BURÇ BALCI[1]
Bir yıla yakın süredir tüm dünyayla beraber hepimiz çıplak gözle görülmeyen bir istilacıya karşı savaşıyoruz…
Bu topyekûn savaş, tüm insanlığa bir şeyi tekrar hatırlattı: Mücadelenin, bir istilaya karşı direnişin her zaman silahla kazanılmadığını. İstediğiniz kadar dünyanın en güçlü silahlarına sahip olun, araştırma, eğitim, bilim alanlarına yeterince yatırım yapmadığınızda zayıf hale geliyorsunuz ve kayıplar veriyorsunuz.
Hayatı durduran salgın, tüm dünyada pek çok alanda ciddi zorluklar yaşatıyor. Tedarik zincirleri kopuyor, ekonomi küçülüyor, esnaflar batarken büyük şirketler, gelecek kaygısıyla emekçileri işten çıkararak tasarrufa uğraşıyor. Yeni sanal dünya girişimleri altın çağını yaşarken, sosyal devlet kavramı bazı ülkelerde mumla aranıyor.
Tüm bu süreçte, geleceği soru işaretleriyle dolu alanlardan biri de sahne sanatları. Yüzyıllardır her tür bunalıma göğüs germiş, zor dönemlerde toplumu rehabilite ederken, birliktelik ve dayanma gücü aşılamış, söylenemeyeni söylemiş olan sahne sanatları, yaşamını nasıl sürdüreceği konusunda karamsar bir araştırma içerisinde. Yüzlerce yıllık tarihe sahip nitelikli sanatların her görkemli dalı, opera, tiyatro, bale, orkestra, koro gibi türler, seyirciyle nasıl buluşacaklarını kara kara düşünüyor.
Sahne sanatlarının içerik olarak en zengin türü olan operayı ele alalım. Korosundan orkestrasına, solistinden şefine, rejisöründen bale kadrosuna, sahne tasarımcısından dekorcusuna, ışıkçısından kostümcüsüne, perukacısından makyözüne kadar yüzlerce kişinin tek bir temsilde görev aldığı bir alan. Üzerine binlerce kişilik salonları dolduran seyirci sayısını da eklerseniz, sanıyorum aynı anda kapalı bir mekânda en fazla insanı bir arada bulunduran sanat dalı. Tüm bu insanların sağlığını riske etmeden nasıl bir arada bulundurabileceğiz?
Bu konuda her ülkede ciddi çalışmalar yürütülüyor. Kimi kuruluş internet üzerinden seyircisiz temsillere yöneliyor, kimi arşivden yayınlarını ücretsiz yayınlıyor, kimi sivil toplum ve sosyal devlet destekleriyle beklemede, kimiyse geliri durduğu için sanatçılarını kapı önüne koydu bile.
Ya da senfonik bir orkestrayı ele alalım. Yüzlerce yıllık repertuvarların büyük kısmı, 80 ila 110 kişilik icracının bir arada sahnede olmasını gerektiriyor. Üstelik akustik ve senkron açısından yan yana olmaları şart. Bu sanatçıları birbirinden güvenli mesafede uzak oturttuğunuzda ise akustik bağ kopuyor. Üstelik bu ebatta sahne kaç ülkenin kaç şehrinde mevcut? Açık havada yapsanız bu kez mevsim şartları sizi zorluyor. Diyelim maske taktırdınız, nefesli çalgılar ağızlarında maske ile mesleğini nasıl icra edecek? Belki de tüm sanatsal veya akustik kaygılardan vazgeçmeniz gerekiyor. Bu durumda da icra başarısı fark edilir oranda düşüyor. Peki seyirci böyle zorlu şartlarda ve düşük sanatsal bütünlükte bir performansa bilet alıp gelir mi?
Bale? Dansçıların birbiriyle temas etmek zorunda oldukları bir sanat dalını sosyal nasıl mesafeye sokabiliriz? Nefes nefese ve fiziksel yakınlıkta büyük efor sarf edilen bir temsilde, maske ile aldıkları oksijen düzeyi dansçıya yetmezken temsil nasıl olacak? Maskeleri çıkarttırdığınızda hem seyirciyi hem dansçıları riske açık hale getirmek bir başka soruyu sorduruyor bize:
Önce insan sağlığı mı, yoksa sanat mı önemli?
Dünya, tüm sanatsal kaygıları veya beklentileri bir kenara bıraksa bile, bu kez, izleyici sağlığının riske edilmemesi elbette hayati önem taşıdığından, 2000 koltuklu bir salonu 300 koltuğa kadar indirme zorunluluğu doğuyor. Bu da devlet tarafından desteklenmeyen sanat toplulukları için bilet gelirleri, sahne kiraları açısından başka finansal sorular oluşturuyor: 300 kişiye yüksek bilet fiyatından satışla 2000 koltuğun zararını halktan mı çıkaracaklar, devletlerin havayolları şirketlerine yaptığı gibi sanatı daha da fazla desteklemesi mi talep edilecek, özel sektör mevcut krizde ana sponsorluğa mı ikna edilecek? Hepsi, cevabı tüm dünyada tartışılan zor sorular. Hala cevapları tatmin edici değil.
Biraz istihdam yönüne de eğilelim şimdi. Dünyada bu alanda farklı istihdam modelleri var. Devletin maaşlı/ödenekli kurumlarının yanı sıra, 7-8 farklı STK veya devlet fonundan destekle yaşamını sürdüren veya tamamen bilet&sponsor geliriyle dönen kurumlar gibi modeller mevcut.
Ülkemizde yalnızca bilet geliriyle sanat kurumu yaşatmanız zor. Çoğu kez para getirici, popüler işler yapmaya mecbursunuz. Mesela bir Shakespeare yerine bir sulu vodvil sahnelemek gibi. Veya çağdaş müzik akımlarını, klasik bestecilerin rafine yorumları üstüne uğraşarak icra etmek yerine, pop şarkıcılarıyla konser yapmak gibi. Popülizm yerine dünya sanat akımlarına yönelik üst düzey işlere yöneldiğinizde ise bilet geliriyle yaşamanız imkansızlaşıyor. Toplumsal bilincin yüksek olduğu, seyircinin popüler işler yerine daha nitelikli performans arayışına girdiği ülkelerde ise bu problem seyrek görülüyor.
Ülkemizde en büyük sanat sağlayıcısı olan devletin 23 Tiyatrosu, 6 Opera, 6 Senfoni Orkestrası, 1 çoksesli Koro, 4 Halk Müziği korosu, 8 Klasik Türk Müziği Korosu, 9 Geleneksel Sanatlar Topluluğu bulunuyor. Bazı belediyelerin de çok başarılı sanat toplulukları var. Ancak bu tablodan görüldüğü üzere, ülkemizde tek bir özel opera topluluğu, veya konser başına sanatçılara ödeme yapan 2 özel orkestra haricinde bir senfoni orkestrası bulunmadığını düşünürsek, özellikle bu iki dalda ana işveren, devlet olarak ortaya çıkıyor. Özel sektör bu alanda hala çok geride. Aslında devletin, bazı sanat dallarının yaşatılması, geniş halk kitleleriyle buluşturulabilmesi ve aynı kütüphaneler gibi halka bir kültür hizmeti, kültür zenginliği sunması yönünden ana sağlayıcı olması da bana göre Mustafa Kemal Atatürk’ün müzik devrimlerinin bir getirisi. Cumhuriyet öncesi dönemde, halktan ziyade saray eşrafına veya diplomatik konuklara etkinlik yapan sanat toplulukları, Cumhuriyetle beraber, vergilerinden beslendikleri geniş halk kitlelerine hizmet sunmaya başlayacak yasal düzenlemeye kavuştu. Gerçi yıl içinde diğer 5 orkestradan ayrıştırılarak kadrosu tamamlanan ve ciddi yatırım sağlanan Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın 28 yıl süren binasının bitişi akabinde fiyatlarına %100 zam yapılması, bu sanatın halka yaygınlaştırılması yerine, varlıklılara hitap etmesi yönünde bir adım gibi görünüyor olsa da, diğer 5 orkestramız, uygun bilet fiyatlarıyla, aynı kütüphaneler gibi “devletin vergiler karşılığı kültür hizmeti” anlayışını sürdürüyor.
Üniversitelerimize bağlı 30’un üzerinde klasik batı müziği konservatuvarı her yıl yüzlerce mezun veriyor. Bu mezunlar uzun süredir kendi ülkesinde gelecek güvenceli bir çalışma modelinden yoksun. Yasalarda yer alan “kadrolu sanatçı” alımı çeşitli gerekçelerle uzun süredir yapılmıyor. Kurumlarda oluşan eksiklikler haftalık, aylık ve sezonluk “geçici işçi” modeli ile çözülmeye çalışılıyor. Kamudaki mevcut taşeron işçilerin kadroya geçirilmesi konusundaki düzenlemeler ise ne yazık ki beklenenden uzak bir modele evrildi; yıllardır kurumlara emek veren yevmiyeli sanatçıların bir kısmı yerine, yeni sanatçılarla sözleşme yapılırken, bu sözleşmeler bir sonraki yıl hiçbir garanti vermeyecek maddeler içeriyor. Ayrıca “işten çıkarma tazminatı, işsizlik maaşı” gibi haklardan da bu yeni model sanatçılar yoksun bırakıldı. Ekonomik yönü ise ülkenin sanatçılarına bakışı adeta gözler önüne seriyor: Devletin pek çok kademesiyle kıyaslandığında, üniversite mezunu yıllık sözleşmeli yeni model bir daha az hakka sahip olduğu tartışılmaz bir gerçek.
Sanat topluluklarının ülkemizdeki istihdam modellerinde yapılan değişikliklerden biri de 3 yıl önce yayınlanan bir kararnameyle, devlet orkestralarına orkestra şefi ve şef yardımcısı atanmasında, mevzuatlarda bulunan tüm kriterlerlerin yürürlükten kaldırılmasıydı. Bu maddelerin kalkmasıyla beraber artık günümüzde şeflik diploması, sanatsal yeterlilik, orkestranın yetkili kurullarının onayı gibi zorunluluklar yer almıyor. Özetle sokaktan geçen herhangi bir vatandaşın, yıllarını bu sanata vermiş yüzlerce sanatçının sanat amiri sıfatıyla “orkestra şefi” olarak atanmasında hiçbir yasal engel yok artık. Nitekim orkestra kurullarının onayı olmadan yapılan şef görevlendirmeleri de basında zaman zaman yer aldı. Böyle gelişmelerin ardından da bir de pandemi ile sınanıyor ülkemizin sanat yaşamı.
Özel sanat topluluklarında görev alan sanatçıların çoğunluğu ise iptal edilen etkinlikler sonucu işsiz kalmış oldu ve tüm gelirleri kesildi. Ama ne yazık ki ne kiraları, ne faturaları, ne de ailelerinin karnını doyurabilme ihtiyaçları beklemiyor. Burada çeşitli özel destek ve bağış kampanyaları yapılsa da hâlâ çok yetersiz. Bu konuda duyurulan bir defaya mahsus 1000 TL devlet katkısı ise sonradan 3 kez yapılacağı açıklansa da koca bir yılı işsiz geçiren bir müzisyenin ihtiyacını karşılamaktan çok uzak.
2020 yılı, sahne sanatları açısından oldukça yıpratıcı bir yıl oldu. Yetkililerin “sosyal izolasyon” uyarılarına rağmen, Antalya Devlet Opera ve Balesi’ne “Bayram Konseri Kaydı” olarak “Türk Sanat Müziği” çaldırılması çok tartışıldı. Sahnede çeşitli önlemler alınarak pleksiglaslarla ayrılan, birbirinden görece uzak oturtulan, ama salgın döneminde seyahat yasakları varken yaklaşık 300 km’lik turneye çıkarılan genç sanatçılar, ateş ölçerler ve covid-19 testleriyle kontrol edildi belki ama, bu riski almaya gerçekten gerek olup olmadığı, opera sanatçılarına makamsal Türk Sanat Müziği icra ettirme kararı da uzun süre tartışılacak gibi görünüyor. Bir futbol takımını basket maçına çıkarmak veya bir beyin cerrahına açık kalp ameliyatı yaptırmak gibi bir durum olarak eleştirilen bu ve benzeri projeler, umarım gelecekte siyasilerin aklını çelerek sanat kurumlarına bir “müzik türü” dayatmasına öncü olup, kuruluş amaçları ve mevzuatları konusunda kafaları karıştırmaz.
Dünyada ise sahne sanatlarının güvenli icrası için pek çok çalışma yapılıyor. Ünlü Viyana Filarmoni Orkestrası, bir duman simülasyonuyla sanatçıların etrafına ne kadar virüs yayabilecekleri üzerine çalışmalar yaptı. Operalar ve tiyatrolar ise hâlâ çözümsüz bir sorun olarak beklerken, hepsi umutsuzca bir çözüm arayışında. Ülkemizdeki devlet tiyatroları ise oyuncuların olmadığı sinemalar bile kapatılırken, pandemide maskesiz sanatçılarıyla turne ve oyunlarına devam ettiler. Sonunda salgın ve ölümler yaşanınca durdu. Devlet senfoni orkestraları bir süre konserlerini devam ettirse de sağlık bakanlığının açıkladığı verilerdeki pozitif hasta sayıları ve kurumlardaki hasta sayıları aniden artınca sonunda durdu.
Ancak, her ne kadar araştırıp, önlemler de alsanız, bazı soru işaretleri sürüyor. Örneğin ülkemizde zaten yetersiz ve çok az sayıda olan konser salonlarının havalandırma sistemleri: Aynı AVM’ler gibi çoğunluğu kapalı devre, yani iç havayı iklimlendirerek döndüren, dışardan temiz hava alımına uygun olmayan yapılar. Bunların tadilatı yapıldı mı, kontrol edildi mi, onay aldı mı? Bilemiyoruz.
Tüm bu önlemleri alsanız bile, seyirci salona gelecek kadar güvende hissedecek mi? Ölüm riskini alarak bir temsil izlemeye kaç kişi gelecek? İzleyici sayıları düştü, sponsorlar bir sonraki sezon destek verecek mi? Sanatçılar, evlatlarının veya yaşlı anne babalarının ölüm riskini alarak yan yana 100-150 kişi performansa çıkarılabilecek mi? Çıkmazsa açlıkla mı sınanacak?
Seyirciye sanal dünyadan ulaşalım deseniz, canlı performansın yerini tutacak mı? Dünyada aynı şekilde yüzlerce rakip içerik, hepsi kumandanın ucundayken, seyirci sizi mi izleyecek, Viyana Operası’nı mı, Berlin Filarmoni’yi mi? Kaç kurum dünyadaki rakiplerini eleyebilecek? Yurtiçi rekabetten, dünya ile rekabete geçilecek bir dönemde değilken, nasıl var olunacak?
Tiyatro, ağırlıkla dile dayalı bir sanat dalı olduğundan, burada görece ayrışıyor. Dolayısıyla sanal dünyadan yayınlandığında diğer dillerdeki alternatiflerinin doğal olarak önüne geçecektir. Ama TV ekranından izleneceğinden, dizi ve film tercihlerine yönelmeyecek seyirciyi bulması mümkün olacak mı, birlikte göreceğiz. Bu açıdan, aynı sayısal platformlarda yaşandığı gibi bir dönüşüm yaşanabilir. Ancak diğer sahne sanatlarında durum belirsiz.
Önümüzdeki sürecin, her ülkede, toplumların neyi korumak istediklerine göre değişebileceğini öngörüyorum. Devletlerin çoğunun ağırlıkla ekonomiyi koruma üzerine alınacak önlemleri hayata geçirmesi nedeniyle burada en büyük güç, sivil topluma düşecek gibi görünüyor. Ancak sivil toplum örgütlerine lüzum görüldüğünde kayyım atanma düzenlemesi ardından, kaynaklarını nereye harcayacakları üzerinde de bir baskı unsuru oluşacak mı? Bilemiyoruz.
Özetlemek gerekirse, bilemediğimiz sisli bir geleceğe bakarken, soru işaretlerini hala cevaplayamıyoruz. Ama umut, bizim her zaman yaşama nedenimiz değil mi?
“Yapraksız kaldın diye gövdeni kestirtme, zira bu işin baharı var” demiş Mevlâna. Umarız genç sanatçılara ve sanatseverlere ufukta bir ışık gösterebileceğimiz günler yakın olsun…
[1] BBDSO Viyolonsel Sanatçısı ve Kültür Emek Sen Kurum Temsilcisi. [email protected]