yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

Sabahın ve Akşamın Karanlığına Sığmayanlar

Sabahın zifiri karanlığının sessizliği ve akşamın korna çığırışlarının kapladığı bir telaş… Zaman aralıkları ömrü hapsediyor. Her yerden sesler geliyor ama kimse çağırmıyor. Git-gel, git-gelmeme ve gitmeme-gelmeme de yorgunluğun ahvalini yansıtıyor. Şehrin cümbüşü ve ritminin ayrılmaz parçası oluyorlar ama müzik çok uzaktan geliyor. Anlatılmamayı kimse bilmiyor. Yazılıyor, çiziliyor ama yoklar. Sınırların hayali çizgileri en çok da onları yok etmeye çalışıyor. Umutsuzluk ya da pes ediş anlatısı değil. Sadece tezahür. Biraz anlama, biraz da kızgınlık. Gerçekten bu bizim bitmeyen öfkemiz ne olacak? Gorki’nin Ana romanı mı dersin, Engels’in Manchester’ı mı? Karar senin değil, karar onların. Tarihin her anında olduğu gibi bugün de onlar, sabahın ve akşamın karanlığına sığmayanlar. 

Gençlik ve harflerle anlatıla anlatıla alfabeyi aşan bir kuşak tanımı üzerine kısa bir laf kalabalığı için belki de anlamsız bir giriş olduğunu düşünüyorsunuz. Belki haklısınız belki de değil. Sonda söyleyeceğimi başta belirtmek istiyorum. X, Y ve Z diye bitecekken şimdi de alfa olarak devam eden bir kuşak tanımı sarıyor her yanımızı. Teknolojiyi iyi kullanmayanı, birden çok dil bilmeyeni ve dillere pelesenk olmuş bir ifadeyle dünya vatandaşı olmayanı ötede bırakıyor bu harfler. Sadece bir harf ne çok şeye kadir… Halbuki girişteki anlatının kalabalık özneleri ne siyasetin ne de medyanın görmedikleri gençler. Onlar harflere sığdırılamayanlar ve sığamayanlar. İşte bütün hikâye de bu noktada başlıyor. Kabul edelim ki bu hikâye neoliberal süreçle artık daha da çetrefilli. 

Tarihçi Anne Kriegel, kuşakları harfle adlandırmanın elitist bir bakış olduğunu söylüyor.[1] Kriegel’in bu eleştirisinin yayınladığı tarih ise 1978, başka bir deyişle tam 44 yıl önce. Daha alfabenin son iki harfine gelinmeyen zamanlar. Geri dönüp baktığımızda sadece utançla neoliberalizmin ayak seslerini duymaya başlıyoruz. Kaseti bugüne sardığımızda ise yaygın bir şekilde birileri tarafından pazarlanmaya ve medya ile de kolayca köpürtülmeye çalışılan bu tanım; neoliberal utancın ortaklığını üstlenmekten çekinmiyor. Toplumsal kuşak tanımıyla tarihsel süreçteki ortaklaşmaların ve benzer tepkilerin altını çizen Karl Mannheim de[2] kuşağın heterojen bir olgu olduğunu ve kuşakların kendi içlerinde farklı kuşakları da kapsadığını belirtiyor. Popüler dille sözde naif ve hatta yer yer eğlenceli olarak dile getirilen “Z kuşağı” söylemi ise kapitalizmin eşitsizliklerini görmemizi engellemeye çalışıyor. Harflerle tabir edilen kuşakları, Mannheim üzerinden değerlendirmeye alırsak yaşadığımız bir başka tarihsel sürecin, neoliberalizmin hegemonyası ile karşılaşıyoruz, hem de coğrafi özgüllükle.

Brenner ve Theodore[3] kapitalist sürecin dönüşümünü “fiilen var olan neoliberalizm” olarak adlandırır ve yaşanan dönüşümün coğrafyaların kurumsal yapılanmalarına, ekonomik, siyasal ve sosyal koşulları ile toplumsal mücadelelerine göre farklılaştığını belirtirler. Belki de bir umutla neoliberalizmin sonunun geldiğine yönelik yazılanlara karşı, sermayenin “dinamik”, “dirençli” ve “gömülü” karakterinin altı çizilir. Neoliberal sürecin birçok etmene göre dönüşen ve değişen yapısallığına karşı Theodore, Peck ve Brenner, kentsel mekânı bir savaş alanına benzetir ve oyunun kurallarını değiştirmeyi önerirler.[4] Konuyu gençliğe ve Türkiye’ye yaklaştırdığımızda, kurumsal siyasetin oyununun sınırlarıyla ilgili pek bir derdinin olmadığını açıkça görüyoruz. Siyaset alanındaki aktörler kâh bir gün çıkıp “bizim-sizin gençliğimiz” kâh “araba ve ev” vaatleri üzerinden statükoyu korumaya çalışıyorlar. 2002’den bu yana yaşamak zorunda kaldığımız AKP rejimi, nasıl ki neoliberalizmin devletin rolünün yeniden tanımlandığı 1990’ların sonuçlarından biri ise şimdi de yeniden ısıtılıp önümüze getirilenler bir başka on yılın öncülü olmaya gidiyor. 

Uluslararası kurumlar uzun süredir gelecek-iş-parlak-beceri kelimelerinin yerlerini değiştirerek farklı farklı raporlar yayınlıyorlar. Bu raporlarda sermayenin ihtiyaçlarına göre tanımlanan beceri eksikliği, uyuşmazlığı ve boşluğu gibi analizler yapılıyor. Z kuşağı tanımı gibi teknolojik determinizme dayanan saptamalar, devlet ortaklığında küresel ve ulusal sermaye birikiminin genişlemesi için farklı yol haritalarını çiziyorlar. McKinsey[5] tarafından 2020 yılında Türkiye ölçeğinde yayımlanan raporda ise dikkat çekici bilgilere yer veriliyor. Türkiye için “yetenek dönüşümü için paydaşların iş birliği” politikasını öneren kurum, neoliberal sürecin en dirençli noktası olan kamu-özel birlikteliği kapsamında sürekli ve yaşam boyu öğrenmeyi, teknolojik becerileri, stratejik işgücü planı ile yeni ve esnek çalışma modelini ortaya koyuyor. Rapora göre Türkiye’de 21,1 milyon işçinin özellikle teknolojik becerilerini geliştirmesi, bu işçilerden 5,6 milyonunun beceri tazeleme ile rol değiştirmesi, yeni beceriler kazanması ve yeni işgücüne katılacak olan 7,7 milyon çalışanın ise gerekli becerilerle donatılması gerektiğinin altı çiziliyor. OECD, ILO ve PWC gibi farklı uluslararası kuruluşlar da analizlerinde genellikle aynı şeyi ifade ediyorlar.

Gençlik ve kuşak tanımlamalarının yarattığı sorunları odağına alan bu yazıyı okurken daldan dala atladığımı ve nasıl bu noktaya geldiğimi sorgulayabilirsiniz. Anlatma çabama ilk cümleden beri devam ediyorum. Polisiye bir hikâye gibi karakterleri, tipleri ve mekânı tarif etmeye, şüphelileri de sezdirmeye çalışıyorum. Bağlantılar, ilişkisellikler ve ufak ufak ipuçları ile metni doldurma gayreti içindeyim. Kelimelerimizin ve kavramlarımızın da neoliberal sürecin yapısı gibi gömülü olduğunu ve bu görünmeyen tarafta da sabahın ve akşamın karanlığına sığmayanların olduğunu söylemeye çalışıyorum. 

Sayfalar geçilirken bir var bir yok olanlar ise Z kuşağı sınırının dışına atılanlar. Maalesef üzgünüm ama şu an hikâyeyi biz yazamıyoruz. Okuyoruz ve arada müdahil olmaya çalışıyoruz. Bu, hikâyeyi bizim yazamayacağımız ya da sonunu bizim getiremeyeceğimiz anlamına gelmiyor. Sonuçta katili biliyoruz ve tanıyoruz. Sadece farkına varmamız gerekenin, en azından genç kuşak özelinde, sınırın giderek keskinleşmesi olduğunu düşünüyorum. Sabahın karanlığında yola çıkan, fabrikaya, tersaneye ya da merdiven altı bir atölyeye çalışmaya giden ve devlet-sermaye ortaklığının artık kaç el kirlettiği bilinmez iş cinayetlerinde hayatını kaybedenlerden… Bu upuzun karanlıktan sonra eve dönebilse de yorgunluktan gözleri kapanan ve hayalleri alınanlardan… Bu yolculuğa hiç çıkamamış, işsizlikten geleceği çalınanlardan… Toplumsal cinsiyet çerçevesinde devlet, toplum ve aile baskısı altında yaşamını evde dört duvar arasında sürdürmek zorunda alan kadınlardan… Ekonomik sebeplerle cemaat yurduna düşenlerden veya metropolde kendisinde olduğu sanılan teknolojik gereksinimlerden uzak olup okula devam edemeyenlerden…. Kısacası kuşakların yeniden kurgulandığı ve sınıfsal eşitsizliklerin arttığı bir dönemden ve asla görülemeyen gençlerden bahsediyorum. 

Bugün genç kuşaktan kimileri farklı derneklerle veya oluşumlarla özellikle sosyal medyada öne çıkarken ve sesini duyurabiliyorken bu sermayeden yoksun bırakılmış gençler ise yokmuş gibi davranılıyor. Ne kendi kuşaklarının bir alt kuşağı olarak hak arayabiliyorlar ne de kurumsal siyaset alanının hitaplarının özneleri olabiliyorlar. Kuşaklar üzerine oluşturulan mitler neoliberal süreçte yeniden üretiliyor ve alfabenin ötesindekilerin sorunları ve mücadeleleri görmezden geliniyor. Sınırın ötesi o kadar geniş bir alanı kapsıyor ki dikenli tellere az çok yaklaşabilenler taleplerini sokağa taşıyabiliyor. 

Neredeyse kitle iletişim araçlarının dijitalleştiği dönemden beri Türkiye’de her seçim, kritik bir dönemeç olarak anılıyor. Yolun sonunun geldiği düşünülüyor, umutlanılıyor ve bazen de bu duygu insana güç veriyor. Toplumsal mücadelelerin farklı farklı alanlarda, başta kadınlar ve gençler olmak üzere güçlendiği memlekette kurumsal siyaset alanı ise giderek toplumsal gerçeklikten uzaklaşıyor. Seçimlere yaklaşık dokuz ay varken ve iddia edildiği gibi kritik bir önem taşıyorken siyasi aktörler de alfabedeki gençlere sadece beklemelerini söylüyor ve geleceğin parlak yalanını satıyor. Her seçim onlar için bir fırsat olarak gözüküyor. Oyuna yeni karakterleri sokacak olmanın heyecanını yaşıyorlar. Küresel kapitalizm bu karakterlere de rollerin çizildiği hissiyatını veriyor. Sermaye de pozisyonlarını almaya başlıyor. Yeni iş birlikleri, yeni alanlar ve yeni fırsatlar herkesin iştahını kabartmaya başlamış. Açıklamaların ve konuşmaların satır aralarından şap şup sesler geliyor. Kalemler elde bekliyor ve yeni bir hikâyeye giriş için hazırlanılıyor. 

Elbette tüm sorumluluğu yazarın sırtına yüklemek gibi bir niyetim yok. Unutmayalım ki, şu an biz yazmıyoruz. Sayfalara ufak tefek, karınca kararınca çizikler atmaya çalışıyoruz. Ancak bu çizikler hem dağınık hem de biraz silik. Yorgunluğumuzun ve yer yer umutsuzluğumuzun da farkındayız. Tarihin her perdesindeki mücadelelerin bir birikimi olduğu gibi yorgunluğun da ağırlığını kabul etmeliyiz. Ancak her şeye rağmen ters giden bir şeyler olduğunu da sanırım görmek gerekiyor. Sanki katilden uzaklaşıyoruz. David Harvey’in dediği gibi özgürlük tadındaki büyülü kelimelerle neoliberal tuzağa düşmesek de toplumsal yararı unuttuğumuzu düşünüyorum, bireyleşmenin karşısında. Şehirlerin merkezinde tabiri caizse esir yığınağı gibi yurtlarda kalmak zorunda olan gençlerin neler yaşadıkları sadece medyanın gündemi olduğunda konuşuluyor. Çeperlerde ise bambaşka hayatlar şimdilik oldukça uzak kalıyor. Bu dağılmış ve parçalanmış hâl-i pürmelalimizin ise önemli potansiyeller taşıdığına inanıyorum. Her tarihsel kırılma, farklı mücadele yöntemlerini de doğuruyorsa belki de sınıfsal bilincin yeniden güçlenmesi ve kavganın büyümesi için bir fırsatlar oluşacaktır. Hayatta kalmanın bile zorlaştığı yıllarda, dağılma ve güçlenme ilişkisinin ve görünmeyenin ötesindeki haykırışların perde tam anlamıyla açılmadan önceki fısıltılar olduğunu düşünüyorum. Umuyorum. 

Krizlerden doğduğu gibi krizlerle güçlenen neoliberal süreç ise belli ki Türkiye için restorasyoncu bir yapı çizmekle meşgul. Bu polisiye hikâyede katilin değişmeyeceği aşikârken acemi polisiye yazarlarının yaptığı gibi bazı karakterlerin oyun dışı kalacağı ve onların yerine yenilerinin geleceği gözüküyor. Kurallar biraz değiştirilecek, sınırlar esneyecek, giriş çıkışlar belirsizleşecek. Kavramsal tanımlamalar ise aynı eşitsizlikleri hem kentsel mekânda hem de alanda yeniden üretmeye ve ürettikçe buradan beslenmeye devam edecek. Bu sırada da “gençlik uzadı” denilerek bir yandan toplumsal yaşamın değiştiği söylenecek ama bir yandan da sermayenin talepleriyle emek gücü iş gücü olarak oyuna her noktada dâhil edilmeye çalışılacak. 

Her tarihsel dönemeç yeni toplumsal kuşakların ortaya çıkışını doğuracak. Benzer toplumsal deneyimlerle bir araya gelebilecek kuşaklar belki de bu hikâyenin akışını değiştirecekler. Bu noktada ihtiyacımız olan ise raporların dediği gibi beceri değişimi ya da dönüşümü değil, sınıfsal bilinç ve kollektif mücadelenin aydınlık gücü. Daha hikâye bitmedi, devam ediyor. O zaman umut da devam ediyor. 

sabahın ve akşamın karanlığına sığmayanların gece gördüğü rüyalar geleceği aydınlatacak…


[1] Kriegel, A. (1978). Generational Difference: The History of an Idea, Daedalus, 107 (4), 1978.

[2] Mannheim, K. (1990). Le problème de générations, Paris: Nathan.

[3] Brenner, N. & Theodore, N. (2002). Cities and Territories of Actually Existing Neoliberalism. Antipode, 34(3), 349-379.

[4] Theodore, N., Peck, J., & Brenner, N. (2012). Neoliberal Kentçilik: Kentler ve Piyasaların Egemenliği. Ş. Geniş (çev.). İdealkent, 21-37.

[5] McKinsey & Company (2020). Future of Work: Turkey’s Talent Transformation in the Digital Era.

 

Umur Yedikardeş
diğer yazıları