yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

Peki Ama Sosyal Bilimler Bunu Yapabilir mi?

Karamsarlaşmaya ve pasifizme çanak tutan günler geçirilirken, Göksel Aymaz’dan geldi ‘militan iyimserlik’ daveti. Aymaz, sosyal bilimlerin insanlığın mevcut sorunlarına nasıl yanıt verdiği -ya da veremediği- tartışmasından hareketle, Ernst Bloch’un “Umut İlkesi” kitabından aldığı militan iyimserlik kavramı üzerine kuruyor son kitabı Militan İyimserlik-Sosyal Bilimler İçin Bir Epistemoloji’yi. Küresel ekonomik krizler, küresel salgın hastalıklar, ‘sınırlı-düşük yoğunluklu’ olarak tarif edilen ya da Suriye, Afganistan, Irak gibi belli ülkelerin sınırları içine yaşanıyor gibi görülse de etkileri küresel olan savaşlar/çatışmalar arasında sosyal bilimlerin insanlığa yeni bir çıkış önerip öneremeyeceğini tartışıyor.

Bloch’un militan iyimserliğini bugün sosyal bilimlere ‘bir öneri’ haline getirmek için ilk olarak ‘insanın dünyayı eylem halinde bilmesi’ gerektiğini belirterek başlıyor söze ve ‘harekete geçirmeyen hamlesiz ve kötürüm iyimserliğin en gerçek bir kötümserlikten daha kötü’ olduğu inancını dile getiriyor. Böyle bir iyimserlikten -elbette kötümserlikten de- uzak durmayı ‘olası bir güzel geleceğe ulaşma şartı’ olarak ortaya koyuyor.

***

Aymaz’ın yaptığı aslında Marksizm’in konuyla ilgili külliyatına güncel bir yolculuk: İyi olma olanağı bulunan bir geleceğe ulaşmak için insanın bilinçli eyleminden başka bir yol var mı? Değiştirme hedefi olmadan ‘gerçeklik’ kavranabilir mi? İnsan değiştiremediği gerçekle yüzleşmekten kaçmaya devam ederse, içine düştüğü çaresizlik çukurunda daha ne kadar debelenip duracak? Sonunda debelenebileceği bir çukur da kalmayana kadar mı?

Kitapta bu soruların yanıtları aranmadan önce, sosyal bilimlerin Aydınlanma ile ortaya çıkan ve ‘dünyayı değiştirmeye ve anlamaya’ odaklı geleneğini dumura uğratan gelişmeler inceleniyor. Sosyal bilimlerin önünü tıkayan, konusu ile bağlarını koparan ve onu ‘insandan bağımsızlaştıran’ postmodernizme ve onun gerçeği boğan diline odaklanılıyor. ‘Anlamın kayboluşu’ çerçevesinde bir postmodernizm eleştirisine girişiliyor. Bu böülmde verilen pek çok örnek arasında herhalde eğlencelisi –ve zaten uzunca da aktarılanı- Gezi eylemleri ile ilgili olarak Türkiye’de düzenlenen bir sempozyum oluyor. “Çokluğun Siyasetinin Gezi’yle Birlikte Almakta Olduğu Hal Üzerine Kolektif Bir Düşünme Zemini” yaratma iddiası ile yapılan sempozyuma sunulan bazı bildiri başlıkları ise tartışmanın nasıl yürütüleceğini anlatmak için aktarılmış: “Uyuşmazlığın Siyaseti ve Ortaklaşmanın Mikropolitiği”, “Gezi Sonrası Siyasette Antogonizma ve Queer”, “Gezi Direnişinin Biyo-Mekânsal Stratejisine Dair Bir Okuma: Direnç-Mekân’ın Çoklu-Ölçeklerdeki Metastazı”…

“Bu jargonda malûm parkın adı ‘temellük edilmiş bir uzam’, malûm isyan ‘yatay direniş’ oluyor hemen. Entelektüeli ahlaken sıradan insan mertebesine indirip sistem içinde kendi prestijinin peşine düşürmüş olan tahsilliler güruhu, bir kez daha gerçeği ifşa edecek yerde kendi teorik uzmanlıklarıyla prestij avına çıkıyor” diyen Aymaz’ın bu ‘dilsel performans ve retorik’ karşısındaki tespiti ise şöyle: “Çağın akıl sahibi insanları, dünyayla artık aklın hiç ihtiyaç duymayacağı biçimde ilgileniyor.”

***

Akıl, insanlığın sorunları karşısında böylesine devre dışı kalmışken onu ‘geri çağırmanın’ ve ileriye doğru bir adım atmanın imkanı var mı? Entelektüel kendi teorik gündemini yoksulluk, açlık, savaş ve hastalık gibi acil sorunların uzağında kurmaya devam etmeyecekse ya da bundan artık vazgeçmek niyetindeyse belki de onun için hâlâ bir umut vardır!

Burada da karşımıza militan iyimserlik tarafından sosyal bilimlerin devamı için öne sürülen koşul çıkıyor: İnsan kendi yarattığı dünyaya bakarken, ona kayıtsız kalamaz. Marx’ın ‘emek’, ‘yabancılaşma’, ‘tarihsel süreç’ gibi önemli kavramları felsefenin alanından alarak sosyolojinin alanına taşıdığını hatırlatan Göksel Aymaz, “Marksçı eleştiriye asıl gücünü veren unsurun da onun sosyolojik tarafı olduğunu” savunuyor.

Marksizm’e sosyal bilimler alanında yöneltilen ve onu -Aydınlanma’nın hümanist akımları ile eşitleyerek- ‘aslında bir toplum mühendisliği’ olduğunu öne süren yine postmodernizm kaynaklı ancak etkisi bugün de devam eden suçlamalar ne olacak peki? Aslında neyin olması gerektiğini ortaya koyan değil de insan için neyin olmaması gerektiğini anlatan Marx, Paris Komünü’nden Sovyetler Birliği’ne uzanan onca deneyimin de kapısını aralamıştı. Marksizm’in tüm bu deneyimler öncesindeki ‘ilk hali’ne dönüş bir ‘çare’ olabilir mi? Aymaz’ın öne sürdüğü bu değil ancak yürüttüğü tartışma bize tarih içerisindeki kısa ya da uzun süreli onlarca deneyimden alınan dersleri de hatırlatıyor. Ve yeni ‘denemeler’in sonsuz –elbette kapitalizm, dünyanın ve insanlığın sonunu getirmeden önce- ihtimale kapı araladığını da. Sosyal bilimlere burada düşen rol ise böylesi dönüştürücü bir mücadeleye girişecek aklın ‘gayreti’ olabilmek. Peki bu mümkün olabilir mi? Sosyal bilimler bunu yapabilir mi? Aksi, sonunda kendi çalışma alanını, yani insan topluluklarını yok edecek bir mahvoluşa her gün daha fazla sürüklenmek olduğu için çok da fazla seçeneği var gibi görünmüyor.

Yazıyı kitabın sonuyla bitirelim: “İnsan, içinde yok edilemez bir şeyin var olduğunu bilmekten mutluluk duyar, varlığından sürekli emin olmak ister ve emin olmadan yaşayamaz. O ‘şey’ İnsan için ümit’tir. Ümit, ışığını şimdi’de yayar, sevincini yarın’a bırakır.”

Barış Avşar
diğer yazıları