Marx ve Engels’in 1848 devrimlerinin arifesinde kaleme aldığı Komünist Manifesto şöyle başlıyor: “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor — Komünizm hayaleti. Eski Avrupa’nın bütün güçleri bu hayaleti defetmek üzere kutsal bir ittifak içine girdiler: Papa ile çar, Metternich ile Guizot, Fransız radikalleri ile Alman polis ajanları…”[1] Devrimin ayak sesleri Avrupa’ya yayılırken bu sesten ürken sadece monarşi değildi. 1871 yılında Paris Komünü’nün de kanlı bir şekilde bastırılmasının altında yatan bu devrim korkusu, özellikle ılımlı liberallerin hesaplanamayacak sonuçlarından korktukları için işçi sınıfının aleyhine kral ve aristokrasi ile nasıl uzlaştığını da açıklıyor. Avrupa devrimler ile sarsıladururken egemenler için devrim bir anomali, tarihsel sapma ya da bir “kaza” olmaktan çıkmış; önceden tahmin edilebilmesi ve kontrol edilmesi gereken bir korku unsuru haline gelmişti. Özellikle Fransız Devrimi ile “değişimin kaçınılmaz olduğu” gerçekliği, tarihin en eski monarşilerinden birini devirecek bir şekilde deneyimlendiğinde egemen sınıfların bilim ile kurduğu ilişki dahi farklı bir biçim aldı. Nasıl ki yerçekimi fiziğin yasaları ile anlaşılabiliyor ise nesnel ve bilinebilir bir çağda toplumsal değişim ve gelişimin yasalarını anlamak için de doğa yasalarının bilimsel modelleri benimsenebilirdi. Böylece döngüsel tarihin yerini çizgisel zaman anlayışının aldığı Aydınlanmacılık içerisinde yoğrulan Fransız Devrimi de hâkim sınıf olan burjuvazinin lehine doğa bilimleri ile ilerlemeyi anlayan sosyal bilim modelinin örtüşmesine katkıda bulunmuştur.
İşte bugün hâlâ yüzyıllar öncesinden gelen bu “devrim” korkusunun yönetenlere öğrettiklerinin izini takip eden burjuvazi, emekçi halkların karşısında her türlü zoru ve tahakkümü işletirken bir yandan da kendi ideolojik yeniden üretimini de sürdürmek zorunda. “Asrın felaketi” olan kapitalizm, önlemleri alınmış olsa felakete sebebiyet vermeyecek bir doğa olayına sarılarak gündelik yaşamda süregelen zorluk ve sömürüyü sıradanlaştırmaya ve rant ilişkilerini gizlemeye çalışırken; bir yandan da emekçiler için felakete çevirdiği bu yıkımdan yeni rant kapıları devşiriyor. Böylece, işçinin gündelik olarak deneyimlediği kadim felaket, yani emek sömürüsü ve son kertede onun belirlediği toplumsal ilişkiler bütünü de “asrın felaketi”nin gölgesinde git gide tanımlanamaz gri bir dumana dönüştürülmek isteniyor. 19. yüzyılın insanlık dışı koşulları ile günümüz çalışma ve yaşam koşullarının bir altüst oluşa olanak sağlamak açısından ciddi benzerlikleri olsa da halk hareketlerinin sömürü düzenini hedeflemeyen niteliği, burjuvazinin hegemonyasında eziliyor. Bu yazıda amaçlanan ise; proletarya ve burjuvazinin sınıf savaşındaki üstünlük dinamiğine göre yeniden tanımlanabilecek “felaket”in bugün açısından hem emekçiler hem de burjuvazinin sınıf egemenliği aygıtı olan devlet için ne olduğuna kapı aralayacak bir tartışma sürdürebilmek…
BURJUVAZİNİN FELAKETİ: DEVRİM
Günümüzde sel, orman yangını, deprem gibi doğa olayları emekçiler için birer “felaket”e dönüşürken; hâkim sınıflar için bu yıkımın ardından ortaya çıkan yeniden inşa ve rant olanağı, “felaket”in farklı tarihsel dönemlerde ve sınıfsal pozisyonlarda nasıl farklı anlamlar üstlenebildiğini de ortaya koyuyor. Büyük toplumsal altüst oluşlar ve devrim; egemenler için kontrol edilmesi ve önceden tahmin edilmesi gereken bir “felaket” iken; emekçi sınıfların felaketi, onların gündelik yaşamlarında deneyimlediği yoksulluk, yoksunluk, açlık ve sefalette sıradanlaşıyor. Başka bir deyişle, felaket; yüzyıllardan beri emekçilerin kanını emerek, onları hem fiziksel olarak sakatlayarak ve çoğunlukla iş cinayetinde öldürerek hem de günden güne tam anlamıyla tüketerek büyüyen kapitalizmdedir. İşte bu yüzden, emekçi sınıflar için (aslında egemen sınıflardan da farklı olarak) ani altüst oluş yoktur; aksine sınıflı toplumların temel sömürü yasasının işlediği “gündelik yaşam”da rant, sömürü, sosyal cinayet ve uzun vadeli tükeniş sıradan bir hale gelmiştir. Felaketin zaten “orada”lığına bir çeşit uyum sağlayan işçi sınıfı için bu sıradanlık belli zamanlarda kesintiye uğrayarak varlığını sezdirse de bu yeterli olmuyor. Sermaye kendisinin lehine günden güne emek gücünün yaşam süresini kısaltırken; ardı sıra gerçekleşen büyük depremlerin ardından bu sıradanlık belki kesintiye uğramış ve burjuva devletin var olma biçimi bir tür “yokluk” olarak açığa çıkmıştır. Ardından öne sürülen “asrın felaketi”, “beklenmedik olay” illüzyonu ile beraber gündelik yaşamda sıradanlaşan ama bu kesintide berraklaşan gerçeklik ise soğurulmaya çalışılmıştır. Çünkü sınıfın örgütlenme potansiyelini de açığa çıkaran ve sıradanlığın kesintiye uğradığı her an (iş cinayetleri, yüksekten düşme, ramak kalalar…) egemen sınıf ve onun temsilcileri için bir “felaket” riski taşıyor.
Ve bugün, burjuva devlet iktidarının tek adam yönetimi için felaket; depremin ilk gününden beri “nerede bu devlet!” diye haykıran depremzede yakınlarının; enkaz altında sosyal medyadan konumunu paylaşıp yardım çağrısı yapan yurttaşların; tırnağıyla enkaz altından yakınlarını çıkaranların; mesaiye gidemediği için telefonuna gelen mesajla işten çıkarıldığını öğrenen işçilerin; depremde sağ kalıp da bir linçte ölmemek için kendi evine dahi girmeye endişe eden mültecilerin; ekipmanlar gelmediği için enkazları başında öfke krizi geçiren ailelerin; hayvanlarını, toprağını, kültürünü terk etmek zorunda kalanların; asbestli molozları tarım arazilerine dökülen köylülerin ve canhıraş bir dayanışma ile birbirinin yarasını sarmaya çalışan bir halkın bugün yaşadıkları ile dünkü deneyimlerini birleştirerek bu kapitalist sömürü düzenini bütünlüklü ve örgütlü bir şekilde işaret edebilmesidir. Ama en çok da depremden önce dahi derme çatma, yıkılmaya yüz tutmuş evlerde yaşayanların, yoksulluktan baldırı çıplak gezen çocukların ve ekmek mücadelesinde sabrı sınananların parçalı ve dağınık öfkesinin devrimci potansiyelidir felaket…
***
Bugün açısından ise her krizden bir yama ile güçlenerek çıkan kapitalizm, bir sonraki çelişkisini yamayacağı başka bir krizi beklemeye devam ediyor… Kapitalizmin kendisine bir felaket niteliği kazandıran onun bu “yeniden inşa”cı ve rantçı özelliği tam olarak buradan doğuyor. Fakat “yeniden inşa”nın çekiciliğinde kapitalizmin emekçiler açısından yarattığı yıkımlar açıkça “Allah’ın lütfu” olarak karşılanırken; krizlerin faturasını sırtlamak zorunda bırakılan halkın tepkisini seyreltecek bir rıza üretmekte tıkanıyor iktidar. Burjuvazinin ve onun iktidardaki temsilcilerinin yönetme krizi tam da burada başlıyor işte: Bir yandan yıkımı ranta çevirecek bir “inşa” sürecine girmek; öte yandan ise artan toplumsal hoşnutsuzluğun önüne geçmek nasıl mümkün olabilir? Yıkımdan yeni rantlar devşirmenin kapitalizm için bir seçim değil ama zaruriyet olduğu düşünüldüğünde büyüyen toplumsal huzursuzluk ve öfke de çeşitli şekillerde soğurulmaya çalışılıyor. Bu noktadan depremin ilk gününden beri tek adam iktidarının açığa çıkan refleksini ise iki türlü okumak mümkün. İlk olarak, kendi iktidarının emekçilerin yaşamında yarattığı yoksulluğu ve (yazının başından beri vurguladığımız şekilde) olağanlaşan felaketleri; kader planı, mucize ya da tevekkül gibi dinsel referanslar ile yeniden “rutin”leştiriyor. İşte bir yandan deprem sırasında görülemeyecek bir hızla yeni konutlar için ihale ve inşaatlar başlatılırken; diğer yandan ise enkaz altına diri diri gömülen vatandaşlardan hayatta kalabilenler “mucize”nin konusu olageliyor. Demir-çelik, çimento ve inşaat malzemesi üreticileri bir yandan ellerini ovuştururken; diğer yandan ise “Türkiye Tek Yürek” kampanyasında milyonlar bağışlıyor… Fakat kitleler sadece rızaları alınarak ikna edilmeye de çalışılmıyor. Dünden bugüne birikmiş öfkeyi seyreltmeye yönelik gündelik yaşamda da devam eden sömürü ilişkilerinin üzerini örtbas edecek, zora dayalı bir hat da izleniyor. Ve işte bugün, tutulan defterler ve alınan notlarla devletin zor aygıtı hatırlatılıyor: “Yürekleri kavrulan insanların duygularını istismardan ırkçılığa, fedakârca yürütülen çalışmaları değersizleştirmek için iftiraya ve dezenformasyona kadar her türlü çirkefliği sergileyenleri şimdilik biz de not ediyoruz.”[2] Halkı parmak sallayarak terbiye etmekten başka seçeneği kalmayanların bu tutumu salt bir halktan kopukluk ya da yönetememe krizi olarak da anlaşılmamalı elbette… Buz gibi, mimiksiz ve duygusuz bir ifade ile deprem bölgesinde varlık gösteren iktidar ve “tutuklasalar da konuşacağım artık!” diye feryat eden depremzedeleri “indirin bunları!” diyerek azarlayan iktidarın ortağı; toplumun farklı kesimlerinden gelen tepkileri susturmak için her türlü yolu deniyor ve önümüzdeki günlerde kuşkusuz daha da sertleşecek.
Fakat her türlü rıza ve zor mekanizmasının çalıştırıldığı yönetme biçimine rağmen çatlaklardan fışkıran başka bir gerçeklik var. Gündelik yaşamda sıradanlaşmış ve bulanıklaşmış olan sömürü gerçekliğinin kriz anlarında berraklaşmak gibi tarihsel ve kaçınılmaz bir özelliği de var. İşte yazının başında bahsettiğimiz o gri duman; belki de yüz binlerce insanımızın öldüğü enkazların arasından çıkan dumandaki gri ile somutlaşıyor. Peki bu yeterli mi? Binlerce insanın ölümüne sebep olanın artık bir beceriksizlik değil; kâr ve rant düzeninin semptomu olduğuna dair kendiliğinden gelişen tepkiler yine “kendiliğinden” bir süreklilik halini alabilir mi? Başka türlü soralım: Gündelik yaşamda soğurulabilenin böylesi savaş, doğa olayı ya da salgın hastalık dönemlerinde belirginleşebilmesi ile beraber düşünüldüğünde ani bir bilinç alevlenmesinden bahsetmek mümkün müdür?
EMEKÇİLERİN ÖLÜM ÜÇGENİ
19. yüzyıla kısa bir yolculuk daha. Etkileri yıllarca süren savaşlar, salgın hastalıklar, doğal felaketler ve kıtlık belki de gündelik yaşamda sıradanlaşanın belirginleşmesine sebep olabildi. Fakat o dönem açısından iki sınıf açısından da bütün bu olaylar “bir anda” ya da “aniden” deneyimlenmedi. Tarihe bugünden hızlandırıp baktığımızda “olağanüstü” gibi görünen birçok olgu ve olay gündelik yaşamda istikrarlı bir hal alabildi. Hobsbawm’ın cümleleriyle söylersek “savaşan taraflarını bir yana koyarsak, Avrupa’nın sakinleri için savaş, muhtemelen yaşamın olağan seyrinde zaman zaman meydana gelen doğrudan bir kesintiden başka bir şey ifade etmiyordu”. Savaş ve salgın hastalıkların toplumsal ve siyasal yapıyı, hatta yönetim biçimlerini değiştirecek kadar etkili olduğunu yadsımamakla beraber basit bir nedensellikten de uzak durmakta fayda var. Fakat Napoleon savaşlarında “Jane Austen’ın kırda yaşayan ailesi, sanki hiçbir şey olmamış gibi işlerini sürdürebiliyordu.” Günde 13-15 saat çalışmak zorunda kalan ve sağlıksız, kirli koşullarda yaşayan işçiler için Patates Hastalığı’ndan (Phytophthora infestans) ölmek ile (1845 ve 1846 hasat mevsimlerinde diğer Avrupa ülkelerine de yayılan) açlık salgınından ölmek çok da fark etmiyordu. Başka bir deyişle, bir felaket olarak kapitalizm gündelik olarak zaten deneyimleniyordu. Dolayısı ile salt deneyim, ne kadar yıkıcı olursa olsun örgütlü bir tepkinin parçası olmadığı koşulda körü körüne ayaklanmalar ile sınırlı kalıp hızlıca sönümlenebiliyor.
Kendi tarihimiz açısından ise o kadar da geriye gitmeye gerek yok. Pandemi günleri emekçiler açısından ya açlıktan ya da virüsten ölmek ikilemi içerisinde geçerken; Hobsbawm’ın Jane Austen örneğinde vurguladığı gibi burjuva yaşam tarzından zerre ödün vermeyenler için çok da olağanüstü bir olay değildi. Aksine emekçiler sefalet ücreti, salgın hastalıktan ölüm tehlikesi ya da açlıktan ölüm üçgeninde bir kuşatılmışlık içerisindeyken; Sabancı kardeşler İstanbul’daki yalısında sporuna devam edebiliyordu. Kısa çalışma ödeneği ile pandemiden etkilenmeyen sektörler dahi kâr marjlarını artırırken (her ne kadar “ücretsiz izin” uygulaması ile işten atmak kâğıt üzerinde kısıtlansa da) KOD29 gibi “ahlaksızlık” kodları ile işçiler işsizlik maaşı ve kıdem gibi haklarından da mahrum bırakılacak şekilde işten çıkarılmaya devam ediyordu. Bu süreçte sınıfsal ayrışmaların belirginleşmesi, bu kuşatılmışlığının da önüne geçerek dağınık da olsa tüm dünyada kendiliğinden fiili eylemlere alan açtı. Emek Çalışmaları Topluluğu’nun raporuna göre, sadece 2020 yılında 1.596 tekil işçi ve memur eylemi gerçekleşti.[3]
NASIL BİR MÜCADELE?
Özetlemek gerekirse ne savaş ne kıtlık ne de “beklenmedik” bir kriz, ani ve hızlı bir altüst oluşa sebep oluyor. Fakat her ne kadar emekçilerin öfkesi bugün açısından örgütlü bir tepkiye dönüşmekte zayıflıklar barındırsa da irili, ufaklı ama dağınık işçi eylemlerine tanık olduğumuz son yıllardan bugüne ve asıl olarak yarına biriken bir şey var. “Yöneticilerin artık halkı eskisi gibi yönetemediği, yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmek istemeyeceği” bir devrimci durumun özgül koşulları gündelik hayatın zaten o “yakıcı” gerçekliğinde ve ağırlığında olgunlaşıyor.
Ve devrim… Devrim öyle bir felakettir ki burjuvazi için, sanrısından çıkan ayak sesleri, gümbürtüsü bile ürkütür onları.
Birkaç aydır Yunanistan’dan Fransa’ya birçok ülkede başını işçilerin çektiği halk yığınları ücretlerin artırılması, çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve emeklilik reformunun iptali gibi taleplerle sokaklarda “hükümet istifa!” diyor. Yunanistan’da meydana gelen tren kazasının ardından 57 yolcunun yaşamını yitirmesi nedeniyle başlayan gösteriler işçi ve sendika konfederasyonlarının genel grev ilan etmesiyle daha da güçleniyor. Sokaklarda yankılanan “ne kaza ne talihsiz bir an, insan yaşamının üstünde görülen kâr hırsı” sloganları ile Türkiye’de tribünlerde, konserlerde, fabrika grevlerinde ve kadınların eylemlerinde yankılanan “hükümet istifa!” sloganları birleşiyor. Elbette bu gümbürtü “devrim”in sanrısını hortlatmak için bile yeterli değil.
Depremden sonra mesaiye gidemediği için mesaj ile fabrika yönetimi tarafından işinden çıkarılan bir işçi, eşi rahatsızken izin alamadığında hissettiklerini; yakınları enkaz altındayken bir türlü gel(e)meyen yardımın yarattığı çaresizlik ile birleştirebildiği durumda; kendi enflasyon altında ezilirken bir avuç azınlığın lüks yaşantısını görüp bu çelişki ile “geçinemiyoruz” diyerek greve çıktığı anı ve grevinin engellenmesini birlikte düşünebildiğinde aslında bu sistemin bunca parçalı gibi görünen saldırılarında bir bütünlük olduğunu kavrayabilir. İşte o zaman günden güne ve ağır ağır onun kanını emen bir vampirin zaten hayatını bir felakete çevirdiğini görecek ve asıl mücadele alanı da bu felaketin her gün yeniden üretildiği o fabrikaya dönmüş olacak. Kentlerin hafızasına işlenmiş olan ortak yaşam ve mücadele alanları hatırlanacak; sokaklardan, meydanlardan, fabrikalardan ve amfilerden taşan örgütlü ve hedefli bir öfke kendi şeklini bulacak.
Ne “deprem komünizmi” ne de başka türlü yeni bir reçeteye ihtiyaç duyan sosyalizm… Ne yeni bir kapitalizm ne de yeni bir mücadele…İşçi sınıfı ve onun tarihsel birikimi dün olduğu gibi bugün de ısrarcı olmamız gereken çizgiyi hatırlatıyor:
“Varsın egemen sınıflar bir komünist devrim ürküntüsüyle tir tir titresinler. Proleterlerin, zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yok. Bir dünya var kazanacakları.
Bütün ülkelerin proleterleri, birleşin!”[4]
[1] Marx, K. & Engels, F. 1998. Komünist Parti Manifestosu (çev: Yılmaz Onay). Evrensel Basım Yayın, s.41
[2] Gazete Duvar, “Erdoğan: Her türlü çirkefliği sergileyenleri biz de not ediyoruz”, 14 Şubat 2023. https://www.gazeteduvar.com.tr/erdogan-her-turlu-cirkefligi-sergileyenleri-biz-de-not-ediyoruz-haber-1603648
[3] Emek Çalışmaları Topluluğu, “2020 İşçi Sınıfı Eylemleri Raporu”, https://emekcalisma.org/2021/12/06/2020-isci-sinifi-eylemleri-raporu/
[4] Age, s.78