En genel anlamıyla bir birey olarak insanın özgür gelişimini önleyen her şeye karşı bir isyandır Romantizm. Romantik mit ise her şeyin olması gerektiği gibi olduğu bir “Altın Çağ”a geri dönmeye ya da geleceğin dünyasını kurmaya yapılan bir çağrıdır. Romantizm modern çağın yarattığı yabancılaşmaya karşı verilen farklı tepki ve tavırları da ifade eder. Politik konumlanmalar sabit olmadığından ilericiliğin olduğu gibi gericiliğin de ideolojisi olabilir. Nitekim devrimcilerin en romantiği, romantiklerin en devrimcisi Heinrich Heine (1797-1856) önceleri ilericiliğin bayraktarı olan ancak daha sonra Katolikliğe intisap ederek gerici bir kamp oluşturan Alman Romantiklerini sert ifadelerle eleştirecektir:
“Bunlar anavatanın düşmanıdırlar, el etek öpen bir güruhturlar, ikiyüzlüdürler, yalancıdırlar ve korkaklıkta üstlerine yoktur. (…) O yalanın partisidir, onlar zorbalığın yardakçıları, tüm sefaletin geri çağrıcıları, geçmişin tüm vahşeti ve deliliğidirler.”[1]
Romantik Devrim
Eric Hobsbawm, sonuçları itibarıyla Fransız Devrimi’ni Sanayi Devrimi’yle birlikte ele almış ve onları “çifte devrim” olarak isimlendirmiştir. Hâlbuki bu ikiliye bir üçüncüyü ekleyerek modernizmi anlamaya dönük kavramsal bir sacayağı oluşturmak da pekâlâ mümkündür: Romantik Devrim. Diğerlerinden daha güçlü bir şekilde Almanya’da kök salan ve dalları kısa sürede Batı Avrupa’ya, güneye ve doğuya doğru uzanan “Romantik Devrim”. Romantizm, Sir Isaiah Berlin’in vurgulayarak ifade ettiği gibi “Batının bilincindeki en büyük değişimi” yaratmıştır. Bir kültür ve bilinç devrimi olarak Romantizm, ilk filizlenmelerini edebiyatta vererek, uzun zamana yayılmak suretiyle, klasisizmin üslup ve şekil alışkanlıklarına bir tepkinin ifadesi olarak ortaya çıkmıştır. Victor Hugo’nun “edebiyatta özgürleşme”, Goethe’nin kendi tecrübesi ve gözlemlerinden hareketle “delilik” ve “hastalık” dediği Romantizm, sadece “hassas ruhların” değil, adalet isteyen kitlelerin de sesi olmuştur. Sanatı bireyselleştirdiği gibi toplumsallaştırmış olan Romantizm, bu bağlamda kitleselleşme çağının ruhunu da yansıtmış ve politikleşen sanatın ve politikacılaşan şairlerin elinde millî kültürün ve millî kimliğin ortaya çıkışının da yolunu açmıştır. Günümüzde de bu devrimin etkileri devam etmektedir.
Romantizmin Aşkınlığı
Dünyayı Aydınlanmanın ışığı altında müşahede etmekten imtina ederek karanlıklara, kendi iç dünyasına çekilen Romantik birey, kendisini tutkuyla bağlı olduğu sanat aracılığıyla ifade etmek istemiştir. Sanat eseri, sanatçının yaratıcı enerjisinin ve iradesinin, başka bir ifadeyle kendi özgünlüğünün bir sonucudur. Esas olan dünyevi başarı değil, kendini gerçekleştirme yolunda yenilgi, başarısızlığı hatta ölümü göze alabilmektir. Bir meydan okumadan önemli olan niyetin halis olması, samimiyet, temiz kalplilik, kendiliğindenliktir. Böylece romantik sanatçı, her türlü zorluğa rağmen kendini gerçekleştirmeye çalışan trajik kahraman hâline gelir. Kendisini trajik kahramana, hayatını ise bir yüceliğe işaret eden ve hiçbir koşulda nüvesine sızılamayan bir sanat eserine çevirirken, sanatını da aşkınlaştırır. Şiir, onlar için gizemi ortadan kalkmış bir dünyaya yeniden uluhiyet kazandırmanın bir aracı olmuştur. Tanrı’nın hükmünün geçmediği bir dünyada şair, bir tür yarı tanrıdır. Tarih ise halklar arasındaki sınırları belirleyen, onun ulusal karakterini bütün açıklığıyla ortaya çıkaran bir alan olarak değerlendirilmiştir. Romantik mitin ortaya çıkış koşullarını şiir ve anlatı temelli tarih belirlemiştir.
Romantik Tarihçilik
Romantizmin sanat teorisinde ifade edildiği gibi bir yüceliğe ancak sanat yoluyla işaret edileceğini düşünen romantik tarihçiler, Romantizmin sanat eseriyle göstermek istediği yüceyi, tarih sayfalarında aramışlar ve destanlarını işleyerek millî epik vücuda getirmeye çalışmışlardır. Romantik sanatçının kendi hayatıyla bütünleştirdiği eserine büyülü bir hava katmak istemesi gibi Romantik tarihçi de aynı şekilde ilahî olanın kendini açtığı tarih üzerinden destan ve şiir diline öykünerek aynı amacı taşımıştır. Bu amacın bir parçası, varoluş savaşlarının verildiği tarihsel kesitlerde vazife odaklı kahramanların trajik olduğu ölçüde açık uçlu anlamlar barındıran maceralarıyla şanlı geçmişin ruhunu geri çağırmak, kahramanlık çağına dönmek, “Altın Çağ”ın anısını bugünde yaşatmaktır. Yaşanılan dünyayı, kendilerini feda eden kahramanların imgeleriyle zenginleştirerek milletine üstünlük duygusu kazandırmak ve kutlu ölümü gelecek nesillerin belleğine ilham kaynağı olarak yerleştirmek, derin kaygılar içindeki gençliğe, mazinin eşsiz güzelliğini vadederek manevî doyuma ulaştırmaktır.
Burada mevcut sınırların ötesine geçerek sanat eserinin çok boyutlu derinliğine odaklanan Romantizmin, millî tarihe uyarlanmasının aynı sonucu vermediği, ortaya çıkan ürünlerin hamaset olarak kendini gösteren ve çoğu zaman yazarın kendi benlik algısıyla bütünleşen bir anlatıya dönüştüğü özellikle belirtilmelidir. Özgür gelişim önündeki bütün sınırlamaları ortadan kaldırmaya odaklanan ve sanatçının eserinden ayrı olarak ele alınmadığı bu anlayışta, tarih de milletin benzersiz dünyasının iç sınırlarını belirlemek işlevi üstlenmiştir. Anlatılan, girintileri çıkıntıları olmadığı gibi sınırlar arası geçişkenliğe asla izin vermeyen, dolayısıyla bireyselliğe değil ancak milliliğe ve millî karakter özelliklerine vurgu yapan, kendi içinde eksiksiz bir hikâyedir. Anlatılan, asla yeniye yer olmayan, sadece tekrar edilebilecek bir kahramanlık dünyasıdır.
Türkiye’de Romantizm
Konuyu Türkiye özelinde ele alacak olursak, Romantizmin sadece edebî ve tarih üretimlerinden bahsedebiliriz. Tanzimat döneminden beri özellikle Harbiye, Tıbbiye gibi okullarda Aydınlanma fikirleriyle birlikte ve edebî metinler vasıtasıyla öğrenciler arasında yaygınlık kazanmıştır. Cumhuriyetin ilk Romantik nesli ise 1930’larda ortaya çıkmıştır. Gökalpçı Türkçü Romantizmin merkezi Darülfünun olmuştur. Burada bir araya gelen Sabahattin Ali ve Pertev Naili Boratav ve Nihâl Atsız’ın ileriki zamanlarda yolları ayrılmıştır. Atsız için romantik faaliyet, yüksek kültürün halkta bıraktığı tortudan başka bir şey olmayan efsane fragmanlarıyla yukarıdan aşağıya bir kimlik inşa etmek olacaktır. Pertev Naili ise millî kimliği; bir milletin tarihsel bütünlüğünü gösteren kültürün envanterini folklorik malzemeden özellikle masallardan yola çıkarak aşağıdan yukarıya kurmak istemiştir. Boratav, “yaşayan müze” olarak halka yönelmiş ve oradan çağdaş bir kültürel kimlik devşirmeye çalışmışken, Atsız tarihî metinlerden ve efsanelerden hareketle etnik bir boyutu, yani ırkı öne çıkaran millî epiği yaratmaya gayret etmiştir. Sabahattin Ali köye, Orhan Şaik Gökyay Dede Korkut hikâyelerine yoğunlaşmıştır. Nihat Sami Banarlı ise Yahya Kemal’in [Beyatlı] tezleri üzerinden millî bir Romantizm akımı oluşturmaya çalışacaktır. Akademi dışında kalan Necip Fazıl İslamcı Romantizm, Nâzım Hikmet ise Devrimci Romantizmin otorite figürleri olacaklardır.
Türkiye’de Romantik mitleri inşa edenler işte bu isimler olacaktır. Bunlar arasında Nâzım Hikmet, Nihâl Atsız ve Necip Fazıl hiç şüphesiz kendi kamplarının öncü isimleridir. Öte yandan günümüzde yükseldiği gözlenen ırkçı milliyetçilikte Atsız’ın adı öne çıkmıştır. Atsız, duygulara yönelme ve kahramanlık tapıncı şeklinde ortaya çıkan yönelimi kalıcı kılmak adına Türkçülüğü sistemleştirmek yerine hamasi edebî üretimini sürekli kılmıştır. Atsız’ın milliyetçi harekete bıraktığı Türkçü miras, en çok kendilerini devleti yaşatma davasıyla özdeşleştiren ve siyaset üstü kahramanlık fikrine bağlılıkları dolayısıyla bağımsız hareket etmek isteyen gençlerde karşılık bulmuştur. Kendilerine Türk mitolojisinde devletin ve milletin kurtarıcısı kabul edilen “Bozkurtlar” adını veren ülkücü militanların büyük bir kısmı, kendilerini Atsız’ın romanlarında yarattığı kahramanların –Bozkurtlar– doğrudan mirasçıları olarak görmüşlerdir.
Romantik Mitin Gerekliliği
Hâlihazırda mülteci karşıtlığı, ırkçı Romantizmi güçlü konuma getirmiş ve faşist zihniyetin yolunu düzlemiştir. Bununla birlikte Romantizmden vazgeçmek ya da onu küçümsemek de mümkün değildir. Romantizm, başka bir dünya inancını mümkün kılan ve her şeyden önce insanın daha özverili, daha cesur, daha işbirlikçi, daha ahlaklı olabileceği, insan doğasının değişmez olmadığı, dolayısıyla mükemmelleştirilebileceği, fikri değişime anlam veren sembolik zemin gibi görünüyor. Sosyalizm, bir şekilde romantik hareketler tarafından şekillendirilmediği, kök salmadığı ve onları desteklemediği sürece daha potansiyelini yükseltemeyecektir. Romantizmden uzaklaşmak, insanın günlük kısıtlamalardan kurtulma kapasitesini zayıflatmak olacaktır. Dünyayı değiştirme mücadelesi için gereken enerjiyi ve iradeyi harekete geçirmenin başka bir yolu hayal edilemediği sürece, Romantizm gereklidir. Başka şekilde ifade edecek olursak, kapitalizmi ortadan kaldırmak için şiddete ve fedakârlığa ihtiyaç duyulabileceği ölçüde örgütlü hareket kendi Romantik mitini yaratmak ve bu miti sürekli kılmak zorundadır.
[1] Heinrich Heine, Romantizm Okulu, çev. Ömer B. Albayrak, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2015, sf. 175.