gazete kâğıdından alınan KDV’nin kaldırılması, kitap yayıncılığında KDV oranlarının düşürülmesi ve okullardaki kütüphane sayılarının artırılması gibi önemli talepler yer aldı. 2018 yılı sonlarında kamuoyuyla paylaşılan bu taleplerin pandemi kıskacında direnmeye çalışan yayıncılık sektörü açısından bugün de güncel olduğunu görüyoruz.
PANDEMİ KISKACINDA DURAN YAYINCILIK ÇARKLARI
Siyasi baskıların yanında ekonomik sorunlar yani tekelleşme, dağıtım sorunları, eşitsiz aktörler arasındaki ezici rekabet, artan maliyetler, kâğıt krizi gibi ciddi sorunlarla bugüne gelen yayıncılık sektörü, pandemi sürecinden oldukça olumsuz etkilendi. Yukarıda sözü edilen dağıtım-tanıtım-maliyet üçgeninde sıkışmış çoğu yayınevi, pandemi boyunca bağımsız kitapçıların yanı sıra D&R zincirlerinin de kapanması ve fuar, imza günü gibi etkinliklerin iptal edilmesiyle dijital perakende satış platformları dışında tüm dağıtım ve satış kanallarını kaybetti. Tüm dezavantajlara rağmen zorluklarla da olsa dönen yayıncılık çarkı bir anda durma noktasına geldi. Okurun kitaba ulaşabileceği kitapçı, AVM, fuar, etkinlik süreçten olumsuz etkilendi. Okur eve kapandı. Önemli bir kitap satış ağı olan internet tabanlı platformlar, daha önceyle kıyaslanmayacak kadar öne çıkarken, kargo süreci devasa karışıklıklar ve kaosla birlikte yürüdü. İnsanların eve kapandığı ve sokağa çıkamadığı bu dönemde yiyecek içecekten tutalım da akla gelebilecek her konuda misliyle artan talep karşısında kargo hizmetleri, alt yapı ve insan gücü olarak yetersiz kaldı.
Yayıncılığın, kendi networklerindeki yetersizlikler yanında İdefiks, Kitapyurdu gibi dijital satış platformlarına mutlak bağımlılığı sektörde yer alan herkesi düşündürdü, daha da düşündürecek. Fiziki olarak bir okulun varlığı kadar bir kitapçının varlığı da, hatta belki giderek kitabın varlığı da sorgulanır hale gelecek. E-kitap, sesli kitap gibi uygulamaların teknik alt yapıları, telefon, bilgisayar ve notebook tabanlı olarak çoktan oluşturuldu. Kitapçının ve kitabın varlığının sembolik bir değer olarak kalması, tüm dünyada yaşanan kâğıt kriziyle de bağlantılı olarak giderek daha çok gündeme gelecek gibi görünüyor. E-kitap, sesli kitap gibi uygulamaların yaygınlaşması, kitabın daha kolay, daha az maliyetle ve daha hızlı ulaşılabilir hale gelmesi, fiziki satış mekanlarına oranla dijital satış platformlarının gücünü de artıracaktır. Buradaki tekelleşme eğilimi, belki de bu öngörünün somut adımları olarak ağırlık kazanıyor.
YENİ DURUMLAR, YENİ OLASILIKLAR
Yayıncılık sektöründe, ülkedeki kâğıt krizi, ithal edilen kâğıttaki döviz kuru problemi, kâğıdın tedariki, basılan kitapların dağıtımı, stoğu, teşhiri, dağıtılması, satışı ve tüm bunların üzerine eklenen tekel durumundaki zincir kitapevlerinin kimi yayınevlerine ya da yazarlara ambargosu gibi sorunları aşmaya dönük umut veren adımların atıldığını da görmekteyiz. 2019 Temmuz’unda Yayıncılar Kooperatifi’nin kuruluşu, bunlardan en önemlileri. İstanbul, Ankara, İzmir ve Diyarbakır’dan 30’a yakın yayınevinin kurucu ortağı olduğu Yayıncılar Kooperatifi, “İçinde bulunduğumuz sektörün hem ekonomik hem de yayıncı olmaktan kaynaklı zorluklarını aşmanın çaresini dayanışma ve paylaşmakta gören biz yayıncılar; yazar, çevirmen, yayınevi, dağıtımcı, kitapçı ve okura uzanan, üretimden dağıtıma, teşhirden satışa dek yaşanan tüm sorunların iyileştirilmesi ve mesleki problemlerimizi çözmek üzere yola çıktık” mesajıyla kuruluşunu ilan etti.
Yaykoop, yayıncılık sektöründe yaşanan ekonomik ve politik sorunlar yanında, sansür gibi keyfi uygulamalar, ekonomik kriz, sektörün acımasız rekabet koşulları karşısında orta ve küçük ölçekli yayınevlerinin bir araya gelerek kooperatifleşme düşüncesini hayata geçirmek hedefinde. Kooperatif, etkinlik alanını; üretim ve dağıtım zincirinde yer alan diğer aktörlerle ilkeli, eşit bir ilişkiyi esas almak, yazarın ve çevirmenin olduğu kadar okurun da güvencesi olmak, okurun nitelikli düşünce, kültür ve sanat ürünlerine rahatça ve en uygun bedellerle erişimi için koşulları yaratmak, “çok satar”ın yanında “az satar”ın, büyük yayınevinin yanında küçük yayınevini de gözetecek, çok sesli, renkli bir yayın yelpazesinin güvencesi olmak şeklinde tanımladı. Bu, kuşkusuz tekelleşme karşısında bir araya gelmek ve alternatif kanallar, mecralar yaratmak, en önemlisi de kitabı korumak açısından çok önemli bir girişim.
Bir diğer umut veren gelişme ise İstanbul Büyükşehir Belediyesi iştiraklerinden Kültür AŞ’nin online satış platformunun, Koronavirüse ile mücadele nedeniyle sosyal alanların sınırlandığı süreçte, evde geçirilen zamanını kitap okuyarak değerlendirmek isteyenler için #EvimdeyimOkuyorum kampanyasını gerçekleştirmesi oldu. Edebiyat ve araştırma kitaplarından, ders ve etkinlik kitaplarına kadar 200 bin çeşit kitap, yüzde 70’e varan indirimlerle satışa sunuldu. Bu kampanya sadece kitabı okurla buluşturmak açısından değil, yazının başında bahsettiğimiz yayınevi ve okur arasındaki aracı perakendecilerin haksız fiyat artışını engellemek ve krizle karşı karşıya kalan yayıncılık sektörünü desteklemek açısından da iyi bir belediyecilik örneği oldu. 6 bin yayıncının yayımladığı 400 binden fazla kitaba ulaşılabilen online platform, belediyelerin bu konuda öncülük edebileceklerine dair önemli veriler sundu, hem okura hem de sektöre nefes aldırdı.
Pandemi süreci, muhaliflerin her zeminde bir araya gelişlerinin ve yaşanan sıkıntılara karşı çözüm üretecek adımlar atmaya elverişli örgütlenme girişimlerinde bulunmalarının ne kadar elzem ve hayati olduğunu bir kez daha gösterdi. Yayıncılık sektöründe kitabı basacak kâğıt bulamama, kitabı satacak mağaza bulamama, bu psikolojik ortamda kitabı okuyacak okur bulamama gibi durumların hiç de uzak olmadığını bir kez daha gördük. Çok bilinen ama az hatırlanan “Birlikten kuvvet doğar” deyişini acilen hayata geçirecek adımlar atılmadığı takdirde tek sesli, tek renkli, otoritenin tahkim edilmesine hizmet eden, tekelleşmiş bir yayın piyasasının bu ülkeden neler götürebileceğini kestirmek zor değil.
FENOMEN YAZAR DEVRİ
Kitabın metaya dönüşmesi ve sosyal medyanın gündelik ilişkilerde başat yer tutması gibi etkenlerin baskısıyla, yazarın metnin önüne geçtiğini, görünür olmak için çabaladığını, adeta “şöhret” gibi davranarak okuru da “kitle” olarak düşündüğünü görüyoruz. Kuşkusuz bu, yeni bir süreç değil. Bir kitap, yaratılırken ve okura ulaşırken kapitalist ilişkilerden geçiyor, nihayetinde parayla alınıp satılan bir metaya dönüşüyor. Ancak kitabın içerik olarak da, okunmak yerine “tüketilen”, hoşça vakit geçirmeye yarayan bir metaya dönüşmesi asıl problem. Yazarın da bu kapitalist ilişkilere pragmatist biçimde dahil olması, edebiyatın, sanatın, düşüncenin ya da toplumsal sorumluluğun bu dünyanın dışında kalması sonucunu doğuruyor. Günümüze gelindiğinde ise, yazar kitabının tanıtımını, reklamını yapmak uğruna neredeyse bir sosyal medya fenomenine dönüşüyor. Hatta tersi de yaşanıyor; sosyal medya fenomenlerinin, youtuber’ların da kitap yazdığı, hatta bu kitapların çok sattığı, “yazarlarının” uzun imza kuyruklarından başlarını kaldıramadıkları günler yaşıyoruz. Metne bakılmıyor, yazara, takipçi sayısına, sosyal medyadaki etkinlik ya da performans ivmesine bakılıyor daha çok. Edebiyatçıları, sanatçıları, tiyatrocuları da etkileyen bu süreç, dışında kalan herkesi “yoklar” hanesine yazıyor; görünmüyorsanız yok oluyorsunuz. Görünmenin o kadar da zor olmadığı ya da herkesin bir anlığına da olsa “şöhret” olduğu bu süreçte doğaldır ki vasatlık ön plana çıkıyor.
Pandemi ve karantina sürecinde instagram canlı yayınları, zoom gibi uygulamalarla yazarın, sanatçının üretiminden, eserinden çok kendisinin sıklıkla evlerimize, odalarımıza, hayatımıza katıldığını, bir anda onlarla aracısız ilişki kurabildiğimizi, hatta bu açıdan eşitlendiğimizi gördük. Canlı yayınların, stüdyo çekimlerinin, fuar, imza gibi etkinliklerin iptal edildiği bu dönemde, bir anda her yer etkinlik alanı oldu. Yazarın zaten süregelen fenomenleşme ve görünür olma sürecini derinleştiren bu gelişmelerden bazıları muhtemeldir ki kalıcı olacak. Sosyal medyayı bazı çekincelerle ya da sınırlıca kullanan edebiyat dünyası, eskisinden çok daha fazla bu mecralarda yer alırken, bu durumun avantaj ve dezavantajlarını da hep birlikte yaşamak durumunda kalacağız. Aracısız, hatta fiziki mekandan bağımsız olarak okurla buluştuğumuzu sanırken, belki de daha insansız etkinliklerin, insana gerçek anlamda dokunmayan, değmeyen sanal “buluşmaların” cazibesine kapılacağız. Bu sürecin çoğalmaya, daha çok insan olmaya mı görünür/popüler olmaya mı hizmet ettiğinin sorgulamasını yapmak, önümüzdeki süreçte çok daha kaçınılmaz olacak. Öte yandan zahmetsiz ama insansız edebiyat etkinliklerini çok fazla yüceltmeden, bu mecralardan yararlanmak, bu zeminlerde iletişim olanaklarını zorlamak da mümkün.
EVDEN ÇALIŞMA: MESAİSİZ GÜVENCESİZLİK Mİ?
Pandemi sürecinin yayın dünyasına bir başka “hediyesi” de, işten çıkarılanlar kadar zaten çoğunlukla asgari ücretle, güvencesiz ya da freelance çalışan emekçi sayısının artması oldu. Sektördeki kriz doğaldır ki çalışanları vurdu. Her krizi işten çıkarma, çalışan sayısını azaltma ya da personel maaşlarındaki kesintilerle aşmaya meyilli yayıncı alışkanlıkları bu süreçte pandemi gerekçesiyle daha da derinleşti.
Öte yandan evden çalışmaya geçen kişilerin sosyal medyada bizzat paylaşımlarından da izlediğimiz gibi, bu süreç ilk başta coşkuyla karşılanırken, sonraları büroda olsa belki 8 saat olabilecek çalışma süresinin evde neredeyse 24 saate çıkması, yemek-yol-internet-telefon gibi işverene ait masrafların çalışana yüklenmesi, sigorta giderlerinden kesintiye gidilmesi gibi gelişmeler sektörde birkaç yıldır çalışanlardan tutalım da, daha kıdemli çalışanlara kadar herkesi yordu, yıprattı. Yazar, çalışan, emekçi, yazarak ya da kitap üzerine bir hayat kurulamayacağını bir kez daha anladı. Dışarıdan bakıldığında, olsa olsa bir hobi olarak görülebilen bu “iş”te çalışanlar, maddi dünyadan uzak, manevi insanlar olarak tasarlanıyor olmalı ki, bu süreçte de seslerini çıkarmadan işlerine devam etmeleri, “hele bu zor süreçte” hiç konuşmamaları salık verildi. Yayınevi emekçileri, yazarlar, çevirmenler, editörler, çizerler… listesi uzatılabilir; fakat bu listede kimin ne kadar örgütlü olduğu, “muhalif” geçinen yayınevlerinde dahi emekçilerin haklarına ne kadar riayet edildiği sorgulandığında, ne yazık ki karşımıza karamsar bir tablo çıkıyor. Bu ülkenin en bilinçli kesimlerinin durumu, onların en bilinçsiz gördüklerinden neredeyse daha kötü. Kendi hakkına sahip çıkamayan, başkalarının hakkına da sahip çıkamaz, nitekim çıkamıyor da. Yayıncıların, yayınevlerinin örgütlenme çabalarını desteklerken, çalışanların, emekçilerin durumunu da gündeme almaları beklentimizi ifade etmek, ama bundan daha önemlisi aşağıdan, bile isteye, bilinçlice örgütlenmek gerekir. Pandemi geçer, emek sömürüsü bakidir. Hele ki Türkiye’de yazar, editör, grafiker, çevirmen, çizer iseniz…