1914 yazının o zamanların en güzel yaz mevsimi olduğu söylenir. İnsanlar mesire yerlerine akın etmiş, sayfiye yerleri dolmuş taşmış, hemen her yer ve fırsatta kır eğlenceleri, geziler… Neşeli, tatlı bir rehavet hali her köşeye hâkim. 1914’ün Haziran ve Temmuz ayları gerçekten böyle miydi bilinmez elbet. Muhtemelen 1914 yazına bol keseden düzülen methiyeler, savaşla yitip gitmiş olan o eski dünyaya dair sonradan duyulan özlemin bir ifadesinden başka bir şey değildir. 1914 yazı, her güzel şey gibi, kısa sürer. Ağustos ayının başında savaş başlar. Başlangıçta milliyetçi coşku hâkimdir. Hemen herkes sonbahara, bilemediniz Noel’e kadar sürecek hızlı, tantanalı kahramanlık hikâyeleriyle, bando-mızıka ve madalyalarla süslü bir savaş beklemektedir. Hayatın akışında belki sert ama illa ki kısa sürecek bir kesinti, gündelik hayatın sıradanlığına biraz heyecan, biraz hareket katacak bir hadise olarak görülür belki savaş. Devrimci sendikacı ve 1920’de Komünist Parti kurucularından olan Willie Gallacher anılarında İngiltere’deki savaş heyecanını şöyle aktarır: “Bir savaş ne berbat bir cazibe halini alabilir. O vahşi heyecan, harika bir macera yanılsaması, işçi sınıfı hayatının ölümcül yeknesaklığında gerçek bir kırılma! Savaşın ilk günlerinde binlerce insan, herhangi bir ‘vatan aşkı’ ya da yüksek bir ‘yurtseverlik’ hissiyle değil, önlerinde uzanan yeni, tuhaf ve heyecan verici hayat nedeniyle orduya katılmıştı.”
Oysa, amiyane tabirle, kazın ayağı öyle değildir. Savaşın başındaki milliyetçi şişinme ve coşkunun yerini dünyanın gördüğü ilk topyekûn savaşın dehşetine bırakması çok zaman almaz. Daha ortada ikincisi yokken ‘Büyük Savaş’ diye anılan kıyam başlamıştır ve dünya bir daha eskisi gibi olmayacaktır. Aynı Gallacher aynı insanlar hakkında şöyle yazar: “Az zaman sonra, onca ızdırabı, pisliği ve dehşetiyle o korkunç mezbahanenin gerçekliği, o kaygısız gençleri ümitsizliğe ya da deliliğe sürükledi.”
Bizde ‘Cihan Harbi’ diye anılan emperyalistler arası paylaşım savaşı, sanıldığının aksine, Arşidük Ferdinand’ın bir suikaste kurban gidişinin ardından öyle beklenmedik bir biçimde patlak vermiş filan değildi. Savaşa karar alıcı konumda olanların (Christopher Clark’ın son dönemde çok popüler olmuş kitabının başlığındaki ifadeyle) ‘uyurgezerliği’, yol açmış filan değildi. Yüzyılın başından itibaren Fas’tan Çin’e, İran’dan Balkanlara bir dizi uluslararası kriz, yaklaşmakta olan bir ‘büyük’ savaşın işaretlerini zaten veriyordu. Britanya’nın uluslararası sistemdeki pozisyonunun zayıflamaya başlaması ve ona rakip güçlerin ortaya çıkması daha kırılgan, rekabetçi ve dolayısıyla da daha askerileşmiş bir uluslararası durum anlamına geliyordu. Tam da bu nedenle, II. Enternayonal çatısı altında örgütlenmiş sosyalist hareket, uluslararası kongrelerinde, muhtemel bir savaş karşısında farklı ülke işçi sınıflarının nasıl tavır alması, hangi taktikleri izlemesi gerektiğini canhıraş tartışıyordu.
Bu hazırlık faaliyetinin verdiği güvenle olacak, Fransız işçi hareketinin simge ismi Jean Jaurés, 1914 baharında bir arkadaşına şöyle yazıyordu: “Üzülme. Sosyalistler görevlerini yapacaklardır. Dört milyon Alman sosyalist ayaklanacak ve eğer Kayzer savaş başlatmak isterse onu idam edecektir.” Birkaç ay sonra savaş çıktı. Kimse isyan etmedi. Jaurés’in bütün iyimserliğine rağmen sosyalistler 1914’te savaşı engellemeye çalışmadı. Enternasyonal çöktü. 1909 yılında muhtemel bir savaşa karşı işçi sınıfının yanıtının ne olması gerektiğine dair “savaş devrim demektir” diye yazan Sosyal Demokrasinin fikri önderi (“Marksizmin papası”) Karl Kautsky, şimdi “Enternasyonal savaş zamanında etkili bir araç olamaz; o esasında bir barış zamanı aracıdır” diyordu. Sonuçta Fransız sosyalist ve sendikalistlerinin önemli bölümü, ‘Alman militarizmi’ karşısında savaşa dahil olur. Alman sosyal demokratlarının ezici çoğunluğu da ‘Rus despotizmi’nin karşısında savaşı destekler. Emperyalist bloklaşmada taraf olunmasının bedeli ağırdır. İşçi sınıfı hareketi belki de tarihinin en büyük yenilgisiyle karşılaşır. Alman işçileri Jaurés’in dediğini yapıp ayaklanarak Kayzer’i defettiklerindeyse savaşın başlayalı dört küsür yıl olmuş, iş işten geçmiş, Jaurés milliyetçilerce katledilmiş, milyonlarca insan da hayatını çoktan kaybetmişti.
KOLEKTİF BİR KASAPLIK ÖRNEĞİ!
Birinci Dünya Savaşı, dünyanın o zamana değin şahit olmadığı ölçekte kitlesel, örgütlü ve kolektif bir kasaplık örneğiydi. Dünyanın en büyük devletlerinin iktisadi-sosyal tüm güçlerini seferber ettikleri savaşta yaklaşık on milyon asker ve yedi milyon sivil hayatını kaybeder. 7 milyon insan sakat kalır, 15 milyon insan ağır yaralanır. Savaş sonucunda Almanya erkek nüfusunun yüzde 15’ini, Fransa yüzde10’unu, Avusturya-Macaristan ise yüzde 17’sini yitirmiştir. Bunlar sayılar, sadece rakamlar elbet. Büyük Savaş’ın özellikle Avrupa’da yarattığı yıkımı, açığa çıkardığı modern-medeni barbarlığı rakamlara sıkıştırmak göründüğü kadar kolay değil. Birinci Dünya Savaşı, uygarlığın katettiği ilerlemeye dizilen methiyelerin beyhudeliğini, barbarlığın daha modern ve cinai kılıflarla hazır ve nazır olduğunu göstermekle kalmıyor, 20. yüzyılın kalanına damgasını vuracak başka felaketlerin de kapısını aralıyordu.
Savaşın bu bilançosu elbette direnişi kışkırtır. “Savaş” diye yazar Troçki hatıratında, “ilk zamanlarda, ortalığın toza dumana boğulduğu anlarda, göze tek tutunulacak dal gibi görünen devlet gücünü pekiştirir, bu gücü savaşın bile yıkamayacağı sanılır.” Ancak bu durum yanıltıcıdır, geçicidir. Troçki şöyle devam eder: “Seferberlik, milliyet ve sınıf çatışmalarını ortadan kaldırmıştır. Ama bu tarihin tanıdığı geçici bir süredir; bir çeşit politik moratoryumdur. Senetler protesto olmuştur, ama gene de muhakkak ödenmeleri gerekecektir.” Daha savaş sona ermeden o senetlerin ödenmesi gündeme gelir. Avrupa’nın dört bir yanında grevler, asker isyanları baş gösterir. 1917’de Fransız ordusunda öyle şiddetli isyanlar baş gösterir ki Batı Cephesi’nde savaş bir ara neredeyse sona erer.
Zaten savaşa son veren de devrim olur; 1917 yılının Şubat’ından Ekim’ine uzanan süreçte Rusya’da ve 1918 Kasım’ında Almanya’da patlak veren devrimler. Devrim savaşın tek ve gerçek antiteziydi. Savaş ve devrim arasındaki bu karşıtlık ilişkisi devlet erkânının iyi bildiği bir şeydi. Daha Büyük Savaş’tan önce, Ocak 1904’te, Rus İçişleri Bakanı Vyacheslav Plehve, devlet erkânıyla bir teatisi esnasında,“bir devrimden kaçınmak için küçük, muzaffer bir savaşa ihtiyacımız var” diyordu. Bilindiği üzere, Japonya ile savaş Plehve’nin beklediği gibi gelişmemiş, Mançurya’da pirince gidilirken Petersburg’da kaçınılan o devrim patlak vermişti. I. Dünya Savaşı denen ve bir an için muktedirleri devrim belasından kurtardığı sanılan kasaplık da devrimle sonlanmıştı.
Oysa günümüzde savaş adeta unutulmuş, 20. yüzyılın tüm insani trajedilerinden, ‘aşırılıklarından’ ve ‘barbarlığından’ sorumlu tutulan devrim olmuştur. Devrimin belleğini hoyratça tasfiyeye yönelen huruç hareketi, devrimi insanlığın ‘normal’ tarihsel seyrini akamete uğratan kriminal bir anomali olarak damgalamak peşindedir. “Komünizmin suçları” bahsini iştahla açarak ezilenlerin geleneğini sanık sandalyesine oturtma heveslisi bu bellek tasfiyecileri, iş “kapitalizmin suçlarına” gelince sus pus olmaktadır. Daha açıkça ifade edelim: Şubat devrimi savaşın 135. haftasında patlak vermişti. Ekim devrimi ise savaşın 170. haftasında cereyan eder. Aradaki iki yüz elli günde devrim Rusya’sının siyasal çalkantılarında yaklaşık iki bin beş yüz kişi hayatını kaybederken devam eden savaşta bir buçuk milyon insan daha ölecektir. Günümüzdeyse devrim bir şiddet patlaması ve aşırılık olarak yaftalanırken savaşın sebep olduğu trajedi normal sayılmakta, hatta bir kahramanlık destanı olarak anılabilmektedir.
Devrimle savaş arasındaki karşıtlık ilişkisi tersinden de geçerlidir. Yani savaşın tekerrürü de bu kez devrimin gerçekleşememesinin, yarıda kalmasının ürünüydü. Avrupa’da, özellikle de Almanya’da beklenen devrimlerin başarıya ulaşamaması neticesinde Sovyet devriminin yalıtılması ve geri çekilmesi sonucu, dünya yirmi küsür yıl içerisinde yeni bir kan denizinin eşiğine gelecektir. Bu bakımdan Nasyonal Sosyalizmin kuruluş eyleminin ve dolayısıyla da ikinci “Büyük Savaş”ın yolunu açan gelişmenin Alman devriminin bastırılması olduğunu söylemek hiç de anakronizm olmayacaktır. Walter Benjamin’in her faşizmin yenilgiye uğramış bir devrime delalet ettiği minvalindeki belirlemesine uygun olarak Nazizmin ancak yenilen devrimin bıraktığı boşlukta yükseldiği söylenebilir. Dahası var: Devrimin iki amblematik figürü Luxemburg ve Liebknecht’i katleden ve I. Dünya Savaşı’nın hemen ardından Almanya’daki devrimci yükselişin sindirilmesinde kullanılan eski askerlerden oluşmuş Freikorps çeteleri, aynı zamanda Alman genelkurmayının Baltık’ta sovyet devrimine karşı yürüttüğü askeri harekâtlarda da başroldedirler. Bu bölgelerde kitlesel kıyımlara ve vahşete başvuran ve Weimar Çumhuriyeti’nin soldaki ‘düşmanlarını’ yok etmesinde çok işlevli olmuş Freikorps, gerek uyguladığı vahşet ve bu vahşetin oluşturduğu antikomünist ve antisemit kültürle, gerekse de Nazi hareketine sağladığı kadrolarla nasyonal sosyalizmin gelişiminde önemli rol oynayacaktır. Freikorps ile II. Dünya Savaşı’nda özellikle Doğu Avrupa’da kitlesel kıyımlara imza atacak Nazi özel operasyon gücü Einsatzgruppen arasındaki devamlılık aşikârdır. İşte bu anlamda da devrimin bastırılması ile Nazi rejimi ve savaş arasında doğrudan bir bağ mevcuttur. Devrimin gecikmesi nasıl geçen yüzyılın ilk topyekûn savaşına sebep olmuşsa, devrimin yenilmesi ya da tecrit olmasıysa ikincisinin yolunu açmıştır.
ŞEHADET KÜLTÜ
Malum, bu Kasım ayı savaşın (hatırlatalım: devrimle) sona ermesinin 100. yıldönümü… Aslında Büyük Savaş’a dair “sene-i devriye” törenleri bizde bilhassa son dönemde bir hayli popüler. Önce Çanakkale ve yakın zamanda da Sarıkamış ve ‘unutturulmuş zafer’ Kutül Amare, milliyetçi böbürlenme vesilesi olarak gündeme geliyor, debdebeli törenler düzenleniyor. Bu törenleri masum anmalar olarak değerlendirmekse en yumuşak tabirle saflık olacaktır.
Bu hususta bir hatırlatma elzem: Askeri mezarlıkların veya büyük muharebelerin gerçekleştiği alanların ulusal hac ziyaretlerinin gerçekleştirildiği birer mabede, ‘sıradan askerin’ kutsandığı bir türbeye dönüşmesi, daha ikincisi gerçekleşmemişken “Büyük Savaş” olarak anılan I. Dünya Savaşı sonrasında gerçekleşir. Özellikle de Almanya ya da İtalya gibi savaştan yenik veya ‘tatminsiz’ çıkmış ülkelerde bu yeni savaş ilahiyatı ve onun ritüelleri militarist sağın temel bir mobilizasyon aracı haline gelir. ‘Şehadet kültü’, yani savaşta ölenlerin kutsanarak ulusun azizlerine dönüştürülmesi savaş sonrası Alman milliyetçiliğinin Nazi döneminde zirveye varacak temel motiflerindendi. Savaş hatırası ve kutsallaştırılmış ‘savaş deneyimi’ üzerine bir tekel oluşturmaya soyunan militarist sağ, böylece askeri boğazlaşmayı meşrulaştırıyor, hatta doğallaştırıyordu. Askerlerin azizlere, ölenlerin şehitlere dönüştürüldüğü ‘şehadet kültü’nün bir kutsallık halesiyle çevirdiği savaş, ulusu takdis eden kurucu bir deneyim olarak tanımlanmış oluyordu. Nazi döneminde bu militer teoloji milliyetçi ajitasyon ritüellerinin baş köşesine yerleştirildi. “Ölüler kalesi” denen (Totenburgen) abidevi askeri toplu mezarlardan Hitler zamanında çok sayıda inşa edildi. Bu ulusal mabed alanları ve onların etrafında gerçekleşen ayinler, Nazilerin emperyalist rövanşizmini meşrulaştırıp popülerleştiren temel mekanizmalardandı.
Türkiye’de bu savaş ilahiyatının merkezi noktalarından biri hep Çanakkale oldu. Bilhassa son yıllarda Çanakkale’nin bir ulusal askeri hac yeri haline gelmesi için (devlet-özel sektör işbirliğinde) yoğun bir çaba sarfedildi. Son yıllarda Sarıkamış da Çanakkale benzeri bir merkez haline geliyor. Aslında Sarıkamış’ın Türkiye tarihindeki meşum yeri düşünüldüğünde bu tercih oldukça ilginç. Sarıkamış hiçbir zaman (örneğin Çanakkale misali) tam manasıyla meşru ve ‘ilahi’ bir savaş konumunu alamamıştı. Enver Paşa’nın askeri maceracılığıyla, düşüncesizce girişilmiş bu taarruzun yol açtığı inanılmaz kayıplarla anılması, ona ulusun ‘Panteon’unda böyle ‘kutsal’ bir pozisyonu garanti etmiyordu. Ancak bu durum hızla değişiyor.
Teşbihte hata olmaz deyişine sığınalım: Kendi militarizm ve yayılma heveslerini geçmiş savaşları ululayarak meşrulaştırmak isteyen I. Dünya Savaşı sonrası Avrupa radikal sağı gibi bizdeki siyasal iktidar da bazen ‘stratejik derinlik’ gibi havalı tabirlerin ardına gizlediği bölgesel güç olma heveslerine Sarıkamışları kutsallaştırarak dolaylı itibar kazandırma peşinde. ‘Emperyalist zincirde’ üste doğru sıra atlama, geniş bir coğrafyada ‘oyun kurucu’ bir bölge gücü olma niyeti sadece ‘yumuşak güç’ gösterisiyle söz konusu olamaz elbette. Böyle bir niyet ancak ‘gerçek’, yani askeri gücün de sergilenmesini icap ettirir. Göktürk 2’nin de, ‘milli’ balistik füze veya yerli tank ve savaş uçağı, hatta ‘milli uçak gemisi’ yapma hevesinin de ardında elbette bu gerçeklik var. Sarıkamış’ta ve Çanakkale’de ‘sıradan askerin’, yani ‘Mehmetçiğin’ kutsanıp azizleştirilmesi, buraların milli bir hac yeri haline getirilmesi, ölen insanlara saygının bir gereği değil. Tam tersine, savaş deneyimini ululayan her militarist milliyetçilik misali, insan hayatını hiçe sayan yeni bir askeri saldırganlığın dolaylı olarak da olsa makul ve popüler kılınması hedefleniyor.
Birkaç sene önce, muharebelerin 100. yılında, Erdoğan’ı Çanakkale’de ölmüş askerleri mezardan kaldıran, ‘emret komutanım’ diye tekmil verdiren bir kısa film yayımlanmıştı. Tekmil bitince, ‘Başkomutan’ sıfatını da taşıyan Erdoğan sahneye çıkıyor ve o ‘davudi’ sesiyle “Ya dağıt kimsesiz kalan sürünü ya çobansız bırakma Allah’ım” mısraını da içeren şiiri okuyordu. Aranan çobanın kim olduğu üzerine fazla söze gerek yok. Önce bir ‘üst ses’ olarak, sonra da başrolde Erdoğan, yaşayanlarla ölüleri birleştiriyor, ‘yaşayanlarla ölüler arasında bir sözleşme’ olarak milleti cisimleştiriyordu. Erdoğan bunu ilk kez yapmıyordu. Yine aynı dönemde, Tokatlılarla gerçekleştirdiği bir buluşmada salona girerken, Çanakkale’ye on beş yaşındayken gönderilen çocuk askerleri temsilen, o dönemki üniformayı giymiş ve Rabia işareti veren çocuklarca karşılanmıştı.
Bu ve benzer ritüellerle Erdoğan, ölüler ve yaşayanları ‘şehadet kültü’ aracılığıyla ‘başkomutanı’ olduğu millet potasında eritiyor. Ölülerle yaşayanlar adına iletişime geçtiği iddiasıyla onları bugünkü siyasal hesapları adına ‘diriltiyor’. Onun ‘ecdadı’ dilinden düşürmeyişinin nedeni bu. Bu ritüellere, Erdoğan’ın ‘ecdat ilkesine’, yani yaşayanların ölülerle konuştukları, ölülere hitap ettikleri ve kendi haklılıklarını ölülerden devşirdikleri bu anlayışa gülüp geçmeli ya da Marx’ın (aslında elbet İsa’nın) deyişiyle “ölüleri kendi ölülerini gömmeleri için” bırakmalı mıyız? Erdoğan’ın anarak ve ‘dirilterek’, başkanlık kampanyasının bir aksesuarı kılarak siyaset meydanına sürdüğü ölüleri boş mu vermeliyiz? Yoksa (Erdoğan’ın bilincinde olduğu üzere) siyasetin sadece yaşayanlarla değil, ölülerle de ilgili olması nedeniyle ölüleri ciddiye mi almalıyız? Ölülerle uzlaşmak ya da onları diriltmek için değil, biz yaşayanlar da ölüler gibi tahakküm ve sömürünün kurbanları olduğumuz, onlarla birlik olduğumuz için. Onların hatırasını güncel siyasal çıkar ve hesapları için yağmalayan düşmana teslim etmemek için. Çünkü Adorno’nun bir keresinde dediği gibi, “uygarlıktaki ilerlemenin faturasını ödeyenlerin sahip olduğu en temel insan haklarından birisi de hatırlanma hakkıdır.”
Marx, insanların kendi tarihlerini kendilerinin seçmediği koşullarda yaptıklarını söyler. İşte bu bizim seçmediğimiz ‘koşullar’, bize ölülerin mücadele ve yenilgilerinden kalan mirastır. O mirasla ne yaptığımızsa basbayağı politik bir meseledir. Hatırlamak siyasi bir mücadele alanıdır. Kimin nasıl hatırlanacağı bu mücadelenin konusudur: Muktedirler tarihte kazananların safında yer alır, onlarla empati kurarlar. Onları yüceltir, muzaffer olanların kurbanlarınıda ya unutturur ya da ancak ‘emret komutanım’ dedikleri bir itaat konumuna sürüklerler. Bu tehdide, yani ölülerin hâkim sınıfın kullandığı bir araç haline gelme tehlikesine karşı muhakkak durulmalıdır.
Komünistler tarihe köleleştirilmiş atalarının gözleriyle bakmalıdır. Bu, ölmüş kuşaklara olan sorumluluğun gereğidir. Çünkü ölüler düşmanın eline geçtiklerinde ikinci defa öleceklerdir. Walter Benjamin’in deyişiyle, “Düşman kazanacak olursa, ölüler bile payını alacaktır bundan.” Dolayısıyla bizim, ölülerimizin düşmanın zafer alayında yerlerde sürüklenmesine mani olacak devrimci bir hatırlama politikasına ihtiyacımız var. Ölmüş kuşakların zulme karşı geçmiş mücadelelerini tam da bu zulümden hesap sormak için anımsayan bir hatırlama siyasetine… Devlet ritüellerinde olduğu gibi ‘geleneği’ muhafaza edip donduran değil, geçmişi gelecek aracılığıyla kurtaran; uzlaşmayı, barışmayı değil de hesap sormayı hedefleyen aktif bir hafıza siyasetine… Emperyalistler arası bir çıkar kapışmasının kurbanı olan ölmüş askerleri hatırlamanın anlam ve hedefi işte bu olmalı. Ölüleri düşmanın kibrinden kurtarmak, tarihe devletin ve muktedirlerin değil, mağlup olan zincire vurulmuş atalarımızın gözlerinden bakmak…
SAVAŞ VE DİRENİŞ
31 Temmuz 1918 tarihli bir İngiliz istihbarat raporuna göre, İstanbul’da bir grup kadın Harbiye Nezareti’nin önünde toplanmış ve savaştan dolayı kötüleşen hayat şartlarını protesto etmişti. Kadınlar, nezaret binasını taşlamış, pencere camlarını kırmış ve “ya bizi besleyin ya da kocalarımızı ve oğullarımızı geri verin” diye bağırmışlardı. Mart 1916’da Aydın’da asker ailelerinden oluşan bir grup, aylarca ödenek alamamalarından dolayı bir fırına saldırmış ve ödeneklerden sorunlu devlet memurunu darp etmişlerdi. Birinci Dünya Savaşı sırasında savaşa ve onun sonuçlarına karşı bu tarz eylemler ne kadar yaygındı bilemiyoruz. Bu topraklarda modern savaş aygıtına ve Karl Liebknecht’in “halkın kendi kendisine karşı silahlandırılması” dediği militarizme karşı direnişin tarihi hâlâ yazılmayı bekliyor.
Kesin olan şu: Osmanlı topraklarında Birinci Dünya Savaşı, her 18 Mart’ta sağın da (maalesef) solun bir bölümünün de farklı üsluplarla da olsa iştahla tedavüle soktuğu kahramanlık edebiyatına karşın öyle çok popüler değildi. Savaşın tamamı boyunca Osmanlı ordusunda firar sayısının 500.000 civarında olduğu tahmin edilmektedir. Bu, aynı savaşa katılan başka ordularla kıyas edildiğinde muazzam bir rakamdır. Örneğin savaş boyunca 13.5 milyon kişiyi askere alan Alman ordusunda firari sayısı yaklaşık 150.000’di. Bu sayı, seferber edilen toplam insan sayısının ancak yüzde 1’i civarına denk düşüyordu. Bu oran, İngiltere’de ise yüzde 1’den biraz fazlaydı. Oysa Osmanlı ordusunun savaş boyunca yaklaşık 2.850.000 kişiyi seferber ettiği düşünüldüğünde, firari oranı yaklaşık yüzde 17 gibi devasa bir sayıya tekabül ediyordu.
Savaşın sonlarına doğru, Liman von Sanders, “bugün Türk firarilerinin sayısı silah altında olan asker sayısından daha yüksek” diyebiliyordu. 1918 yılına gelindiğinde Osmanlı ordusu, ‘sıradan’ askerlerin askeri otoritelere karşı bir direnme biçimi olan firar eylemleri nedeniyle ciddi bir krizle karşı karşıyaydı. Yani Osmanlı’nın savaşı kaybetmesinin nedeni, “Almanlar kaybedince bizim de yenik sayılmamız” değildi.
Anlatılan onca menkıbeye rağmen Osmanlı ordusundaki kaçak sayısının büyüklüğünün ortaya koyduğu tek gerçek var: Osmanlı topraklarında halkın büyük çoğunluğu, düzenli orduya ve savaşa karşıydı. Köylülerin birçoğu kendilerini askerden kaçan köylü çocuklarına devlete ya da orduya olduğundan daha yakın hissediyordu. Tarihçi Erik Jan Zürcher, Osmanlı firarilerinin “köylerine döndüklerinde misafir gibi kalabildiğini” ve “halkın onlara genellikle sempati beslediğini” öne sürmüştür. Zürcher ayrıca, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki bu durumun, yani firarilere dönük desteğin, “Birinci Dünya savaşı esnasında Avrupa ülkelerindeki firar sorunsalıyla kıyaslandığında belki de en önemli farklılık” olduğunu iddia etmiştir.
Dahası var: Savaşın sonlarına gelindiğinde, Ekim Devrimi’nin dünyaya dalga dalga yayılan o muazzam prestiji bu toprakları da etkisi altına almış, devrimin savaş karşıtı mesajı Anadolu’ya kadar ulaşmıştı. Kâzım Karabekir’in hatıratında Rus Devrimi sonrasında doğu cephesinde ordudaki moral iklim üzerine şu satırlara rastlamamız bu bakımdan bir tesadüf değildir: “Firarların önünü almak ve askerlerin emniyet ve muhabbetini sıkı tutmak için –karargahım da dahil olduğu halde– bir türlü yemek ve asker ekmeği yiyorduk. Ve asker gibi geyiniyorduk. Bolşevikler zabit apuletleri aleyhine propaganda yaptıklarından, Bolşevik ordusuyla temasa gelen, onbirinci fırka zabitleri apuletlerini çıkartmışlardı, bunu umuma teşmil ettim. Ve rütbeleri kolda, pazu üstüne değirmi bir şekilde yaptırdım. […] Sık sık da kıtalarımı teftiş ettiğim gibi, askeri ve halkı yakında dinletiyordum. Kışın firarların çoğalacağını anlamıştım.”
Sağın farklı versiyonlarının kendi tarihsel anlatılarını vatan-millet edebiyatıyla süslenmiş savaşta, üstelik Birinci Dünya Savaşı gibi gerçek bir katliamda aramasında elbet bir beis yok. Ancak solun devlet gibi bakması, devlet gibi düşünmesi, tarihe cepheye sürülen köylü ve emekçilerin değil de muktedirlerin gözlükleriyle bakması anlaşılır şey değil. Türkiye’de I. Dünya Savaşı’nın niteliğine ve Osmanlı Devleti’nin bu savaştaki rolüne dair solun hiç değilse bir bölümünde hâlâ bir kafa karşıklığının olması cidden akıl alır şey değil. Almanya’nın olası bir zaferinden nemalanma, belki de yeniden “Düvel-i Muazzama” saflarına giriş vizesi almak adına dahil olunmuş, üstelik içinden bir de soykırım çıkartılmış bir savaşın emperyalizme karşı mücadeleyle herhangi bir bağı olabilir mi? Bu hususta bilhassa Çanakkale Savaşı, adeta bir antiemperyalist kurtuluş savaşı olarak görülebiliyor. Oysa İngiliz erkân-ı harbine bağlı kuvvetlerle Alman genelkurmayına tabi kuvvetler arasında gerçekleşen ve emperyalist karakteri aşikâr bir kanlı bölüşüm savaşının parçası olan bu muharebelerden ‘mazlum milletlere’ dair nasıl bir pay çıkarılabileceği, antiemperyalizmin konuyla ne alakası olduğu gerçek bir muamma. Çanakkale’nin bir ‘antiemperyalist’ savaş olarak vaftiz edilmesinde payı olan solun dönüp dolaşıp, bu savaşı ‘milliyetçiliğinin manifestosu’ saydığını söyleyen ve onu şehadet kültünün bir sembolü olarak kullanan Erdoğan’la neticede farklı bir jargonla da olsa benzer şeyler söylemesi akıl alır şey değil.
Çanakkale Savaşı’ndan ve elbet onun sadece bir cephesi olduğu I. Dünya Savaşı’ndan kutlanıp anılacak bir antiemperyalist vatan savunması icat edenlere cevabı Lenin’e bırakmakta fayda var: “Kısacası, emperyalist Büyük Devletler (yani bütün öteki devletleri ezen ve onları mali-sermayenin ağına düşüren vb. devletler) arasında ya da Büyük Devletlerle ittifak halinde verilen savaş, emperyalist savaştır. 1914-1916 savaşı böyledir. Bu savaşta ‘anayurdun savunulması’ bir aldatmacadır; savaşı haklı gösterme çabasıdır.” Dönüp, “Büyük Devletlerle ittifak halinde” kısmını yeniden okumakta, mümkünse altını çizmekte yarar var. Okurun zekasıyla alay etmek için değil ama vurgulamak için tekrarda yarar var: Lenin “emperyalist büyük devletler ile ittifak halinde” savaşa dahil olan devletler için de bu emperyalist paylaşım savaşında bir yurt savunmasının söz konusu olamayacağını söylemektedir.
Söylemeye ve yazmaya gerek olmamalı ama solun tarihsel referansları, Çanakkale ya da Sarıkamış gibi ezilenlerin ‘vatan’ için birbirine kırdırıldığı kasaplıklarda değil, büyük harfle ‘Tarihin’ sessizleştirmiş olduğu hikâyelerde aranmalı. Bizleri birleştiren tarihsel anlatıları Kürt, Arap, Türk, Ermeni asker kaçaklarında, nezaretin camlarını indiren kadınlarda, savaşın şu ya da bu biçimde parçası olmak istemeyen yüz binlerce insanın küçük öykülerinde aramalı. Şöyle anlatalım: Bir disiplin vasıtası olarak dayak, Osmanlı ordusunun günlük işleyişinin ayrılmaz bir parçasıydı. Savaş sırasında ihtiyat zabiti olarak görev yapmış Faik Tonguç hatıratında cepheye gitmeden önce dayağı insanlık dışı bir eylem olarak gördüğünü, ancak savaş sırasında disiplini sağlamak adına “insafsızca dayak atmasını” öğrendiğini itiraf ediyordu.“Talim ve terbiyeden yoksun köylü çocuklarının kontrolü başka şekilde sağlanamıyordu. Nöbet yerinde uyumanın dünya ve ahirette kötülük getireceği hakkında uzun boylu söz söylemektense, gece nöbet hattını dolaşırken uyuduğu görülen nefere, sabahleyin bölükte 20 sopa vursam daha çok faydası oluyordu.”
Bir başka örnek verelim. I. Dünya Savaşı’nda çavuş olan ve doğu cephesinde firar ederek Ruslara teslim olan, esareti sırasında devrim saflarına katılıp TKP kurucuları arasında yer alan Süleyman Nuri, hatıratında alay kumandanı nezdinde “bir er hayatının bir sinek ve tahtakurusu kadar hükmü olmadığını” belirtir ve ordu içinde idamların sıklığından söz eder. O kadar ki, “yurt dedikleri nesnenin müdafaasına canlarını hasretmiş Mehmetçiklerin ateş hatlarında bu şekil canavarca imha edilemeleri tabii görünüyordu” diye yazar. Süleyman Nuri şahit olduğu bir kurşuna dizme vakasınıysa şöyle aktarır: “Ordu kumandanı Vehip Paşa’nın karargâhı bulunan Suşehri’nde asker topluluğu karşısında, aşağı yukarı her gün tekrar olunan ve hatta yolumuz düştüğü için bir günde bizim taburumuzun bulunduğu kurşuna dizme merasiminde, köydeki çoluk çocuklarının birkaç günlük ihtiyaçlarını temin etmek için kendilerine izin veren iki erin kurşuna dizilmelerine şahit oluşumuz da, bizlere gayet tabii görünür gibi oldu. Belki bu, cinayetin Vehip Paşa gibi bir ordu komutanının tasvip ve hatta imzası tahtında veyahut da divanı harbin kararı gibi bir formaliteye istinat ettirildiği içindi.”
Cihan Harbi’ne dair konuşacaksak eğer, tarihte o sopayı çeken zabitin mi o sopayı yiyen köylünün mü, kendi komutası altındakileri kurşuna dizdirenlerin mi yoksa o kurşunlara hedef olan erlerin mi safında olduğumuza karar verelim önce. Dünyamız giderek 1914 öncesinin dünyasına ürkütücü derecede benzemeye başlamışken safımızı belli etmekte büyük fayda var.