Son çözümlemede devletlû egemenler de insandır. Öyle olmasalardı, bir sürü müneccimin, falcının, bilicinin kafasını kesmezlerdi. Çünkü diğer ölümlüler gibi iktidar sahipleri de göklerden gelen sesin hakikati değil, duymak istedikleri şeyleri söylemesini istiyorlardı. İç ferahlatıcı sözler dökülmedikçe gelecekten haber verenin dilinden, doğruyu söylemelerinin hiç gereği yoktu. Aslında yıkılış, açlık, kıtlık, ölüm ve ayrılıklardan ve bunların türlü-çeşitli biçimlerinden söz etmenin olağan olduğu bir dünyada, bunları “önceden” haber vermek için gizemli güçlere sahip olmak da gerekmezdi! Ağzını açan, bu kötü, korkunç, istenmez şeylerden konuşuyorsa bilinmeyen bir şeyden söz etmiyordur zaten. Ama her devrin yönetenler sınıfı, kendi egemenlikleri altında her şeyin âlâ, yolunda ve iyi olduğuna ve kendi egemenlikleri sürdükçe hep öyle kalacağına inanmak ve herkesi de buna inandırmak isterler. Bu yüzden, “gidişat iyi değildir” diyebilecek herkes susmalı, susturulmalıdır. İster müneccim olsun, ister bilgin ya da ahaliden biri…
Pek göze çarpmasa da tarihçi de bu “ağzı karalar” sırasındadır.
Zira “böyle giderse, geleceğin hiç de güzel olmayacağını” söylemenin biçimlerinden biri, geçmişten dosdoğru söz etmektir; bunun da yolu, yıldızlara bakar gibi eski zamanlara bakıp ders çıkarılabilecek bir tarih yazmaktır. Müneccimlerle tarihçilerin ortak yanı uzaklara bakarak yakındakiler hakkında bir şeyler söylemeleri, ya da en azından burnunun dibindekilere dokundurmalarıdır. Ama eski tarihçiler de, çağdaşları müneccimler gibi, kötü haber vermektense, geçmişin yüceltilmiş hallerini sultanlarının önüne sermeyi seçmişlerdi. Bu yüzden, yaptıkları iş destancılığa benzerdi. Örneğin “menkıbe, menakıpname” denilen tür, padişahların ya da ulu kişilerin her birini birer gazi olarak anlatırken, sefere hazırlanan askerleri de gazi olma yolunda heveslendirmeyi amaçlardı. Yani geçmişten söz edenler aslında bugün için propaganda yaparlardı. Özellikle “saray tarihçiliği” diye adlandırılan yazıcılık, başlangıcından itibaren soy-sop kayıtçılığı, olabildiğince de cihat ve gazâ goygoyculuğu olmuştu.
Yaşadığımız korkunç günlerin tarihle ilişkilendirilmiş politik propagandasının içeriği de budur. Öyleyse, şöyle bir tanıma ulaşabiliriz: Uydurulmuş bir geçmiş hikâyesini, ondan daha uyduruk bir ölümsüzlük hikâyesine bağlayarak yazılan propaganda metni oluşturmaya, “tarih yazmak” denir! Bu, bir “milli maç” öncesinde de, komşu ülkenin topraklarına girince de lâzım olur…
***
Sultanların dizi dibinde şanlı geçmiş masalları ve ulu çınarlar gibi köklü ve dallı budaklı soyağaçları uydurarak gün sayanların aslında yapabilecekleri başka bir şey yoktu. Kötü bir miras devralmışlardı. Onlardan önce de, geçmişin kaydını ilk tutanlar gerçeği anlatmaktansa efsane düzmeyi uygun görmüşlerdi. Mısır firavunlarının kumtaşlarına kazıdıkları hiyerogliflerin hemen hepsi yalnızca propaganda değeri taşır. Hangi krala boyun eğdirilmiş, hangi savaş zaferle bitmiş, efendimiz ne kadar güçlüymüş, hangi tanrıların soyundan gelirmiş, bunları anlatır bize. Anlatmaya, ya da anılır kılmaya değer en önemli şey tanrıların ve kralların iç içe geçmiş hayatına ilişkindir. Göklerin ve yerlerin efendilerinin soyunu sopunu, evrenin ve tanrıların geçmişini bizim efendimize bağlayan yolları uydurmak, yönetilen yığınların kendilerine uygulanan zulmün ne kadar haklı ve değiştirilemez olduğuna inanmaları için iyi bir araçtır! Şu var ki, güncel ihtiyaçlar bakımından yöneticiler bu saçmalığın dozunu arttırabilir, biçimini ve içeriğini değiştirebilir, ama aracın niteliği ve işlevi değişmez.
Romalı senatör Çiçero’nun yakıştırdığı unvanla “Tarihin Babası” diye biline gelen Heredot’u okuyanlar ve izleyenler de, bu geleneğe uydular. O da kendisinden öncekiler gibi, örneğin, Leonidas ya da Leotykhidas’ın soyunu sopunu Sparta krallarının atası sayılan Herakles’e kadar uzatmış, pek çok “önemli kişi”ye soy ağaçları dikmiştir. Diğer yandan Heredot, zamanının dünyasını ülke ülke gezip farklı kavimlerden insanlarla konuşmuş, en eski yapıları görmek için bazen yolunu değiştirip bilinmeyen dillerde bilinmeyen yazılarla oyulmuş işaretlerden anlam çıkarmaya çalışmıştı. Ama bütün bu malzeme, Heredot öyle istemiş olmasa bile, sonuçta heyecan ve merak uyandırmaya hizmet eden bir masal külliyatı gibi algılanmaktan kurtulamadı. Tanrıların adları ve kökleri değişmişti, firavunların yerini krallar ya da kendine bir soy uydurma ihtiyacında olanlar almıştı ama tarihçi denen kişinin elinden çıkan yazıların görevi değişmemişti. O yüzden Heredot’un anlattıklarının bir bölümü gerçekten tarihsel olaylar mı yoksa masallar mı olduğu belirsiz kaldı. Tarihin efsaneleştirilmesi, belki o çağlar için sözlü aktarım geleneği içinde kuşaktan kuşağa aktarılmasını kolaylaştırıyordu, ama sonuçta masal ve tarih birbirine karışıyor, gerçek yüzlerce palavranın içinden kırılarak geçiyordu. Onunla başladığı doğruysa eğer, tarihin yönetici sınıflar elinde etki kazanan görev haritasını da o çizmişti.
***
Gelgelelim, tarihin ne ile ya da kimle başladığı sorusuna verilen cevaplar farklıdır. Okullarda bize tarihin yazıyla başladığı ezberletildi. Sonra da, “tarihsel dönemler” anlatıldı. Taş devri, tunç devri vs. Yazıdan önce tarih yoksa, bu devirler neyin devriydi? Çocuk aklının almayacağı karmaşık sorunlar vardı, bugün de devam ediyor. “Tarihten önce vardık, tarihten sonra varız. Türk’üz: Cumhuriyet’in göğsümüz tunç siperi; Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri!” diye başlayıp giden Onuncu Yıl Marşı, yalnızca “muhalif cumhuriyetçilerin” değil, iktidardaki kesimin de hissiyatını dile getiriyor artık. Bu marşın dile getirdiği tarih tezine göre, tarih yazıyla değil Türk ile başlamıştır. Daha sonra, ilk insanın da Türk olduğuna kadar abartılan bu tez, Tanrı’nın Âdem ile hangi dilde konuştuğunu tartışan dindarlar arasında küçük bir ayrışmaya yol açtıysa da, milli hisleri güçlendiren etkisinden bir şey yitirmedi. Günümüzde de, Hakkâri’de dört bin yıllık, İstanbul’da üç bin beş yüz yıllık “Türk mezarı” bulunduğu yolunda çıkan haberler, “Türk’ün gücüne güç katan” bu tezlerin kanıtı değilse nedir?
Ne zaman “milli birlik ve beraberliğe her zamankinden daha çok ihtiyaç” duyulsa, tarihin masallaştırılmış hali imdada çağrılır. Bugünlerde Türk-İslam tarihi, katran kıvamında ve aşırı dozda üstelik damardan veriliyor. Ama yalnız Türkiye egemenleri değil, bütün dünya egemenleri aynı sloganı bağırıyor.
Örneğin Brexit cenderesindeki Britanya… 2017’nin son ayında iki ayrı Churchill filmi birden gösterime girdi. Birinin adı gündeme uygun: En Karanlık Günler… O en karanlık günlerde, ülkenin etrafında birleşebileceği bir simgeye ihtiyacı var ve o, başbakan Churchill… Bir yandan kendi kabinesinde Hitler’le, hem de Mussolini aracılığıyla uzlaşma arayan “savaş karşıtları” çabalıyor, diğer yandan direnmeyi ve her yönden savaşmayı örgütlemek isteyen Churchill… O, halkın sesini dinliyor, güçlükleri ve olanakları biliyor, gece gündüz çalışıyor ve karanlık günlerden savaşarak çıkmayı istiyor.
Diğer film, Churchill’in farklı bir yönünü öne çıkarıyor. Savaşı, en az kayıpla ve kazanma güvencesiyle kabul eden, aksi takdirde “vatan evlatlarını” ölüme göndermek istemeyen bir Churchill… Fakat bu kez karşısında, krallığın generalleri var ve onlar Avrupa’ya belirlenen günde çıkarma yapmaya kararlılar. Burada anlatıldığına göre, bütün yetkilerine, etkili siyasal kişiliğine, saygı duyulan geçmişine karşın Churchill’in sözü geçmiyor! Politikacı endişelerini temsil eden başbakan, askerliği bilen ve emir komuta zincirinin başında olan komutanların kararlılığını kıramıyor. Generaller, o konuştukça sessizce dinliyorlar ve bildiklerini yapacaklarını kuvvetle hissettiriyorlar. “Evlatlarımı ölüme gönderemem” diyen adama rağmen Birleşik Krallık’ın çıkarlarının gereğini yapacak olanlar vardır! İmparatorluğun tüm tarihsel deneyimini temsil eden, seçimle gelip gitmeyen, ciddi, soğuk ve kararlı kurumlar vardır! Özetle, “büyük çıkarlar” söz konusu olduğunda elbette evlatlar ölecektir!
Avrupa Birliği’nden ayrılma kararı çıkan referandum sonucunda Büyük Britanya ahalisi fena halde bölünmüş, ekonomi ağır yük altına girmişti. Bu durumda birliği sağlayacak ve tıpkı “en karanlık günler”de olduğu gibi fedakârlıklara katlanmayı kabul ettirecek bir propaganda için Nazizm’e karşı direniş yıllarını hatırlatmak iyi bir yol olmalıydı. Tarih bir kez daha güncel sıkıntılar karşısında yönetici sınıfın imdadına çağrıldı. Buna Merkell karşıtı hava yaratmak da eşlik etti, bu görevi de sabah-akşam şehir içi ulaşım yollarında bedava dağıtılan reklam gazeteleri üstlendi. Londra merkezli ve dünya çapında etkili uluslararası ilişkiler ve ekonomi dergisi The Economist işin derin ve ciddi yanlarının teorisini yaparak yol gösteriyor.
Türkiye’deki ilkel milliyetçi ve dinci propagandaya göre hayli “ince” sayılabilecek bu propaganda, sonuçta “HAYIR dedik ve belaya girdik, ama olsun, biz ne badireler atlatmışız geçmişte” duygusunu yaratmakta hiç de etkisiz olmadı.
***
Tarihi, güncel politikanın işine yarayacak ıvır zıvır deposu gibi karıştırmak yerine, olup biteni anlamak, olacakları kestirmek ve en önemlisi yaşanan gerçekliği eleştirmek ve değiştirmek için okuyup yazma Marx’la başladı. Açıkça iddia edilebilir ki, Marx’tan önce tarih yoktu! Geçmiş, bugün ve gelecek arasında maddi bağlantılar kurmak ve en önemlisi bir bütün olarak tarihi sınıf mücadeleleri açısından anlamak ve anlatmak, soy-sop tarihçiliğinden tümüyle farklı bir iştir. Buradan egemen sınıflar için propaganda malzemesi çıkmaz. Uyuşturucu, boyun eğmeye, ölmeye çağıran masallar türetilemez. Ondan önce, “şiddet, savaş, yağma, cinayet, soygun vb. tarihin itici gücü olarak” kabul edilmişti ve bunlar, yalnızca geçmişin değil, günümüzün de temel ve değiştirilemez gerçeği olarak gösterilirken yine tarihe başvuruluyor.
En eski diyalektikçilerin öğrettiği bir gerçeği hatırlamanın zamanıdır. Pante Rei! Her şey akar! Hareket ve değişme, sınıf mücadeleleri biçimini aldığında olmuş ve olmakta olanlar, işimize gelenin seçilip “işte gerçek budur” diye ortaya atabileceğimiz karmaşık bir yığın olmaktan çıkar.