yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

Paul Langevin’in Mirası: Bilim ve Laiklik

Paul Langevin’in 12 Şubat 1931’de Fransa’da “Bilim ve Laiklik” başlığıyla verdiği konferansın metni geçtiğimiz senenin sonunda Mustafa Öcal çevirisiyle ve Paris-Est Créteil Üniversitesi’nde (UPEC) öğretim görevlisi Deniz Uztopal’ın önsözüyle Ginko Bilim’den yayımlandı. Langevin’in yaşamı ve düşünceleri bu yazının konusu olacak, nitekim Bilim ve Laiklik kitabının kıymetini anlamak açısından Langevin’in hayatına ve etkinliklerine dair birkaç noktayı öne çıkarmak faydalı olacaktır.

Paul Langevin, 1872 yılında Paris’te emekçi bir ailenin çocuğu olarak doğan; manyetizma, özel görelilik gibi alanlarda çalışmaları bulunan, 20. yüzyılın en önemli fizikçilerinden birisi. Fransız Komünist Partisi üyesi olan Langevin sadece bilimsel çalışmalarıyla bilinen bir bilim insanı değil. Aynı zamanda bilim tarihi ve bilim eğitimi gibi alanlarda da yazıp çizen, bir bilim insanı olarak toplumsal sorumluluğunun da farkında olan bir isim. Yaşamının sonuna kadar üniversitelerde, çeşitli alanlarda konferanslar vererek, imza kampanyaları örgütleyerek, çeşitli grupların kurulmasının parçası olarak bilfiil mücadelenin içerisinde de yer alan bir aydın. Bu kitap (konferans metni) da onlardan birisi sadece. Langevin’in eylem ve düşüncelerini şekillendiren şey de “düşüncede ve eylemde” tarihe, bilim tarihine ve bilimsel keşiflere; olguların gelişimi, evrimi ve birbirleri arasındaki ilişki üzerinden bakan, diyalektik materyalist dünya görüşüne sahip olması esasen. Konferansın girişinde Langevin’i takdim eden Marceau Pivert de onu çok kısa bir şekilde anlatmaktadır aslında: “O bir bilim insanıdır, elbette bir laboratuvar insanıdır ama kendisini yalnızca çalışmaya, doğa kuvvetlerini araştırmaya değil, toplumsal mesele gibi zahmetli bir konuya adamaktan da çekinmeyen bir bilim insanı, bir eylem insanıdır.”1

Langevin burada da bilimi ve laikliği, tüm tarihsel ve toplumsal ilişkileriyle ele alıyor.  Tartışmanın bir sonucu olarak da tarihsel bir “sorumluluk” ve “sonuç” çıkartacak düzeyde laikliğin gerekliliğini tartışıyor. Kendisinin de konferansın hemen başında niyetini belli edecek biçimde açıkça söylediği gibi “İnsanın sadece doğaya ya da kendisine karşı değil, aynı zamanda diğer insanlara karşı da tutumunu belirlemek ve nitelendirmek için bilime, bilimsel çabaya neden güvendiğimizi2 anlatıyor. İlk bakışta bilimsel olandan “ahlaki” bir ilke çıkarmayı düşündürtüp kafalarda soru işaretlerine yol açmış olabilir ama Langevin’i iyi anlamak açısından kitaptan biraz çıkıp -kitaba kadar olan ve kitapta da bahsedilen- tarihsel olaylara ve olguların gelişimine bakmak, böylece kitaba yazıldığı koşullarda bakmak gerekir.  Tabii buradan doğru da kitapta gündem edilen ve edilemeyen biçimiyle bugüne tuttuğu ışığı da böyle incelemeye tabi tutmak gerekir.

Bilim ve Din Arasındaki İlişki

Bilim ve laiklik ilişkisinden bahsedeceksek belki bunun ilk olarak bilim ve din ilişkisiyle (ya da bilimsel düşünce ve dinsel düşünce de denebilir) alakalı olduğunu söylemek gerekir. Bu “ilişkinin” ya da “ilişkilenmenin” kendisi de esasen çatışmadır. Laikliği gündem ettiğimiz din-devlet arasındaki ilişki de din ve bilim arasındaki çatışmanın kaynağıdır. Bu yüzden bu kaynağı incelemek ilişkiyi anlamak açısından başat önemde. Çünkü göreceğiz ki din başta işlevsel bir yanılsama olsa da daha sonraları sömürülenlerin benimseyecekleri manevi bir araca dönüşecektir.

İnsanının iki eli, evriminin bir aşamasında iki ayak üzerinde durmasının bir sonucu olarak, boşa çıkmıştır. Engels’in Doğanın Diyalektiği notlarında da konu ettiği gibi iki elinin boşa çıkmasıyla birlikte insanın eli, emeğinin hem “organı” hem de “ürünüydü”. Bu aynı zamanda bilincinin de ortaya çıkışıydı. Bilinciyle birlikte hem doğayı (aynı zamanda toplumu) hem de kendisini değiştiriyordu. Kendini değiştirmesi de esasında egemen durumdaki toplumsal ilişkilerin onda cisimleşmesinden doğru geliyordu. Toplumsal yaşamın maddi koşullarını, kendi toplumsal varlığını değiştirmesiyle kendisini de değiştiriyordu. Bilim de tarihin bir aşamasında doğayı ve toplumu anlamanın ve anlamakla da kalmayıp onu da değiştirmenin en önemli aracı olacaktı.

Din konusunu da anlamak açısından benzer bir “anlamlandırma” yapılabilir. Her biri kendi alanlarında olmak üzere bilim ve din, evrenle insanın varlık sebebini anlama çabasına, çevremizdeki gerçekliğin anlaşılmasına ve değerlendirilmesine dair belirli bakış açılarını bir bütün hâlinde sunmaktadır. Bu tartışmanın esas yönü de materyalist ve idealist görüşlere dayanmakta. Materyalist dünya görüşü açısından doğanın ve toplumun gelişme yasaları bilinebilir ve bununla birlikte de nesnelerin ve gerçek olayların, dünyanın değiştirilmesinin olanağı, onların insan için anlaşılabilir olmalarıdır. Dinde ise sonsuz erk sahibi tanrının varlığı kabul edilirken insanın, sadece tanrının izin verdiği şeyleri kavrayabileceği düşünülür.  Meseleyi burada derinleştirmeden bu düşünsel olanın da tarihsel gelişimine de bakmak gerekiyor.

İnsan inançsal (imansal da denebilir) olanda kendi özlemlerini, isteklerini ve beklentilerini canlandırır. Dinsel görüşte de kendi doğasının insansal özellikleriyle birlikte de hatta toplumsal yaşamına özgü olanları da kendisinden “daha kudretli”, “her şeye muktedir” olana atfeder. Langevin’in de bahsettiği gibi “Kendisini ezen tüm güçleri kendisininkine benzer irade ve arzuların eylemi vasıtasıyla yorumladı.”3

Dinsel inancın insanın tarihinde ortaya çıktığı koşullar olarak yine en başta bahsettiğimiz doğayla girilen savaşımı söyleyebiliriz. Nitekim insan, yaşamında büyük zorluklarla karşılaşırken anlamlandıramadığı olaylar karşısında korku duyarak, doğa güçlerine doğaüstü anlamlar yüklemeye başladı. Din, insanın bu savaşımda eksik güçlerini tamamlamasının bir “yardımcısı” olurken insan, bilincinin (daha özel olarak hayal gücünün) yardımıyla yarattığı “güçlere” boyun eğdi. Esas olarak bu anlam yükleme farklı biçimler alarak ve tabii ki egemen sınıflar açısından da “araçsallaşarak” günümüze kadar farklı biçim ve içeriklerle geldi. Çünkü yöneten dine “muhtaç” olacaktı, kendisinin egemen olduğu hiyerarşiyi dayandırabileceği en önemli dayanaklardan biri haline gelecekti. Yine toplumsal ve tarihsel olarak izleyebildiğimiz ölçüde görebiliyoruz ki bu görüşler de aslında toplumsal olanla ilişkiliydi, başlıca geçim kaynağı olan yerlerde geçim kaynağı olan canlının tanrılaştırılmasından coğrafi koşullara göre yaratılan çeşitli imgeler halini aldılar.

Mitolojiden Tek Tanrılı Dinlere

Antik Yunan kültürü ve mitolojisine baktığımızda burada da esas gördüğümüz durum, göksel güçler tarafından yönetilen hayat ve iradesini göksel güce teslim eden insandır. Langevin aynı zamanda bu dönemde “doğa güçlerinin de sınıflandırıldığına” da dikkat çeker. Bu anlama ve sınıflandırma esasen maddenin özünü (ya da töz) arama çabasıydı. Bu ilk zamanlarda su, ateş, hava ve topraktı. Langevin “nedensellik” ile birlikte korkularından kurtulması açısından da bu gelişmenin önemine vurgu yapıyor: “Sonuç felaket olsa bile onu öngörmek ve anlamak, gelişigüzel dış iradelere çaresizce teslim olmaktan daha güven verici, ahlaki olarak daha sağlamdı.”4

Bu dönemde Demokritos’un fikirleri bu bahsedilen anlama çabasıdır. Demokritos’un atomculuk anlayışı, evrenin hareketli ve değişen bir yapıya sahip olduğunu savunuyordu. Ona göre, maddenin temelinde bulunan atomlar, sürekli bir hareket içinde, evreni meydana getiriyordu. Bu görüşü aynı zamanda -sonraları kilisenin de sırtını yaslayacağı- Aristoteles’in değişmeyen dünya görüşüne bir karşı çıkış olarak anlam kazanmıştı.

Diğer yandan, Platon’un “idealar dünyası” öğretisi, düşüncenin öncel olduğunu ve mükemmel bir dünya olan idealar dünyasının gerçekliğin temelini oluşturduğunu savunmakta. Platon’a göre, dünyadaki nesneler, bu idealar dünyasındaki mükemmel “formların” yansımalarıdır. Ona göre, maddenin ötesinde var olan bu idealar, gerçek anlamda bilgiye ve hakikate ulaşma çabalarını yönlendirirler. Sonuçta Platon aynı zamanda mükemmel devleti de filozofların yöneteceğini düşünüyordu. Dönem açısından baktığımızda da Antik Yunan toplumunun genel olarak köleci bir yapıya evrilmesi ve kol emeğinin büyük ölçüde özgür olmayan emeğe dönüşmesi, bu süreçte kol emeğinin “itibarsızlaşmasına” yol açtı. Düşünsel ve eylemsel olanın düalistik yorumu; düşüncenin üstünlüğü konusundaki düşünsel zeminin temelinde de bu değişim yatmaktaydı.

Batı toplumu ve düşünce tarihi açısında belki uzun süre bu fikirlerin pek değişmeden sürdüğü bir tablodan söz edebiliriz. İslam tarihi açısından “altın çağ” diye bahsedilen dönemlerde Farabi, İbn Rüşd ve İbn Sina gibi isimlerin başını çektiği düşünürler, hatta çeşitli bilimsel uygulayıcılar “dinle çelişecek” şeyler söylemiş olsalar da bu dönemde yaşamış isimler “deney ve gözlemi” esas alan düzeyde diyebileceğimiz çeşitli önermelerde bulunmuşlardır. Ancak bu düşünürler de Aristocu düşünceden uzak değildir. Özellikle İbn Rüşd’ün ussal gerçeklikle dinsel gerçekliği birbirinden ayırmak ve her birini kendi alanında geçerli saymak yoluyla dinsellikten bilimselliğe geçişi sağlayan Rönesans öğretisi olan Çifte Gerçeklik Öğretisi’nin temeli olacak düşünceleri bulunmaktadır. İbn Rüşd’e göre din, ahlaki rehberlik ve metafizik konular üzerine odaklanan bir alandı. Felsefenin ise rasyonel düşünce ve doğa yasalarının anlaşılmasına odaklanması gerekirdi. Ona göre, din ve felsefe, insanın bütünsel bilgi arayışında birbirini tamamlayan unsurlardı ve bu iki alanın uyum içinde var olması önemliydi. Aslında daha sonraları “laikliğin” de tartışılmasını sağlayacaklardan olan bu öğreti ilerici bir karakter taşırken, dinin varlığının bilim karşısındaki “mutlak” varlığının savunusunda kullanılan bir düşünce olarak da yorumlanacaktı.

Aristocu Düşünceye ve Kilise’ye Karşı Bilim

Batı açısından da aynı dönemde Aristo’nun aziz ilan edildiği ve tümdengelimci mantığının benimsendiği bir tablo hâkimdi. Aristocu tümdengelimci mantık, bilgilerin zaten var olan genel prensiplerden türetilerek elde edilebileceğini savunur. Ancak, bu anlayışa karşı bir çıkış, Francis Bacon’un felsefesiyle ortaya çıktı. Bacon’a göre bilgi, tümevarım yoluyla, yani tek tek gözlemlerden genel prensiplere ulaşmak suretiyle elde ediliyordu. Döneme bakınca da bu düşüncenin dönemin koşulları içinde, alt sınıfların egemen sınıflara karşı muhalefetinin bir yansıması olarak ortaya çıktığını söyleyebileceğimiz hareketler mevcut. Bunlardan en önemlisi Kilise otoritesine karşı bir başkaldırı olan Protestanlık hareketi. Protestanlık, Papa’nın egemenliğine karşı çıkıyordu ve birden fazla dinin varlığını savunuyordu. Bu, aynı zamanda köylü hareketi olarak da ortaya çıktı, çünkü Kilise genellikle toprak sahibiydi. Kilise’nin toprak sahipliği, sosyal düzendeki yerinin ve gücünün temelini oluşturuyordu. Köylüler, Kilise’nin ekonomik ve sosyal gücüne karşı çıkarak reformist bir duruş sergiliyordu.

Bu örneklerle de görüyoruz ki tarihsel ve toplumsal olan gelişim süreçleri, onların bugündeki çeşitli yansımalarını ya da sonuçlarını da anlamayı kolaylaştırmaktadır. Langevin de “Savunmak ve geliştirmek istediğimiz laik düşüncenin farklı çağlarda bilimin bulgularına dayandığı su götürmezdir4 diyerek böylesi bir toplumsal ve tarihsel incelemenin önemine vurgu yapıyor. Kronolojik olarak devam edelim.

Bu bağlamda atlanmaması gereken bir diğer önemli süreç, “Kopernik Devrimi”dir. Kopernik Devrimi, ortaçağ düşünce yapısını derinden sarsan ve güçlü bir etki bırakan bir dönüşümü temsil ediyor. Kopernik’in Güneş Merkezli Modeli, önceki Ptolemaik (Batlamyuscu) Modelin yerine geçerek, yıldızların sabit olmadığını ve Dünya’nın sıradan bir gezegen olduğunu öne sürdü. Bu modele göre evrenin merkezi Güneş’ti ve diğer gezegenler de Güneş etrafında dönüyordu. Bu, o dönemde yaygın olarak kabul edilen Ptolemaik Modelin tersiydi, çünkü Ptolemaik modelde Dünya merkezi konumdaydı. Aynı zamanda da Kopernik’in bu fikri Kilise’nin Geosentrik (Dünya merkezli) Evren Modeline karşı bir çıkışı temsil ettiği için uzun süre direnişle karşılanacaktı.

Kilise’nin benimsediği model, teolojik görüşlerle uyumlu olduğu düşünülen bir dünya görüşünün parçasıydı. Kopernik’in modeli, peygamberlerin buraya inmiş olma görüşüne ve Dünya’nın özel bir konuma sahip olduğu düşüncesine karşı çıkmasıyla özellikle eleştirilmiştir. Bu çatışma, Galileo Galilei’nin teleskopla yaptığı gözlemlerle daha da alevlendi. Galilei’nin keşifleri, Kopernik’in Dünya’nın merkezde olmadığı görüşünü desteklediği için Kilise tarafından ciddi bir şekilde eleştirildi ve Galileo Engizisyon’da yargılandı. Galileo’nun -günün sonunda desteklediği fikrinden geri adım atmış olsa da- mahkeme salonundan çıkarken ettiği ünlü söz “Eppur si muove” (Yine de dönüyor) olmuştur.

Tabii dünyayı anlama çabası sadece “gökyüzü” açısından sürmüyordu. İnsanın kendisi de aslında bilimin nesnesi halini alacaktı. Bunun da en önemli yolu “kadim” öğreti şeklinde olan tıpla birlikte olacaktı. Cerrahlar insan bedeni hakkında bilgi edinmek için kadavraları kullanmaya başladılar, ancak bu durum bedenin kutsallığının ve dini inançların göz ardı edilmesine yol açacaktı. Otopsi, özellikle yaratılışçı düşüncelerle çatışma doğurdu. Yaratılışçı perspektife göre, insan vücudu bir ruh ve cisim birlikteliğinden oluşurdu. Ancak cerrahlar, kan, kemik, sinir gibi fiziksel bileşenlerin incelenmesi yoluyla anatomik bilgi elde etmeye başladılar. Bu durum, geleneksel dünya görüşlerine karşı bir meydan okuma olmuştu.

Aydınlanma

Tüm bunların gelişiminin bir sonucu olarak da aslında Aydınlanma kaçınılmaz gibi gözüküyordu. Esasında değişen üretim ilişkileri de Aydınlanma’yı kaçınılmaz hale getiriyordu. Aydınlanma hareketi, 17. ve 18. yüzyıllarda Avrupa’da yayılan bir düşünce akımıydı. Bu dönemde, bireyin akıl ve bilim yoluyla dünyayı anlaması, bağımsız düşünce ve özgürlük ilkeleri öne çıktı. Aydınlanma döneminde laiklik, din ve bilimi birbirinden ayırmaya yönelik bir çaba olarak ortaya çıkacaktı. Bu dönemde, bilimsel düşünce ve rasyonalizmin yükselişiyle birlikte, dinin toplumsal ve siyasi etkisine karşı çıkma eğilimi güç kazandı. Laiklik, bu bağlamda, bilimin ve akıl yürütmenin, dini otoritenin yerini alması gerektiğini savunuyordu. Bilim ve dini keskin bir biçimde ayırıyordu.

Burjuvazinin yükselişi sadece ekonomik bir değişimle değil, toplumsal değişimlerle de geldi elbette. Bilim, endüstriyel devrim ve teknolojik ilerlemeyle birleşerek büyük bir önem kazandı. Bu dönemde, bilim ve teknoloji, üretim süreçlerini ve ekonomik gelişmeyi yönlendiren anahtar faktörler haline geldi. Dolayısıyla, burjuvazi için bilim, ilerlemenin ve güç kazanmanın bir aracı olarak büyük bir önem taşıdı. Daha sonraları ise, bilim ve bireylerin sorgulaması kendi iktidarı açısından tehdit halini alacağından bunun sınırlanması ve kontrol edilmesi gereken bir şey olduğunu bilerek hareket etmeye başlayacaktı.

Fransız materyalistler ise aynı dönemde dinin toplum içindeki rolünü inceleyerek, dinin doğuşunu ve yayılmasını belirli toplumsal koşullar ve sınıfsal çıkarlarla ilişkilendirdiler. Onlara göre, din, toplumsal düzenin sürdürülmesine hizmet eden bir araç olarak ortaya çıkmış ve yayılmıştı. Bu düşünürler, dinin, egemen sınıfların çıkarlarına hizmet ettiğini ve toplumsal düzeni meşrulaştırdığını kavradılar. Langevin de bu düşünürlerden fazlasıyla etkilenmiştir.

Darwin, Freud ve Marx

Bu gelişmeler ve tartışmalar kuşkusuz 19. yy’da da devam edecekti. Bunlardan ilki insan ve diğer canlıların aynı kökenden geldiklerine ilişkin kanıtların ortaya konduğu “Evrim Teorisi” ve “doğal seçilim” gibi bir mekanizmanın Charles Darwin tarafından ortaya konmasıdır. Bu teori, insanın diğer canlılarla ortak bir evrimsel geçmişe sahip olduğunu öne sürerek, insanın kutsallık perdesini yırtıp atıyordu. Dinsel görüşte her şey insan içindir, insan en merkezdedir. Tanrısal yaratımın zirve noktası, tanrının son hedefi insandır. Bu nedenle de dünyada var olan her şey, tanrı tarafından insan için yaratılmıştır. İnsanın evrimsel bakış açısıyla anlaşılması, onu diğer canlılardan ayrı ve kutsal bir varlık olarak görmekten ziyade, doğanın bir parçası olarak konumlandırıyordu. Langevin de yine aslında evrimi ve bilimin bu çabasına vurgu yapacak şekilde şöyle bahsediyor: “Bilimsel uğraşların sonuçlarının; yaşamın anlamı, insanlar ve onları çevreleyen şeyler arasındaki ilişkiler, insanlarda türünün diğer temsilcileri arasındaki ilişkiler, gerek genel olarak yaşamın gerekse özel olarak insan türünün geçmişi ve geleceği üzerine zihnin kendi bilincine vardığı andan itibaren sorduğu bu temel soruların –belki de hiçbir zaman ulaşamayacağımız- çözümüne gitgide daha fazla yaklaşmamıza yardımcı olduğu su götürmezdir.5

Öte yandan Freud da burada oldukça önemlidir. Özellikle “bilinç dışı” zihinsel süreçlere odaklanarak, insanın ruhsal durumlarını anlamaya çalışması sebebiyle. Her ne kadar tek taraflı ve sınırlı sonuçlara varmış olsa da bu bakış açısıyla insanın iç dünyasını maddi olmayan, ancak yaşanmış deneyimlere dayanan bir şekilde incelemeye çalıştı. Gaipten değil, doğrudan kişinin yaşamıyla ilgili olan deneyimlerin sonuçları olarak mental durumları açıklama çabası, yine dönemin dinsel görüşüyle çatışmalıydı. İnsan davranışlarını ve ruhsal durumlarını analiz ederken dini açıklamalara ve metafizik varsayımlara başvurmak yerine, bireyin kişisel geçmişi, çocukluk deneyimleri ve bilinçdışı süreçler üzerinde durması da yine bu çatışma açısından önemlidir.

Bir de tabii Karl Marx ve Friedrich Engels de bu dönemin en önemli isimlerinden. Marx’ın teorisi, toplumları şekillendiren temel güç olarak ekonomik yapıları görmekte ve bu yapıların insan ilişkilerini ve sosyal organizasyonu belirlediğini savunmakta. Toplumlar, üretim ilişkileri ve sınıf çatışmaları üzerinden evrim geçirirler. Üretim biçimi de, üretim güçleri ile üretim ilişkilerinden meydana gelmektedir. Üretim güçlerinin sürekli gelişmesiyle birlikte sonunda üretim güçlerinin yükselen düzeyine uygun olan yeni güçlerle yer değiştirmiş olurlar. Üzerinde bilim ve din gibi başka toplumsal ilişkilerin (siyaset, hukuk vs.) yükseldiği toplumun ekonomik temeli, üretim ilişkilerinin toplamıdır aslında. Altyapıdaki değişim, üstyapının değişimini de gerekli kılar. Sonunda toplumun tamamı genel olarak gelişiminin yeni ve daha yüksek bir aşamasına geçmiş olur. Doğa yasalarına uygun nesnel bir süreç olan toplumsal gelişme, tarihsel materyalizmin de çıkış noktasıdır. Bunun tehlikesi de işte burada yatmaktadır. Yani sömürünün olduğu dünyada düzenlerini korumak için her şeyi yapan egemen sınıflara karşı yeni bir dünyayı kurmak, toplumun ilerici güçlerinin egemen sınıfın direncini kırmasına bağlıdır. Daha da önemlisi “yeni toplumsal düzen kaçınılmazdır.” İnsanlar üretim güçlerini geliştirerek, maddi değerlerin üretim sürecini gerçekleştirerek ve ömrünü doldurmuş olan güçlerini direnişini sınıf mücadelesi yoluyla kırarak, toplumsal gelişmenin ana unsurudurlar. Sonuç olarak da Marx’ın fikriyle toplumsal gelişmenin nesnel gerekliliği, gerçekten insanların en başta da işçilerin, emekçilerin pratik eylemleri sonucunda gerçekleşecektir.

Neoliberalizm ile Bilimsellikten Uzaklaşan Sağlık, Eğitim, Sosyal Yaşam

Günümüze doğru geldiğimizde, özellikle 70’lerden başlayarak eğitim, sağlık ve sosyal alandaki değişimleri incelemek burada önem arz ediyor. Türkiye açısından da özel örnekler barındıran bu süreçte yine ekonomik olarak gerçekleşen değişimlerin kendisi bu alanlardaki değişimlerin de kaynağını oluşturuyor.

80’li yılların sonrasında, özellikle neoliberal reformların etkisiyle devletin eğitim alanındaki rolünün aşamalı olarak azalması, dinin kamusal alandaki etkisini artırdı. Neoliberal politikaların bir sonucu olarak devlet, eğitim sisteminden çekilerek, eğitimi bir “sektör” haline getirdi. Bu değişimle birlikte, eğitimde dini yapıların kamusal işlevi yerine getirmesine yönelik bir eğilim ortaya çıktı. Devletin eğitim alanındaki geri çekilmesi, eğitim sisteminde bir boşluğa neden oldu. Bu boşluğu, cemaat ve tarikatlar doldurmaya başladı. Eğitimde daha fazla rol almaya başlayan cemaat ve tarikatlar, bu süreçte dini içerikleri ve “değerleri” eğitim programlarına entegre etmeye başladılar. Cemaat ve tarikatların eğitimde artan rolü, toplumda farklı dini görüşlere ve öğretilere dayalı eğitim modelinin ortaya çıkmasına neden oldu. Esasen burada da devletin “geri çekilmesinin” de alanı boş bırakmaktan ziyade beraber hareket etmeye ve egemen sınıfın işini görecek düzeyde bir alan açma olduğuna vurgu yapmalıyız.

Tabii bu “alan açma” ya da ekonomik açıdan “özelleştirmeler” eğitim alanında olmadı, sağlık da bunun bir parçasıydı. Neoliberal politikaların etkisiyle kamu fonlarıyla finanse edilen sağlık hizmetlerinin dönüşümü, sağlık “sektöründeki” çeşitli değişikliklere neden oldu. Bu politikalar, sağlık hizmetlerinde farklı seçeneklere kapı aralamış, özel sektöre daha fazla alan tanımaya başlamış oldu. Bu durum, tıbbın giderek kamusallıktan uzaklaşmasına ve alternatif tıp uygulamalarının sektörleşen sağlık hizmetleri içinde yer bulmasına yol açan bir hal aldırdı. Bilimsel temellere dayanmayan veya etkinliği kanıtlanmamış bu uygulamaların sağlık alanında kendine yer bulması, sağlık hizmetlerinin standardizasyonu, bilimselliği ve etik konusunda da problemler barındırmakta. Bu problemlerin yanında bu uygulamalar kendini yeniden üreten boyutta dinsel/metafiziksel inancı kuvvetlendirmekte tüm hayatına sirayet eden bir hal almakta hatta ve hatta bu uygulamalar sonucu kişinin hayatını kaybetmesine kadar varmaktadır.

Tabii bu bahsedilen değişimler sosyal yaşam açısından da birçok değişikliğe sebep olmuştur. Dini değerler temelinde sosyal yaşamın şekillenişi de yine bu tarihlere tekabül etmektedir. Devletin ekonomik faaliyetlerden çekilmesi, sosyal hizmetlerin azalmasına ve bu alandaki sorumluluğun daha çok özel sektör ve sivil toplum kuruluşlarına devredilmesine yol açtı. Ancak, bu durum sosyal sorunları çözme yerine denetim altına alma eğilimindeydi. İşsizlik ve yoksulluk gibi sorunlar, “hayırsever” işverenlerin desteklediği sivil toplum kuruluşları aracılığıyla ele alınmaya çalışıldı. Bu dönemde, özel sektörün ve “iş dünyasının” sosyal sorumluluk projelerine ağırlık vermesi de özellikle medya aracılığıyla da yayılmaya başlandı. Bunun sonucunda vakıf adıyla örgütlenen “cemaatçilik” ile de sınıf bilincinin köreltilmeye çalışıldığını, yerine başka bir kolektif kimliğin yaratılmaya çalıştığını da görüyoruz.

Bu kısmı okurken Türkiye üzerinden de özellikle örnek vermenin ne yazık ki bizim açımızdan kolay olduğu bir durumdan bahsedebiliriz. Türkiye’de de özellikle Menderes dönemiyle de iyice kurumsallaşan biçimde cemaatlerin ve tarikatların sosyal yaşamdaki etkisi oldukça fazla olmaya başlayacaktı. Yine ‘80 darbesi sonrası eğitim müfredatı açısından yaratılışçılık düşüncesi devlet desteği ile müfredata girmiş, üniversitelerde bilimsel müfredatlara müdahale edilmiştir. Daha sonrasında da üniversitelerin demokratik yapılarından, kürsülerine de bu müdahaleler bilimsel eğitimden uzaklaştıracak dinci-gerici eğitimin kök saldırılmaya çalışıldığı biçimde devam etmiştir. Bugün açısından da Milli Eğitim Bakanı çıkıp mecliste tarikatların ve cemaatlerin eğitim alanındaki faaliyetlerine destek vereceklerini açıkça söyleyebilmektedir. Halihazırda süren okullara müftü atanmasını öneren “ÇEDES Projesi” de halktan gelen çeşitli itirazlara rağmen sürdürülmekte. Ya da geçtiğimiz sene tam da bu ayda yaşanılan depremde kendisi alanda olmayan, araçlarını kamu için konumlandırmayan devlet tarikatların ve cemaatlerin alana yığılmasına aracılık etmiştir. Yine sağlık hizmetleri açısından da özelleştirmeler sonucunda emekçiler açısından ulaşılamaz hale gelen sağlık hizmeti “alternatif” adı altında “zararlı” uygulamaları neredeyse zorunluluk haline getirdi. Pandemi sürecinde kendini “aşı karşıtlığı” şeklinde gösterecek düzeyde de komplo teorilerinden safsatalara birçok bilim dışı görüşün de çok daha kolay yayılabileceği bir zemin yarattı. Yine Türkiye’deki bilimsel çalışmaların fonlanmasından sorumlu kamu kurumunun uzun süredir verdiği fonlardan, gerçekleştirdiği yarışmalara hatta verdiği ödüllere bakınca da görüyoruz ki bilimsellikten uzaklaşmış, bahsedilen siyasal-toplumsal sorunlarla bağlantılı olarak çeşitli grup ya da cemaatlerle iş birliğine kadar varmıştır. Burada verilen kısıtlı örnekler dahi “laikliğin” gerekliliğini özellikle de aciliyetini fazlasıyla açık etmektedir.

Langevin ve Bilimin Yüklediği Sorumluluk

Tarihsel olarak biraz geriye dönersek, Langevin’ daha özel açtığı tartışmaları da görmekte yarar var. Langevin kitap boyunca özellikle ahlak kavramına vurgu yapmaktadır. Çünkü dönem açısında emperyalistler arasındaki çelişkilerin, paylaşım savaşlarının tüm dünyaya yıkım getirdiği, milyonlarca insanın hayatını kaybettiği süreçlerde bilimin kullanımına tüm dünya tanıklık etmişti. Kendi yaşamlarına yıkımdan başka bir şey getirmeyen bu araçlara dair önce bu işi icra edenlerin, bilim insanlarının düşünmesi gerekiyordu. Bu da tabii bilimin ne olduğunun, kimin aracı olduğunun, neye hizmet ettiğinin anlaşılmasını, elbette buna dair bir şeyler yapmayı gerektiriyordu. Bir Marksist olan Langevin de bunun sadece o yüzyıla has çelişkiler olmadığını, tarihsel toplumsal ilişkilerle bağı olduğunu ve bunları bilerek bir şeyler yapmak gerekliliğini biliyordu.

“İnsan türünün yetkinleşmesi” diyerek açtığı tartışmada geçmişten geleceğe de bir bağ kurarak “…onu elimizden geldiğince zenginleştirerek aktarmak gibi bir görevimiz var.”6 diyordu. Bunu söylemesinin sebebi de insanlık tarihine baktığında bazı şeylerin değişmediği müddetçe farklı görüngülerle ya da biçimlerle de olsa insanlığın karşısına çıktığını görebilmesiydi. “Bizler, kendimizden önceki milyonlarca neslin tüm acı ve çabalarının sonuçlarının aktarılmasının araçlarıyız ve aynı zamanda onlara karşı gelecekten sorumluyuz.”7

Kolektiviteye de özel bir vurgu yapmaktadır Langevin. Bilmektedir ki toplumsal olarak karşımıza koyduğu ya da saydığı tüm sorunlar esasında toplumsal olarak örgütlenecek bir güçle çözülebilecektir. Bireysel kurtuluş “olanaklarından” ancak dinci düşüncenin bahsettiğini söyler ve kurtuluş doktrinlerinin de esasında kendini bu dünyaya ait hissetmeyenlerin ya da öyle hissettirilmemiş olanların tercih ettiğini söyler. “Tüm bu kurtuluş doktrinlerinin bencil doktrinler olduğunu belirtmek isterim; kendini ya da başkalarını en azından dünyevi yaşam biçiminde değiştirmeyi görmediği için yalıtılmış hisseden insanın doğal hayatta kalma arzusu üzerine spekülasyon yaparlar; bu durumda insan ahiret yaşamı inançlarına meyleder ve kendi kurtuluşu ile başkalarının kurtuluşu arasında zorunlu bir bağıntı olmadığı için kendi başına, bireysel olarak kaçış yolları bulmaya çalışır.8 Tabii burada Langevin özellikle ahiret üzerinden bir bağ kurmuş olsa da bugün açısından bireysel olarak tercih edilen kaçış yollarının daha da çeşitlendiğini, hatta farklı dinsel biçimlerle birlikte de form kazandığını özel olarak belirtmek gerekir. Ya da bugün sayabileceğimiz birçok komplo teorisi ve safsata fikirleri de burada Langevin’in bu cümlesinin kapsamına rahatlıkla girmektedir.

Yarının adil dünyasını inşa etmek için de laikliğin gerekliliğine vurgu yapan Langevin “Doğada bilimden fazla verili olmayan adalet, iyilik ve barış gibi diğer insani inşalar için gerekli koşullar yaratmak üzere9 bir konumlanışın gerekliliğinden doğru “ahlak” vurgusunu yaptığını da ifade etmektedir. Langevin’in de sahip olduğu dünya görüşü açısından –nesnel- bilimin görüşü ahlaki açıdan bağlayıcıdır. Bir bütün olarak bilimlerin nesnel içeriği de daha insani koşulların olduğu bir dünyayı yaratmamızın da yükümlülüğünü doğurmakta. Gerçeğin kendisi böyledir. Herhangi bir verili zamanda görebildiklerimiz ekonomik ve politik olanların bir sonucu ya da onların zorunlu mücadelesi olan koşullardır. Langevin’in de dünya görüşü olan Marksizm, bu gerçekliği kavramanın ve bu sorumluluğu yerine getirmenin yöntem ve eylem kılavuzudur.

Marceau Pivert’in konferansı sonlandırdığı gibi yazıyı sonlandırmış olalım: “Bilim sayesinde tüm engelleri azaltacağız, tüm musibetleri defedeceğiz ve özellikle de savaş canavarının üstesinden geleceğiz… İnsanlık bilim insanları sayesinde, bilimsel yöntemler sayesinde, laik zihni oluşturan disiplinler sayesinde savaşı yenecektir.10


Referanslar:

1 Paul Langevin, Bilim ve Laiklik, çev. Mustafa Öcal, Ginko Bilim, sf. 28.

2 a.g.e. sf. 31

3 a.g.e. sf. 33

4 a.g.e. sf. 33

5 a.g.e. sf. 39

6 a.g.e sf. 46

7 a.g.e. sf. 52

8 a.g.e. sf 54

9 a.g.e. sf. 58

10 a.g.e. sf.64

Kaan Biçici
diğer yazıları

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir