KORAY FEYİZ
1990’lı yıllar şairi Enver Topaloğlu aklın, yalnızca düşünmek için özel olarak eğitildiğinde gerçeği bulma yeteneğine sahip olduğuna inanıyor; eğitimi bu aklın disiplini olarak düşünüyor. İlk epistemolojik kitabı Yakamoz ve Tebessüm’dür. Bu ilk kitap ve ardından gelen Kristal Kral, Divane ve Aşk Kayıtları adlı kitaplarında şair, kendimiz de dâhil olmak üzere dünyayı algılayış biçimimizin, dünyayı tecrübe etme yöntemlerimiz tarafından belirlendiği düşüncesini ifade etmektedir. Ancak şairin bir ‘tabula rasa’ olarak benimsediği bu zihin teorisi, zihnin doğal haliyle oluşan yaşamın bir amblemidir. O halde, zihin, herhangi bir şey olmadan, beyaz bir kâğıt olarak, tüm karakterlerin boşluğu, fikirler; nasıl döşenecektir? Şairin neredeyse sonsuz bir çeşitliliğe sahip olan yoğun ve sınırsız fantezisi üzerine boyadığı bu büyük resmin önüne ne gelecektir? Şairin epistemolojisinde basit fikirler duyusal izlenimlerdir; karmaşık fikirler, basit fikirlerin insanın gönüllü aklının birleşimidir.
Topaloğlu, basitten karmaşığa benzer bir gelişme gösteriyor. Daha basit fikirler üzerine zihin, kombinasyon oluşturmada aktif bir güç kullanıyor. Basit fikirlerle döşendikten sonra bunları çeşitli kompozisyonlarda bir araya getirebiliyor ve çeşitli karmaşık fikirler üretebiliyor. Herhangi bir değerin eklenebileceği şiirler, hiçbir zaman çeşitli konularda üretilmedi. Ancak normalden daha fazla organik duyarlılığa sahip olan Nazire’de bu şiirler uzun ve derin bir şekilde düşünülmektedir. Topaloğlu’nun Nazire’si didaktik bir şiirdir ve ifadenin yaşam hakkındaki genel gerçekler olarak ‘yüz’ değerlerinden alınmalarını amaçlamaktadır. Topaloğlu şiirini tam olarak anlamak için, 1990’lardan sonra ama özellikle son on yılda oluşan politik ve estetik düşüncenin arka planını bilmemiz gerekir. Bu zamanda zihni eğitmek ve ruhu düzeltmek için doğanın gücüne karşı, kör ve neredeyse ‘mistik’ bir inanç ön plana çıktı. Daha sonra bu inancı terk etmek için şiirin geldiği bu noktada, Topaloğlu özel deneyime saygı duyuyor ve modernliğin temel olarak kendisine olan ilgisine dayanıyor. Öyle ki, kendisiyle ilgili uzun bir şiir yazma ihtimaline karşı alarma geçen Topaloğlu’nun tuhaf ama modern armağanlarından biri, bilincin doğasına ilişkin eşsiz bir içgörü sahibi olmasıdır. Şiirinin kökenlerine referansla bakıldığında, fikirler akla sansasyon ya da yansıma yoluyla ya da ikisinin bir kombinasyonu yoluyla geliyor. Akıl, duygulardan nesnelerin birincil özellikleri hakkında fikir ediniyor. Bu bağlamda, şiirin kökenlerine atıfta bulunarak fikirleri inceleyen Topaloğlu, madde kavramı ve insan bilgisinin doğasını ve derecelerini dikkate almaktan asla kaçınmıyor. Bilindiği gibi, zihnin kendisi tecrübe kapasitesi ile tanımlanır. Ancak zihin fikirlerle de, deneyimlerle de elde edilir: Yani vücuttaki dış cisimlerin, özellikle göz ve diğer duyu organlarının etkisiyle hayal gücünün en üst düzey işlevinin, normal rasyonelliğin üstünde bir anlayış düzlemine ulaşmak olduğu çarpıcı romantik ilkesi ile bağlantılıdır.
Buna göre, Topaloğlu şiirinde zihin benliğin ötesinde bir varlık haline geliyor ve şair, tecrübesini tarif ederken dizelerini retorik bir düzeye çıkarıyor. “Birlikler” başlıklı on bölümden oluşan şiirlerdeki anlatıcı, okuyucunun dikkatini, yaşamın önemli bir gerçeğine çekiyor; bu, tüm canlıların çürümeye maruz kalmasıdır ve “Birlikler” örneğinde iyi bir şekilde gösteriliyor. Şiirin birinci bölümünde ve devam eden dördüncü, beşinci, yedinci ve dokuzuncu bölümlerinde anlatıcı rastgele şairin yalnızlığını, aşklarını ve acılarını fiziksel görünümüne atıfta bulunarak sıralar ve bunları, gençliğinde deneyimlediği ‘yaşam’la karşılaştırır: “1 / benim yalnız kaldığım içimin parmaklığına yaslandığım gündü”, “4 / sevgilim dudakları olduğunu anımsayınca beni öpüyor”, “5 / bir yağmur bulutu sokuluyor göğün göğsüne bisikleti hiç olmamış”, “7 / dört duvara ev dedirten içindeki aşk”, “9 / aynada herkes dündür”. Bu dizelerde, anlatıcı, şairi okuyucuyla tanıştırır ve bunu yaparak, şairin çocukluk ve gençliğinin zıt bir resmini çizer. Dizeler, okuyucudan gelen sempatik tepkileri uyandırmaz, çünkü bunlar tarafsız ve ayrıktırlar. Görüntüde Locke’un “Bellek Teorisi”nin bağlantıları var, ancak retorik bir bakış açısına göre daha ilginç olanı, doğanın damgalanmasının insanlaştırılmış olmasıdır.
Bu amaçla, temelde bir kültür şiirinin daha önce formüle edildiğini kabul etmekle uğraşan Topaloğlu, asal formlarını ortaya koyuyor, kurucu terimlerini şekillendiriyor ve yirmi birinci yüzyılın antropolojik düşüncesinin önemli yönlerinin etkisini dizelerinde belirtiyor: İnsan kökenlerini yeniden yapılandırmanın anahtarı olarak dile olan ilgisi de kişisel modda oluşan “üçlükler” başlıklı şiirinin üçüncü, dördüncü, yedinci, dokuzuncu, on üçüncü, on altıncı, yirmi ikinci, yirmi altıncı, yirmi dokuzuncu bölümlerinde hem peyzajın hem de konuşmacının somutluğunu oluşturmak için, şiirde temsil edilen konuşmacının varlığını vurguluyor. Birlikte okuyalım: “3 / rüzgâr kışın / buzdan mızıkasında / gezdiriyor dudaklarını”, “4 / yargı kesindi ve bahçede / ağacından limonlar / gözyaşı olarak düşüyordu dibine”, “7 / doğanın da bir çocukluğu var / ilkbahar okula başlarken / tatile giriyor çocuklar”, “9 / güz kırlarında kasım / aralıkta iskeletini gezdiren / hayalete kazak örüyor”, “13 / gökdelenler daha bir yükseldi / minareler enseye dayalı / namlu olalı”, “16 / ağrı diyorsun içim ağrıyor / boynu bükük bir dağ / gölgesi düşüyor üstüme”, “22 / nergisle yankı / yeryüzünün suları çekildiğinde / şiirin sesine gittiler”, “26 / bir bahçe yaz günü / ne kadar serin olabilir / içinden gelmiyorsa kadının”, “29 / çocukken duruydu zaman / söğüt dallarının kolunda / gölün saati”. ‘İlkbahar’, ‘yaz’, ‘güz’ ve ‘kış’ sözcükleri şiire bir somutluk unsuru verir ve okuyucuyu şairin gözünden sahneye bakmaya davet eder. “Üçlükler”de Topaloğlu, mekânını ilk kez ziyaret ederken gençliğinde olduğu hali ile şimdiki kendini karşılaştırır. Şiirin ortasında gerçekleşen ve şairin genç benliğini ifade eden “ben”, şiirin açılışında gerçekleşen ve şairin kişisel deneyimini anlatan “ben”den farklıdır. Topaloğlu, çağdaş bilimin daha gizemli keşifleriyle ilişki kuracak ve belki de Newton ve Locke’un mekanistik teorileri tarafından yaratılan ikilemi çözecek olan bu tür Marksist ve felsefi yazarlardan elde edilen ipuçlarından kurtulmanın mümkün olabileceğine inanıyor. Bu bağlamda, şair ayrıca fiziksel deneyimini de vurguluyor. Yoğun hissetmenin büyük zevkleri, henüz kitaplaşmamış ama kitaplaşmayı bekleyen yeni dosyası “Geçerken”de, doğanın formlarından, renklerinden ve seslerinden türetilen ağrıyan sevinçler ve baş döndürücü kıskaçlar ile karakterize edilen bir dönemde (İstanbul, İzmir 2015-2019) anlatılmaktadır: Kitaptan ikinci, yedinci, on altıncı, yirmi birinci, yirmi sekizinci, otuz beşinci, otuz yedinci, kırkıncı, kırk altıncı, elli ikinci ve elli beşinci bölümleri okuyarak başlayalım: “2 / nereye uçarsan uç / hayat bu / bir kanadın yas / bir kanadın isyan dedi adam / aşk dedi kadın”, “7 / sürgüne yer yok da / acının yurdu şurada dedi adam / ekmek almaya giderken / çocuklar öldürülüyor sokaklarda / sevinçle başlayan her cümlenin dedi kadın / yasla bitmediği zamanları görecek miyiz”, “16 / aşk dedi adam iki kalp arasındaki coğrafyadır / felsefe sanat tarih / hatta / siyaset de olabilir / ama dedi kadın / aşk iki kalp arasındaki insanlıktır”, “21 / yurdumun üç tarafı deniz dedi adam / ah deniz / vah deniz / eyvah deniz dedi kadın”, “28 / geçmişi olmayan zamanın yayı dedi adam / ne kadar gerilecek ki daha / gülümse dedi kadın bu karakış biter”, “35 / beyaz giyenin gül vereni çok olur diyorlar dedi adam / bana uzatılan gül / dalı hep dikenden ibaret dedi kadın / avucumda köpüren kendi kanım”, “37 / biri dedi kadın / havaalanı deyince önüne üst üste iki nokta koyuyorum / ayrılık yazıyorum sonra uçak / bulutların karnına giren bıçak / mil çekiyor gökyüzüne / kendimden biliyorum dedi adam / kimsenin ayak izi kimseyi / eve götürmüyor artık”, “40 / haberler dedi adam / annesinin yarasını içinde taşıyan / hangi çocuk dedi kadın / kanlı bir ekmek bıçağına baba diyebilir”, “46 / aşk taksim olmaktır / dedi adam / yaşamanın anlamı taksim olmaktır dedi kadın / polis ablukasında gördük / yasaklı gördük / direnirken gördük / özgürlüğe yürüyünce gördük / taksim neymiş”, “52 / zamanın aynası dedi kadın / ister düne bak ister yarına / ne gördüğünü / durduğun yer belirliyor / ayna bugündür dedi adam / ayna benim dedi kadın / ayna sensin”, “55 / elli beş yıldır dünyadayım dedi adam / beni ilk görenden öte gidemedim / o kadar oldu mu dedi kadın / bakarken / aklıma gelmez hiç / denizin ne kadar zamandır burda olduğu”.
Yukarıdaki dizelerde; Topaloğlu, esas olarak, ilkeleri fenomenlerin doğal bir yorumuna dayanan rasyonel bir şairdir. Şiir teorisi, düşüncenin deneyimden kaynaklandığı ve duyum ya da deneyimin ürünleri dışında, fikirlerin ve daha karmaşık zihniyet biçimlerinin geliştirildiği varsayımına dayanır. En derin bağlılığı Marksist bir felsefedir. 2000’li yıllar şiirinin entelektüel ortamında şair felsefeye yöneliyor, doğa ve Locke’un görüşlerinin unsurları ona bu mantığı sağlıyor. Bu nedenle, Locke odağında Topaloğlu şiirlerinin, arkaik kültürün şekilsel dinamiğinin tutarlı teorisine büyük bir ölçüde yaklaştığını da görüyoruz. Şair, Gidene Kadar adlı dosyasında, zihnini kurcalayan soruların yanıtını bulmaya çalışıyor ve bunu yaparken de kendisini bir konu için özellikle de odağına aldığı ‘insan’ için seçilmiş bir ‘oyuncu’ olarak takdim etmeye rıza gösteriyor. Bir temaya razı olmaya çalışmıyor, ancak kendilerini ön plana çıkaran çeşitli konuların genişliğinden de uzak duruyor. Neredeyse belirgin bir şekilde, kendinden yola çıkarak ‘aşk’ diyen bir kadına “öfkeli bir babanın / akşamı gibi bazen / dalgaların tutunmak için kıyıya / uzanan elleri” dizelerinde görüldüğü gibi, ‘deniz’in kendisi için nasıl bir anlam ifade ettiğini “çiçeklere su / kuşlara ekmek verenin / seçtiği kadar uysal sözcüklerle / söyleşirken buluyorum” dizeleriyle karşılık vererek açıklamaya çalışıyor. Yaşamın ve kendi öznel zihninin bu duygusal, fizyolojik değerlendirmesi, çok modern ve kendinden daha önce ve sonra gelen şairlerin hepsinden çok farklıdır. Gezi Parkı direnişiyle ilgili on sekizinci bölümde, duyusal zevk yoğun bir ‘endişe’ ile karışır. Birlikte okuyalım: “18 / kırmızılı kadınla duran adamın / bir meydanla bir parkın / iç içe geçip kederle kahkahanın / olmazla imkânsızın ışığını gördük dedi adam / bir ağaç sadece ağaç / bir park sadece park / niçin değilmiş kanıtlanabilir / karşılıksız soruların da / yanıtlanabilir olduğunu / gördük dedi kadın”. Romantik bir şair, kendi etkili sembollerini yapmalıdır. Tanrı, olayların başlangıcına itilmiş olsa da, şair, ilişkisiz anılarla sonsuz ayrı seriden bir süre hissi yaratabilmelidir. Tam da bu noktada, Topaloğlu’nun zaman bilinci, şiirindeki konuşmacıdan özümsemiş olabileceği herhangi bir felsefi şemadan daha zengin ve daha ince bir şeydir ve kesinlikle bir okuyucunun çalışmalarında ileri sürebileceği herhangi bir şemadan daha zengindir. İnançları gerçekte aynı olsun ya da olmasın, şiirdeki konuşmacı kesinlikle yaşamının belirli bir döneminde paylaştığı olayları ya da paylaştığını düşündüğü pek çok olayı, şair ile birlikte, derin bir ‘uyum’ içinde tekrardan yaşamaktadır ve zaman geçtikçe, mizaç farklılıkları, onları zaman zaman teoride de farklılıkları olduğuna inanma eğilimine getirmektedir. Topaloğlu’nun yukarıdaki dizelerinde; toplumun ortak kültürel değerleri üzerindeki stresi, okuru, kendini gerçekleştirmenin olası yanlış anlamalarına ya da insanı kendi adına izole edilmiş ya da kendi kendine yeterli bir tutumu ima etmesine karşı korur. Bize insanın daha yüksek ya da manevi doğasının esasen sosyal olduğunu ve sosyalleşmenin insanın rasyonel ya da manevi doğasının bir ifadesi olduğunu hatırlatır. İnsan tüm potansiyelini yalnızca ailesinin bir üyesi olarak gerçekleştirebilir ve tüm insanlığın ortak mülkiyeti olan kültürel değerlere katılabilir ve onu geliştirebilir. Şair, manevi değerlerin gerçek varlığını, ebedi doğasını, evrenselliğini, deneycilik bağlamında içselleştirerek şiirini zenginleştiriyor. Aşağıdaki kırk sekizinci bölüm, uzun zaman önce eleştirilen aktif kelime haznesinden geçen terimlerden oluşan dizeler olarak bilinen antik bir türle ilgilidir. “48 / eskiciler / artık hep / arabaları boş geçiyor sokaktan dedi kadın / demek ki herkes dedi adam / eskilerden bir yeni yaratmış kendine”. Topaloğlu’nun felsefi bakış açısının çoğu, duygularının ve deneyimlerinin ona doğanın insan için tuttuğunu söylediği önemle ilgili rasyonel bir gerekçe bulma girişimidir. Doğanın ne olduğu hakkındaki iddiaları ve atikliğini, Marksizmi, düzenli düşünmeyi ve insan sevgisini destekleme konusundaki teorileri; şairin şiirinin özüdür ve katma değeridir aynı zamanda. Şairin bir diğer kitabı Aşk Kayıtları’dır. Bu kitaptaki idealleştirilmiş tematik şiirler, modern okuyucunun yüzlerce yıldan beri, şiirde giderek daha ‘gerçekçi’ olan tekniklerin yarısı kadar şartlandırılmış olması şartıyla kusursuzdur ve korunaklı bir insan ile kendinden daha az şanslı olan bir grup bilinmeyen insan arasında bir topluluk duygusu gibi bir dize; (“beni eve götür sevgilim”) kolayca duygusallık üretebilir; çünkü en yaygın duygusallık kaynağı soyut insanlığa acımaktır ve duygusallık, herkes gibi şairin de en zayıf yanlarından biri olmakla birlikte, romantizm de önemli bir temadır onun şiirinde. Topaloğlu’nun bu unutulmaz dizesinde; hayalet-ziyaret, değişebilirliğe meydan okuyan kalıcı bir kişisel ilişkinin kanıtıdır; (“beni eve götür sevgilim”) ‘geçmiş’ ile ‘şimdi’ arasındaki zamansal bölünmenin kapanmasını etkileyen bir aşkınlık anına da neden olmaktadır. Şair, büyümenin tecrübe üzerindeki etkisine ilişkin keşfi, çocukluğunun hatırlanmasından elde edebileceği en çarpıcı görüntüleri kullanarak, amacını belirtir ve delirmeden çocukluk duyarlılığının gücünü koruyan kişi olduğunu ve sonuçlarının da şiirleri olduğunu söylemeye devam eder, çünkü Topaloğlu’da tecrübenin içeriği, geçen doğadan gelen yoğun bir bilinçliliktir. Aklı ve duyularıyla bu bilincinin büyümesi, eylemleri ve iç hayatının üzerindeki tepkileri, bu dizenin (“beni eve götür sevgilim”) ana temasıdır ve deneyim olarak, sadece dizenin yoğunluğu kendine özgüdür, diyebilirim. Ayrıca, mekânsal ve zamansal kavramları da genellikle belli bir ölçüde eşittirler bu dizede.
Şimdi “Eksik” başlıklı şiirden birkaç dize okuyarak devam edelim: “erik ağacında / lir çalan / rüzgâr / kuru dallardan / gözyaşları topluyor / geri getirir mi / sıkıntının kemirdiğini / yalnızlıkla esrimek / … ” Yukarıdaki dizelerde, ilahi iktidar tarafından işgal edilen vizyon sahibi deneyimlerin çoğu gibi, ‘kuru dallardan gözyaşları toplamak’ bir tahribatın yanı sıra varlığın tüketimini de oluşturur. O nedenle, bu dizelere hareket ve nesnenin eşzamanlılığına ilahi ve doğal dünyaların birleşimi de eklenebilir. Şairin bir nehrin akışkan kalıcılığı ile karşı karşıya kalması ve geleceği toparlayan herhangi bir noktasında güçlü bir şekilde uyarılması gibidir bu. Topaloğlu’nun dili, bazen hiçbir dilin cevaplayamayacağı sorular sorar. Açık bir şekilde gördüğünü düşünen geleneksel berraklık, ayırt edici olduğu için yalnızca ölü, yalıtılmış bir şey görebilir ve bu nedenle dinamik bir karşılıklı bağımlılık dünyasında var olan herkese ‘kör’ olabilir. Topaloğlu’nun dili, o kadar saf ve güçlü ki, şairin duyuları; okurlarının ruhsal yaşamlarında bir gelgit akıntısı yaşamalarına yol açar. Şairin hayal gücü ile ilişkili duyguları; sadece derin bir duygu doğası ve yaratıcı aktiviteye sahiptir. Cesaret, hayal gücünü şiirle ve zihnin bilinçli bir aktivitesi olarak düşünür, ancak Topaloğlu bunu genellikle bir şiirde böyle bir dönüşümün ifadesinden ziyade, zihin içinde işlenen dönüşüm olarak düşünüyor. Yine de şairin sözcük ya da müzik olarak kendi aklına ilişkin deneyimlerine psikolojik kanıtlar verebileceği ‘bellek’ kavramını sağlayan Locke’un teorisidir. Locke geleneği, ‘evren’ kavramını; sabit ve keşfedilebilir yasalara göre çalışan büyük bir mekanizma olarak ve aklın kendisine duyularla verilenleri fikir oluşturma yoluyla pasif olarak kabul eden karşılaştırılabilir bir mekanizma olarak sağlamıştır. Bu gelenek kapsamında, şiir dekoratiftir, süstür ve figüratif dil; şiirsel olmak için yeterince hoş olmayan nesneleri giydirmenin bir yoludur. Topaloğlu bunların hiçbirini ‘dokunulmaz’ bırakmıyor. Gerçekliğe göre hareket etme gücünün tecrübesine aşinadır ve canlı, aktif bir evren duygusu ile güçlü bir şekilde iç içe geçmiş bir şekilde ve zihni; evrenle evlenmiş olmasından doğmuş olarak düşünmek eğilimindedir. Kant dışında hiçbir modern filozof, Locke’dan daha geniş bir etkiye sahip değildir ve Kant, ünlü selefine derinden borçludur. Bu iki filozof, modern dünyanın entelektüel temellerini oluşturmuştur. Bu arada, Locke’un felsefe için yaptığı şeyi, Topaloğlu 1990’lar ve sonrası Türk şiiri için yapıyor. Şair, pek çok çeşitli düşüncelere sahip olmasına rağmen, başkalarının ve kendisinin, kâr ve zevk alabileceği gibi; oysa bu düşüncelerin hepsi kendi içindedir, görünmez ve diğerlerinden gizlenmiştir. Ancak bir iletişim olmadan toplumun konforunun ve avantajının sağlanamayacağını bildiği için, bazı dışsal mantıklı işaretleri de bulması gerekiyor, bu nedenle düşüncelerinin yapıldığı görünmez fikirlere de önem vermesi kaçınılmazdır. Bu noktada, şimdi şairin “Beyaz Perçemli Akşam” ve “Çıt Sesi” başlıklı şiirlerinden birer bölüm okuyalım. “bugün yine çok çalıştım / okudum / yazdım / üstüm başım sözcük tozu / beni eve götür sevgilim” (Beyaz Perçemli Akşam). “yazın en ince yerine varınca ağustos / yazın en ince yerine varmış oldum / beni eve götür sevgilim” (Çıt Sesi). “Beyaz Perçemli Akşam” ve “Çıt Sesi” başlıklı şiirler, bir felsefe sistemi ve şiirsel bir deneyimin ifadesidir ve şiirsel bilincin gelişimini kaydederler; duygusal egoizmin toplumu doyurduğu bir ortamda, bu şiirlerin genişleme ve kendini ifade etme ortamını arayan bir tür şiirsel enerji haline geldiklerini görmek mümkündür. Topaloğlu’nun metaforlarının ve benzetimlerinin gerçek gücü, tek bir görüntüden veya tek bir şiirden değil, şiirinin tüm ‘bedeni’nden ortaya çıkar. Topaloğlu’nun arka planda oluşturduğu dil ve dilin bilme biçimleri ya da epistemoloji ile yakından ilişkili olduğu ve bu sorunların 1990 ve sonrası yıllar Türk şiirinin de kaygıları arasında bulunduğunu kabul ediyorum ve şiirinin yarattığı etkiye dayanarak, toplumun ve insanın amaçları için, bu şiirin zihni tamamen aktif hale getirdiğine inanırken, şiirin özünü ve aydınlatmacı ruhu bilmenin de önemli bir etkinlik olduğunu söylemenin yararlı olacağını belirtmek istiyorum.
Topaloğlu şiiri, somut bir bütünlüğü simgeleyen bir dil türüne dayanır; aynı zamanda şiir somut bütünlükler olarak görülen şeylere miras da kalmaktadır. Topaloğlu’nun sistemindeki sözcükler temel olarak fikirler ve sadece ikincil şeyler için duruyor ve bu görüşün dile maddi dünyada güvenceli bir satın alma duygusu verdiğinin de farkında şair. Topaloğlu’nun insan ve doğa felsefesi karmaşık değildir ve şiiri, duyguları uyandırdığı ve okurlarının aklını canlandırdığı sürece, olumlu ve olumsuz anlamda çeşitli vurgular ve yorumlar alacaktır. Şair, yukarıdaki dizelerde, örgütler ve hiyerarşiler ortadan kalktıktan sonra insanlığın kusursuzluğuna olan inancını ifade etmek için insani büyüklüğün görüntüsünü ortaya koyuyor. Şair modern dış dünyayı olduğu gibi, yani kendiliğinden algılanan soyut bir düşüncenin müdahalesinin yol açtığı şekilde gösterme eğilimini taşıyor. Öte yandan, dış dünyayı ancak dış dünyanın ötesine geçmek için temsil ediyor ve şiirinin entelektüelleşmesi bakımından kendini bu dış dünyaya davet etmek için kendine izin çıkarabilirse eğer, bu izinsiz girişin okuyucunun fikirlerini de genellikle karmaşıklıktan ve deneysel bir âlemden ayıran bir sınırdan geçerek belirginleştireceği kuşkusuzdur ve bu somut algılanan fikirlerin öncü olmalarından çok doğal bir yoldan takip edilebileceklerini de görmek olasıdır.
Özetle, Topaloğlu şemasında; okuyucuyu Marksizme başvurma konusunda sersemletiyor, ama cesaretlendirmiyor, çünkü insanın zihnine saygı duyulmasını ve bu anların ilham verdiğini ve zihnin doğal olarak okuru yönlendiren ‘doğru neden’ kapasitesine saygı göstermesi gerektiğini biliyor.
Şu anki dünyada yaşamak gibi.
OKUMA NOTLARI:
Topaloğlu, Enver: Aşk Kayıtları, Yitik Ülke Yayınları, 1.Baskı, Kasım:2013, İstanbul.
Topaloğlu, Enver: Nazire, nokitap, 1.Baskı, Mayıs:2017, İstanbul.
Topaloğlu, Enver: Gidene Kadar, Mühür Yayınları, 1.Baskı, Kasım:2019, İstanbul.