yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

Sahne Işığı Altında Geçmişini Aramak

Yazıyorsam ve bunlar okunuyorsa

şimdi daha geniş kesimlere ulaşıyorsam,

bunca yıldan sonra hâlâ dirençle hayata, insana ve doğaya

kararlı şekilde bağlıysam bu, şiirli bilinçten,

şiirin sönmeyen ışığından nasiplenmiş olmamdandır.[1]

İlhan Sami Çomak

İlhan Sami Çomak’a dair her söz onun haksız yere müebbetlere mahkûm edilişiyle başlıyor. Bu yazı da bundan geri kalmasın; 28 yıldır hukuksuz bir şekilde içeride tutuluyor İlhan Sami. Bir itirafçının kanıtlanamayan suçlamaları ve tanıklığı kabul edilerek tutuklanan Çomak; hukuk ve demokrasi güzellemelerinin, büyük mahkeme salonları ile devasa adliyelerin, meclisler ile sarayların örttüğü hukuksuzlukların en görünen örneklerinden biri olarak hem bu haksızlığın mimarlarına, düzene dönük öfkemizi hem de yarına dair umut ve sorumluluğumuzu hatırlatan, diri tutan emsal bir isim. Ama Çomak kendi dışında gelişen bu misyonunun yanı sıra kendini adım adım inatla ve inançla bugüne taşımış, şiirden el almış, şiire el vermiş bir şair esasen. Yıllardır okuduğumuz şiir kitaplarının yanına geçtiğimiz yıl ise hayatını anlattığı bir biyografi kitabı eklemişti; Karınca Yuvasını Dağıtmamak. Geçtiğimiz ay ise bu kitabından yola çıkarak ve tek perde oyun olarak kaleme aldığı bir tiyatro metni yayımlandı. Oyunun 8 Eylül’de Moda Sahnesi’nde yapılan prömiyerinde okuyucuyla buluşan kitabın adı ise daha önce Hayattayız Nihayet[2] diyen şairin ikinci cümlesi sanki: Hayat Seni Çok Seviyorum.

YAŞANMAMIŞ BİR HAYATI SAHNELEMEK

Henüz Karınca Yuvasını Dağıtmamak yayımlanmamışken Kemal Aydoğan’ın, İlhan’ın vasisi İpek Özel ile editörü Hakkı Zariç’e, Çomak hakkında bir oyun yapmak istediğini söylemesiyle başlar Hayat Seni Çok Seviyorum’un hikâyesi.[3] Bu konuşmada, İlhan’ın yakın zamanda otobiyografik bir kitabının yayımlanacağını öğrenen Aydoğan için bulunmaz bir nimet olur bu. Şiirlerinden oluşan bir oyun yapmak fikri yerini şairin hayatını yazdığı bir metni oyun yapmaya bırakır. Kitap çıktığı gibi okunur ve üzerinde çalışılmaya başlanır: Oyunda kullanılacak bölümler seçilir, notlar alınır, araştırmalar yapılır. Seçilen bölümler İlhan’a iletilip buralardan yola çıkarak oyun formunda yeni bir metin yazması istenir. İlk kez bir tiyatro metni yazmanın heyecanı ve tedirginliğiyle başlar yazmaya İlhan. Bir eylül akşamı bizler sahnede oyunu izleyinceye kadar onlarca insanın emeği ile metin işlendikçe işlenir, gittikçe incelir. Yazdıklarına sinen hayat, hareketlere dökülür. Yaşadıkları anlaşılmaya, duygusu kavranmaya çalışılır. İlhan’ın bireysel tarihi ile kesişen halkının tarihi ve acıları üzerine düşünülür. Dekoru döşenir, afişi yapılır, sahne ışığının altına koca değil belki ama derinlikli bir hayat serilir.[4]

Oyun İlhan Sami Çomak’ın, 49 yaşındaki bir şairin 21 yılını anlatıyor esasen. İçeride geçen günler ise sadece ilk zamanlarıyla; yakalanması ve işkencelerle yer buluyor oyunda. O da çok kısa ve birkaç cümleyle. Bingöl’de, köyünde geçen çocukluğunun ardından Bingöl merkeze taşınmaları ve burada yaşadıkları oyunun büyük bölümünü oluşturuyor. Köydeki sevgi ve huzur dolu hayatı, “Keke” diye seslendiği (ve ölünce adını kendi adına eklediği) kardeşi Sami ile anıları, yıldız tutmaları, damdan kara atlamaları ve paylaşılamayan ayakkabı ve yorganlarıyla oyunun en renkli ve eğlenceli bölümü bu kısımdır. Ardından Bingöl’e taşınma ve kendinden farklı olanlarla ilk temas: Burada “öteki” olduğunun bilincine varacaktır İlhan Sami. Kürtlüğün ve Kızılbaşlığın ilk sancılarını burada çekecektir. “Dil duvarı”na ve Aleviliğin algılanışına dair bölümler bu yüzden özellikle çarpıcıdır. Bingöl’de geçen lise hayatının ardından üniversite okumak için İstanbul’a geliş ve tadına doyulmadan geçiveren İstanbul günlerini sonlandıran gözaltı ve cezaevi günleri…[5] “Geçmiş bugünkü sesimizle yankılanır. (…) Ben geçmişle ilgiliyim, kendi geçmişimle.”[6] diyen Çomak, “Hakkı olan ama sahip olamadığı hayattan”, içeride geçen yıllarından değil gerçekten yaşadığı hayattan bahsediyor oyunda.

Oyuncu Tercihlerindeki Esas Motivasyon ve Müzikler

Karınca Yuvasını Dağıtmamak ve Hayat Seni Çok Seviyorum okunduğunda göze çarpan, akılda kalan, insanı çarpan (aynı zamanda da tebessüm ettiren) şeylerin başında İlhan Sami’nin yaşadıklarıyla şahit olduğumuz ama bütün bir halkın deneyimlediği bazı ayrımcılık ve nefret söylemlerinin, eziyetlerin ve ötekileştirmelerin geldiğini söyleyebiliriz. Ki yönetmen Kemal Aydoğan da daha kitabı ilk okuduğunda şiirselliğinin yanı sıra bunlardan etkilendiğini belirtiyor:

İlhan Sami kendini yalın bir biçimde anlatıyor Karınca Yuvasını Dağıtmamak’ta. Çocukluğu, gençliği, Bingöl’deki köyü, ilçesi, İstanbul, ailesi, kardeşi Keke, dağlar, dereler, söğütler, Şahmeran, masallar ve tabii tutsaklığı… Bir şiirle karşılaştım metinde. Bir Kürtün dil bilmediği için ilkokul öğretmeni tarafından aşağılanmasına, bir Kızılbaşın gusül abdestini bilmediği için Sünnilerce hor görülmesine tanıklık ettim. Öfkesi baki olan ama intikam gütmeyen bu kitap, hem İlhan Sami’yi hem de o coğrafyada Kürt ve Kızılbaş olmayı şiirsel bir biçimde gösterdi bana.[7]

“İlhan Sami Çomak’ın tekil varlığında bir bölgenin yaşadığı acıların tümünü hissetmek mümkün”[8] diyen Aydoğan oyuncuların müzisyenlerden seçilmesine ve neden tek oyuncu değil de biri kadın bir erkek iki oyuncu kullanıldığına da değiniyor.

Oyun metni tamamlanınca oyuncu arayışları başladı. Ali Tekbaş ve Gülseven Medar ile iletişime geçtim. İkisinin de öncelikli alanları müzisyenlikti. İlhan Sami Çomak’ın kaleminin müzikle ilgisinin yoğun olduğunu düşünmüştüm. Neden tek erkek oyuncu değil de bir erkek bir kadın oyuncu? Çünkü tek kişi ya da tek enerji yoktu bana göre oyunda. Çünkü eril ve dişil enerjilerle yoğrulmuş bir kalemi var İlhan Sami Çomak’ın. (…) “Bunda Alevi olması etkili olmalı” diye geçirdim içimden; Aleviliğin cem törenlerinde kadın erkek birlikte ibadet ederler, dolu ve semah eşliğinde. Nitekim ben de sahneyi cem törenlerindeki gibi eril ve dişil enerjiyle dolu gördüm. Onları birbirine sarmalanan, birbirini var eden sevgi akışları içinde gördüm. Onun için bir kadın, bir erkek oyuncu oynamalı, İlhan Sami’nin güçlerini sahneye böyle taşımalı, diye düşünüyorum.[9]

Aydoğan’ın bu cümlelerini vesile kılıp oyun üzerine söylenecek sözlere ilk olarak oyuncu seçimlerinden başlanabilir sanırım. Moda Sahnesi’nde bugüne kadar izlediğimiz oyunlarla ve genel olarak sahnelenen tiyatro oyunlarıyla kıyaslayarak düşündüğümüzde ilk bakışta oyuncuların profesyonel tiyatrocu olmayışı bir dezavantaj ve yanlış bir tercih gibi görünebilir belki. Ki sonrasında oyuna dair yapılan kimi yorumlarda ve yazılarda da oyuncuların bazı yerlerde takılması, söz atlamaları vs. gibi şeylere dolayısıyla oyuncu tercihine dönük değerlendirmelere denk geldik. Ama bana kalırsa bu tarz yorumlar oyuncu tercihinin altında yatan esas sebebi ve motivasyonu da tam olarak anlamamış olmakla ilgili.

Acılarla dolu bir coğrafyadan çıkmış ve dönüp dönüp müebbetlere mahkûm edilmiş, işkencelerden geçmiş İlhan Sami’ninki gibi bir hayat için oyuncu tercihlerinin gayet yerinde olduğunu söylemek gerek. Ali Tekbaş, Irak’ta doğmuş ve Halepçe Katliamı’nın ardından ailesi ile birlikte Kuzey’e, Hakkari’ye göç etmiş, buraya geldikten sonra da kendini yörenin müziklerini, geleneksel şarkı formlarını, sözlü kültürünü, dengbêjlerini araştırmaya vermiş, aynı zamanda Kürtçe tiyatro oyunlarında, yine Kürtçe operalarda sahne almış bir müzisyen. Hakeza Gülseven Medar da yine bu toprakların kültürüne olan ilgisi, Kürtçe, Türkçe, Zazaca repertuarı; tarihöncesi sesiyle deyişler ve kilamlara kattığı derinlikle İlhan Sami’nin şiir coğrafyasının ezeli seslerinden biri gibi adeta. Yukarıda bahsettiğimiz bazı eleştiriler, dile getirilen “hatalar”, “amatörlükler”; oynanan metinle, ondaki müzik ve yaşanmışlıkla bunca uyumlu ve İlhan Sami ile kültürel ve dilsel benzerlikleri böylesine yoğun ve değerli isimlerin oyuna kattıkları düşünülünce ancak tali olarak değerlendirilebilir en fazla. Zira bu, oyunun ruhunu anlamak ve ona nasıl can verilebileceği üzerine yoğun bir şekilde, kolektif biçimde düşünülerek yapılmış bir tercih. Oyuncu tercihini ve böylece hata yapma ihtimalini (hatta belki de isteğini) anlaşılır kılmaktan öte mantıklı yapan gerekçeler olarak bunlar düşünüldüğünde, metnin okunması ve değerlendirilmesi, ardından da bu içeriğe göre doğru formun, biçimin verilmesindeki ustalığı görmek mümkün.

Oyun metni tek anlatıcının ağzından ve bir iki cümle dışında tek dilli olarak ilerlerken sahneye iki kişi ile ve iki dilli olarak taşınmış olması oyuna metnin kendisinde olmayan yeni bir boyut da katmış. Böylece oyuncular arasındaki geçişler, sabit olmayan rol ve karakterler, akışkan duygular, değişen diller oyuna müthiş bir esneklik vermiş. Metinden daha yoğun bir biçimde sahneye yansıyan öğelerden biri de mizah bana kalırsa. Metindeki ironi dolu kısımlar ve mizahla yoğrulmuş bölümler sahnede daha da açılarak yer bulmuş gibi. İlhan Sami’nin yaşam hikâyesinin ağırlığının oyunun (ve pek tabii yazı yoluyla aranan geçmişinin) üstüne bir kara bulut gibi çökmesine izin verilmemiş. Bu yaklaşımın zaten Çomak’ın genel tutumu olduğunu, hayatı böyle gördüğünü söyleyebiliriz elbette. Ama oyun bu anlara ve alanlara özel bir yer vermiş, öne çıkarmış gibi duruyor.

Oyuncuların müzisyen olmasının sebebi ve anlamına dair yukarıdaki sözlerin dışında, kullanılan müziklere de değinmekte fayda var. Gülseven Medar’ın seslendirdiği deyişler Çomak’ın içinden geldiği Kızılbaş kültürüne ait tınıların izleyicide yer etmesini sağlarken Ali Tekbaş’ın seslendirdiği Kürtçe şarkılar (kilam, stran, zimar) da Çomak’ın bahsettiği “dil duvarı”na çarpmamış, hırpalanmamış, yara bere içinde kalmamış saf tarafını, ana dili duyuruyor bize. Kürtçe bilmeyen izleyici açısından bile bu müzikler bana kalırsa yoğun bir duyguya ve açık bir etkiye yol açmıştır. Ama söylemek lazım ki, Kürtçe bilen izleyiciler açısından bu etki birkaç misli daha kuvvetlidir. En azından benim açımdan böyle. “Çawa tê herî, min li vir bihêlî/ Ji kî re girêdim bi xeml û xêlî/ Kî re bikenim, dil ji kî re vekim”[10] dendiğinde kendini İlhan Sami’nin yerine koymadan bu sözlere kulak vermek oldukça zor. Nizamettin Ariç’in seslendirdiği ve sözleri Şahinê Bekirê Soreklî’ye ait olan Rojek Tê okunurken de izleyici kendini bir görüş gününde İlhan Sami’yle annesinin yanında bulur âdeta:

– dayê delala minê
hele bêje çawa yî?
destên bavo maç dikim
silav bo xwişk û biran.

dayê dûrbûn dijwar e
doza welêt j’ bîr na’re
dil dixwaze vegere
lê çi bikim nikarim.

– kurê min bes e vegere
çavên me li rê qetiyan
ez pîr bûme bavê te kal
tirş û tahl e bo me jiyan
kurê min bes e vegere
li benda te me!

Benim güzel annem

Hele söyle bana, nasılsın?

Babamın ellerinden öperim

Kardeşlerime de selam olsun

Anne, uzak olmak zordur.

Memleket davası da hatırdan gitmez

Gönül dönmek ister ama

Ne yapayım, dönemem

Artık yeter oğlum, dön

Gözümüz yollarda kaldı

Ben yaşlandım, baban kocadı

Hayat artık bize ekşi, acı

Artık yeter oğlum, dön

Seni bekliyorum.[11]

Oyunda sadece hazır müzikler arasından bir tercih yapılmış da değildir. İlhan Sami’nin kendini tanıttığı bir bölümde arka barkovizyondan sözleri yansıyor ve Gülseven Medar bu cümleleri seslendiriyorken Ali Tekbaş diğer tarafta bu sözleri dengbêj formunda yorumluyordu. Bu anda sanki İlhan Sami’nin hayatı, köy köy dolaşıp dilden dile savaşların, aşkların, ayrılıkların hikâyelerini anlatan dengbêjlerin diline düşmüş ve geleceğe doğru yankılanmaya başlamıştı. İlhan Sami geçmişten gelen bir âşık, bir yiğit; Ali Tekbaş ise onun hikâyesini diyar diyar gezerek dillendiren bir dengbêjdi. Hikâyesini, kültürü ve geçmişiyle birleştiren bu yorum oldukça yaratıcı ve etkileyiciydi.

Dekor, Işık, İllüstrasyon; İncelikli Bir Tasarım

İlhan Sami’nin hayatı, şiirli bilinci ve kültürü etrafında örülmüş bir geçmiş anlatısı olarak Hayat Seni Çok Seviyorum sahnelenmesinin her aşamasında, her ayağında iyi anlaşılmış ve üzerine düşünülmüş bir oyun örneği. Bengi Günay’ın tasarımını üstlendiği sahnede bizi karşılayan ve aynı zamanda yerine göre barkovizyon görevi de gören duvardaki Şahmeranlı perdenin altında köylerden aşina olduğumuz, yünü dere kenarlarında dövülmüş, güneşte kuruduktan sonra annelerimizin elleriyle diktiği ve hem evin daimî üyeleri hem de olası misafirler için hazır tutulan, en güzelini almak için kardeşlerimizle kavga ettiğimiz döşek ve yorganlar mekânı İlhan’ın doğduğu köy evi olarak sabitlemişti. Olmayı en çok istediği, çıktığında ilk ziyaret edeceği yer olarak. Ama sahne böylece kullanılamaz ve değiştirilemez de kılınmamıştı. Bunların yanı sıra tavandan sarkan halatlarla mekânın sınırları belirlenmişti. Halatlar oyuncuların anlatımıyla beraber yerine göre hem bir evin içi hem koca bir şehir hem de bir hücreye dönüşüyordu. Halatlara dair en güzel ayrıntılardan biri de üzerinde yer alan ve origami tekniğiyle yapıldığı anlaşılan beyaz kuşların varlığıydı. Özgürlüğe dair en eski imgelerden biri olarak kuşların, İlhan Sami’nin hücresinden taşıp bize kadar ulaşma hikâyesini sembolize ettiği de düşünülebilir.

Dekorla beraber İrfan Varlı’nın elinden çıkan ışık kullanımı da yaratılmak istenen atmosferi desteklemişti. Çocukluğun güzel anıları, keyifli hatıralar söz konusu olduğunda, duygu yoğunluğunun biraz daha arttığı yerlerde sıcak renkler hakimiyetini hissettiriyor hem metne hem de dekora katkı sunuyordu. Çocukluğa ait anılar pembeler, morlar gibi canlı ve çocukların düş dünyasına uygun tonlarla beslenmişti. Daha zorlu ve sert anlar, kötü durumlar, üzüntü veren dönemler ise daha soğuk ışıkla anlatılırken böyle anlarda anlatanın karanlıkta kaldığı yerlerde de izleyici anlatılanın sertliği ile karşı karşıya kalıyor, çırılçıplak bir zulüm ve acı ile baş başa kaldığını hissediyordu.

İlhan Sami’nin oyun boyunca bize anlattıkları her zaman fotoğraflarla değil yeniden yaratıcı çalışmalarla yansıtılmıştı sahneye. “Ben dağlara inanarak başladım hayata.”[12] diyen İlhan’ın inandığı o dağlar, gördüğü düşler ve hayalleri Saeed Ensafi’nin özgün çizgileri ve yaratıcı imajları ile bizi de içine alarak oyuna başka bir değer katıyordu. Özellikle oyunun ilgili bölümünde gösterilen ve İlhan Sami’nin hayatı, düşleri ve hayallerinin iç içe geçtiği animasyon başta olmak üzere şahmeran motifi, çiçekler, kuşlar ve dağlarla barkovizyona yansıyan illüstrasyonlar, oyun afişi ve kitap kapağı ile İlhan Sami’nin hayatı kültürel bağlamından, zemininden kopmadan bir bütün olarak yeni bir görsel biçim ve çizgiyle yer etti izleyicinin hafızasında.

Sonuç Yerine

Hayat Seni Çok Seviyorum hem 8 Eylül’deki prömiyerinde hem de ardından gelen günlerdeki gösterimlerinde yoğun bir ilgiyle karşılandı. Elbette mazhar olunan ilgi haksız bir ilgi de değildi. Oyun çıkışı hem İlhan’ın kalemine hem de Moda Sahnesi’ne güvenerek gelenlerin, İlhan Sami’nin şiirini bilenler, izleyenler, uğradığı haksızlığı duyanların, dostlarının, ailesinin ve yüzlerce izleyicinin yüzüne yerleşen hüznün, yeni silinmiş gözyaşının yanı sıra iyi bir oyun izlemiş olmanın keyfi ve yüksek sesle dile getirilen övgülerin gösterdiği de bu ilginin nasıl da hak edilmiş olduğuydu.

İlhan Sami Karınca Yuvasını Dağıtmamak’ta, ne kaybetmişse onu aradığını ve bunu şiirle yaptığını söylüyordu.[13] Şiiriyle de yazdığı bu oyunla da yaptığı şey bu, evet. Çıktığında da aynı şeyi yapmaya devam edecek Çomak: “Ne kaybettimse onu arayacağım.” “Çünkü yaşadığına inanmak ister kişi.”[14] Ama bir farkla ki, içeride şiirle yaptığı şeyi dışarı çıktığında kendi elleri ve gözleriyle yapacak İlhan Sami. Büyük hayat açığını kapatacak, yeniden kalabalıklara karışacak ve hayat bu defa İlhan Sami’nin olduğu yerde olacak. Ve o gün elbette bizler bu oyunu onunla beraber izleyeceğiz.


[1] İlhan Sami Çomak, Hayat Seni Çok Seviyorum, İletişim, 2022, s.12.

[2] İlhan Sami Çomak, Hayattayız Nihayet, Manos Yayınları, 2021.

[3] Bu hikâye kitabın girişinde Kemal Aydoğan tarafından detaylı olarak anlatılmakta.

Bkz: İlhan Sami Çomak, Hayat Seni Çok Seviyorum, İletişim, 2022, s. 31-35.

[4] Bütün bu süreçte verilen emeğin ve düşünülen meselelerin eğlenceli bir dökümü olarak, Sinem Kurt’un kaleme aldığı “prova notları”na bakılabilir.

Bkz. www.modasahnesi.com/events/hayat-seni̇-çok-sevi̇yorum/#

[5] Hikâyenin devamı ve detayları için bkz. İlhan Sami Çomak, Karınca Yuvasını Dağıtmamak, İletişim, 2021.

[6] İlhan Sami Çomak, Karınca Yuvasını Dağıtmamak, İletişim, 2021. s.99.

[7] İlhan Sami Çomak, Hayat Seni Çok Seviyorum, İletişim, 2022, s.33.

[8] İlhan Sami Çomak, Hayat Seni Çok Seviyorum, İletişim, 2022, s.34.

[9] İlhan Sami Çomak, Hayat Seni Çok Seviyorum, İletişim, 2022, s.34

[10] “Çawa tê herî” adlı şarkının bu kısmının çevirisi şöyle:

“Nasıl olur gidersin de beni burada bırakırsın
Kim için bağlayayım süslü duvakları
Kime güleyim, kime kalbimi açayım”

[11] Çeviri bana aittir.

[12] İlhan Sami Çomak, Karınca Yuvasını Dağıtmamak, İletişim, 2021, s.17.

[13] İlhan Sami Çomak, Karınca Yuvasını Dağıtmamak, İletişim, 2021, s.105.

[14] İlhan Sami Çomak, Karınca Yuvasını Dağıtmamak, İletişim, 2021, s.123.

Rojhat Turgut
diğer yazıları