İstanbul’da insanlarla beraber diğer hayvanların hayatlarının izini sürmek, özellikle sokak hayvanı olarak görülen türler üzerinden şehrin tarihini insan harici türleri de dahil ederek yeniden tartışmak giderek daha önemli bir gündem olarak önümüze çıkıyor, özellikle de hayatta kalma koşullarımızın ve dünyanın sürdürülebilirliğinin insanlar kadar diğer canlıların sömürüsüyle de hesaplaşabilen bir sistem değişikliği gerektirdiği kanısı hızla yaygınlaşırken. Şehirlerde insanlarla diğer hayvanlar arasındaki ilişkiler mekânsal dağılıma, kimin hariçlenip kimin şehre içkin sayıldığına dair önemli göstergelerden biri. Bu ilişkilerin siyasi dönüşümler ve bu dönüşümlerin mekânsal izdüşümlerine bağlı olarak nasıl değiştiğine tarihsel olarak bakmak günümüzün ekoloji mücadelesini, şehri yalnızca insan mensupları için değil, tüm canlılığıyla savunmayı tarihsel bir perspektiften görebilmek açısından önem arz ediyor.
Bu yazı, bu saik ile yola çıkarak, İstanbul’da sokak hayvanlarının tarihine, özellikle de 1910 Hayırsızada katliamından 2015’te açılan Kısırkaya Hayvan Barınağı’na uzanan tarihselliğin kırılmalarına ve sürekliliklerine bakmayı hedefliyor. Yazının merkezinde iki temel argüman bulunuyor: Bunlardan ilki, tarihsel olarak sokak hayvanlarına dair kıyımların bir süreklilik arz etmesine rağmen aynı zamanda şehrin tahayyülünde yaşanan her değişimle hayvana bakışın ve sokak hayvanlarıyla ilişkilerin dönüştüğüne yönelik. Hem yerinden etme ve öldürme pratiklerindeki değişiklikler hem de yaşatmaya yönelik emeklerin aldığı biçimler tarihsel olarak farklılık gösteriyor; kıyımın sürekliliğine rağmen dönüşen ilişkilere işaret edebilmek bu yazının temel uğraşlarından biri. Bu yazı aynı zamanda özellikle Hayırsızada katliamına ilişkin olarak ve günümüzdeki büyük ölçekli hayvan barınaklarını; sürgün veya kapatma pratiklerini anlamak için kültürel açıklamaların yalnızca bir ölçüde yeterli olduğunu, temel olarak yapısal dönüşümlere bakmak gereğini de vurguluyor. Şehrin sürekli dışına sürülen ötekileri arasında insan dışındaki canlıların da hikayelerini hatırlamanın önemini hatırlatmayı umuyor.
1910 HAYIRSIZADA KATLİAMI
Hayırsızada Katliamı’na dair en kapsamlı anlatılardan bir tanesi Catherine Pinguet’nin İstanbul’un Köpekleri isimli kitabı. Pinguet kitabında, özellikle 20. Yüzyıl başlarında İstanbul’u ziyaret etmiş seyyahların hatıralarından yararlanarak dönemin İstanbul’una dair anlatıları ve fotoğrafları bir araya getiriyor.[1] Pinguet’nin de vurguladığı gibi bu dönemin en önemli gündemlerinden biri İstanbul’un sokak hayvanlarından, özellikle köpeklerden ‘temizlenmiş’ bir şehir haline getirilmesi; nitekim II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesi ve Jön Türklerin yönetimi ele geçirmesiyle beraber hayata geçirilen ilk projelerden biri Hayırsızada Katliamı. Modernleşme sürecinin önemli mihenk taşlarından biri olan Jön Türk yönetimi için ulaşılması önemli standartlardan biri, İstanbul’u Avrupa şehirleri standardına taşımak, tekinsiz unsurlarından temizlemek, rasyonel olarak yönetilebilir hale getirmekti. İttihat ve Terakki döneminde karikatürler üzerinden siyasal hiciv analizi yapan tarihçi Palmira Brummett’e göre “(Karikatürlerde gruplar halindeki) köpekler yeni meşruti rejimin sosyal alanı nasıl kontrol edeceği ve düzenleyeceğine dair bir açmazı sembolize ediyorlardı. Rejimin etkenlik düzeyinin bir ölçütü haline geldiler … (Siyasi) idarenin zor olduğu bir dünyada İstanbul’da köpekleri imha etmek, işlerliklerini gösterebilecekleri ve yönetilebilir bir yerel göreve dönüştü” (Brummett 1995, s. 440, çeviri bana ait). İttihat ve Terakki yönetimi için sokak köpekleri sembolik olarak eski düzen ile özdeş bir sorun haline geldi ve “ilerleme için imha edilmesi gereken” bir öğe olarak konumlandırıldı (A.g.e. s. 443, çeviri bana ait).
İlk olarak sokaktaki yavru köpeklerin toplanmasıyla başlayan girişim, daha sonra sokaklarda şehrin başka ötekilerine belirli bir ücret karşılığında yetişkin köpeklerin de toplatılmasıyla binlerce sokak köpeğini hedef alan bir kıyıma dönüştü. Toplanan köpekler Marmara’da Sivriada olarak da bilinen Hayırsızada’ya götürüldü ve açlıktan, susuzluktan, bitki örtüsü zayıf çalılardan oluşan adada güneş altında kavrularak, ya da yaklaşan gemilere yüzmeye çalışırken boğularak öldü. Şehrin canlılığının insana özgü hale getirildiği ve insan-dışı yaşam formlarıyla ilişkilerin keskinleşen bir hiyerarşiye tabi kılındığı bir sürecin alamet-i farikası olarak görülebilecek olan bu katliam on binlerce köpeğin ölümüyle sonuçlandı. Katliama tanık olan Fransız karikatürist Georges Goursat Sem adadaki köpeklerin bakımı için 30,000 frank ayrıldığı açıklamasına inanmayıp adadaki durumu gözleriyle görmeye gidenlerden biri. Hayırsızada, Sem’e aktif bir yanardağ olan Stromboli’yi hatırlatıyor:
Köpeklerin çoğu kumsalda itişiyor, birbirini sıkıştırıyordu; birbirlerinin üstüne çıkarak suya ulaşmaya çalışıyor, güneşten pişmiş, kavrulmuş bacaklarını serinletmeye uğraşıyorlardı. Pek çoğu yüzüyor, bir yandan da denizde kavga ediyor, dört bir yanda yüzen leşler için kapışıyordu. Susuzluktan yarı ölü durumdaki birkaçı tuzlu suyu içmeye gayret ediyordu… Umutsuzca bize yüzen sürüler vardı… Çoğunun kulakları yarı yarıya yenmiş, üzerleri tuzdan iyice azmış, duru suda kan izleri bırakan iğrenç yaralarla dolmuştu. Bu manzaraya dayanacak hali kalmayan bir İngiliz, denizcilere köpekleri öldürsünler diye yalvarıyordu… Uzaktan kafes yüklü iki mavnayı adaya doğru çeken küçük bir vapur gördük. Aç köpeklere İstanbul’dan “taze köpek” getiriyorlardı (Pinguet 2009, s. 12-14).
İstanbul şehremini Cemil Topuzlu “80 Yıllık Hatıralarım” kitabında bu göreve tayin edildiği 1912 yılında Hayırsızada vakasından hemen sonra İstanbul’da 30,000 civarında köpek bulduğunu, kalan köpekleri yavaş yavaş imha ettirdiğini belirtir (1994 [1951], s. 121). Bir sonraki cümlede ise dilencileri de her nerede yakalarsa Darülaceze’ye yolladığını anlatır. Süprüntüleri bir çöp kabı içinde kapının önüne koymak yerine sokağa atanların çöplerini tekrar evlerine döktüren, açıkta aşçılık, berberlik eden esnafın eşyalarını zapt ettiren Cemil Topuzlu, Ekrem Işın’ın deyimiyle “Osmanlı’nın dört ayaklı belediyesinin” aksine Avrupa kentlerine öykünen, modern, “temiz” şehir idealinde önemli bir rol oynamıştır (Işın 1999).
İstanbul’da sokak hayvanlarıyla, özellikle de köpeklerle ahalinin arasındaki ilişki bu katliam öncesinde de siyasi bir mesele haline gelmiş ve daha önce de köpekler toplatılmış ve şehrin çeperlerine sürgün edilmişti; ancak bu denemeler ahalinin tepkisiyle geri döndürülmüştü (bu konuya dair daha detaylı bilgi için bkz: Schick 2010). Dolayısıyla 1910’da yaşanan katliam bir tür kırılmaya işaret ediyor ve Hayırsızada’yı mümkün kılan koşulları hem kültürel hem politik dinamikleri ele almayı gerektiriyor. Cemil Topuzlu’nun anlatısında da belirginleşen haliyle bu kırılma aslında yalnızca sokak hayvanlarına değil aynı zamanda şehrin kime ait olduğu ve kimler tarafından, nasıl kullanılabileceğine dair yeni bir siyasi düzene işaret ediyor.
İstanbul’u ziyaret eden çok sayıda seyyahın anılarında köpeklerin yoğunlukta olduğu İstanbul’a dair yorumlar Şark kültürü ve dini inanışların, özellikle İslam’la ilişkilendirilen merhamet gibi birtakım değerlerin önemini vurgular nitelikte. Aynı anlatılar Osmanlı’da ahalinin köpekleri faydacı bir ilişki içerisinde barındırdıklarına dair de argümanlar sunuyor. Mahallede çöpleri ayrıştıran, henüz aydınlatmanın yaygınlaşmadığı bir zamanda özellikle geceleri mahalleyi yabancılardan koruyan bir etmen olarak köpekler bir çeşit ‘belediye hizmeti’ sağlıyor olarak tasvir ediliyorlar. Fakat Hayırsızda öncesinde şehirde yaşanan hem çekişmelere hem de çoğulluğa dair değerlerin neler olduğuna bakabilmek için bu manevi açıklamaların yanına mekânsal ve dolayısıyla da siyasi birtakım etkenleri de yerleştirmek gerekiyor. Bu doğrultuda İstanbul’un köpekleri üzerine yazdığı makaleyle alanda öncü olan ve bu kırılmayı kültürel değerlerin dönüşümüyle açıklayan Ekrem Işın’ın analizi ile sokak hayvanlarına yönelik kıyımların çok daha eski tarihlerde de örneklendiğini ve dolayısıyla kırılmaları değil sürekliliği vurgulayan Cemil Schick’in görece yapısal analizini kıyaslayabiliriz.
ŞEHRİN DÖNÜŞÜMLERİ
Ekrem Işın Osmanlı’da gündelik hayatı belirleyen bir etmen olarak hayvanların ve özellikle sokak köpeklerinin, ahali tarafından kendi iç huzurlarına içkin sayılan bir merhametle bakıldığını ve doğuya özgü sosyokültürel etkenlerle birlikte bu durumun o ilişkileri kuşatan bir güvenlik çemberi oluşturduğunu iddia eder (Işın 1999, s. 219). Fakat bu ilişki her semt için benzer şekilde işlemez; Galata ve Pera’da sokak köpeklerinin çok daha zor yiyecek bulduğu ve daha sık şiddete ve kıyıma maruz kaldıklarını belirten Işın’a göre bu bir “zihinyet dünyasının farklılığı”na işaret eder (a.g.e. s. 222). Yoğun bir ticaret merkezi olan Galata’da sokakların ekonomik yükü taşıyan atardamarlar olduklarını, Pera’nın da elçilikleri ve şirket bürolarını barındırıyor olması sebebiyle iki bölge arasında bir akış olduğunu ve bu sokaklarda köpeklerin özgürce yaşayabilmelerinin mümkün olmadığını belirtir. Işın’a göre Avrupa şehir kültürüyle beslenmiş pozitivizm, seyyahların İstanbul’un köpeklerini salt belediyecilik ve bekçilik işlevi ile anlamlandırması gayretini ve bu canlılara verilen önemin ardında yatan kültürel birikimin görülememesine sebep olur. Bu kültürel birikimin göz ardı edilmesi bilhassa I. Meşrutiyet ile beraber yalnızca Avrupalı seyyahlara özgü olmaktan çıkmış ve Avrupa kentleri ile İstanbul’u kıyaslayan Osmanlı aydınlarının şehrin dört ayaklı unsurlarını “Şark’ın gereksiz bir fantezisi” olarak görmeye başlamasına sebep olmuştur.
Ekrem Işın’ın anlatısı ile ortaklıklar barındırmasına rağmen Irvin Cemil Schick’in mekansal çekişmeye dair perspektifi tarihsel olarak bir kesintiye değil devamlılığa dikkat çeker. Seyyahların vurguladığı türden bir manevi odağın ya da Işın’ın merkeze aldığı modernleşme vurgusunun hayvanlara ve sokak köpeklerine yönelik sürgün ve kıyımların 17. Yüzyıldan beri süregelen bir uygulama oluşunu açıklamakta eksik kaldığını belirtir. Bu hadiselerin Batılılaşma cereyanının ortaya çıkışından çok önce vuku bulduğunu ve köpek itlâfını çağdaşlaşmayla eşleştiren kolaycı yaklaşımın bunları açıklamakta yetersiz kaldığını iddia eden Schick, bu katliamlara mekân üzerinde çekişme perspektifinden bakılması gerektiğini savunur. Schick’e göre “tedrici kentleşme süreci sonucunda İstanbul’un az çok özerk, kendine yeten mahalleler kümesinden yüksek düzeyde şehir içi hareketliliğin hüküm sürdüğü bir metropole dönüşmesiyle köpeklerin rolü işlevsizleşmiştir” (Schick, 2010). Mekansal dönüşümün yanında yönetim biçimindeki değişikliğin de belirleyici olduğunu savunan Schick’e göre meşruiyetlerinin kaynağını ilahi bir faktörden değil dünyevi elementlerden alan İttihat ve Terakki, kamuyla, ahaliyle ahlaki bir sözleşmeye tabi değildi:
Genelde padişahların, her istekleri kanun olan mutlak despotlar oldukları düşünülür, ama aslında hareketleri büyük ölçüde siyasî gereklilikler, dinî denetim ve de kamuoyu tarafından sınırlandırılmıştır. 1826 yılında yeniçeri ocaklarını topa tutan, hayatta kalanları da ağaçlardan sallandıran Sultan II. Mahmud bile köpeklerin sürgün edilmesine dair buyruğunu halkın muhalefeti karşısında feshetmeye zorlanmıştı. İttihat ve Terakki hükümetine gelince, durum çok farklıydı (Schick 2010).
Cemil Schick’in kentleşme ile ilişkili olarak sokak hayvanlarıyla ilişkilerin dönüşümüne dair argümanını Tanzimat ile ivmelenen mekânsal dönüşümlere bakarak desteklemek mümkün. Merkezi otoritenin güçlendirilmesi ve bürokratik yapının batılı standartlarla uyumlu hale getirilmesini hedefleyen 1839 Tanzimat Fermanı aynı zamanda İstanbul’un daha önceki düzenlemelerle ortadan kaldırılamamış sorunlarını çözmeyi de hedefliyordu. 17. ve 19. Yüzyıllar arasında İstanbul artan nüfus yoğunluğu ve yoksullukla, salgın hastalıklarla, kasti veya kaza eseri yangınlarla boğuşuyordu (daha detaylı bir anlatı için bkz: Tekeli 2006). 19. Yüzyılın ortasından itibaren yerel belediyelerin oluşumunu hedefleyen bürokratik yeniliklere gidildi. 1856’da Intizam-ı Şehir Komisyonu kuruldu; bu komisyonun önerisiyle 1857’de Nizamname-i Umumiye hayata geçirildi ve İstanbul 14 yönetim bölgesine ayrıldı. Belediyeciliğin maliyetleri sebebiyle takip eden beş senede yalnızca üç belediye kurulabildi. Bunlardan biri Ekrem Işın’ın köpeklerle ilişkilerin farklılığına dikkat çektiği, Beyoğlu’ndaki 6. Bölge idi. Belediyecilikte öncü olan ve ticari bir merkez olarak işlev gören bu bölgede yollar arabalara uygun hale getirildi, sokak aydınlatmaları yerleştirildi, çöp toplama hizmeti başladı ve imparatorluğun tarihinde ilk kez olmak üzere bölgenin kadastro haritası çıkarıldı (Tekeli 2006, 365). Bütün bu yenilikler şehrin görünümünü ve organizasyonunu tümden değiştirdi. Evler arasındaki sokakların ortak alan olduğu, çıkmaz sokakların o sokakta yaşayan cemaat için paylaşılan kamusal alanlar olduğu ve temelde özel ve kamusal alan arasında bir geçişkenliğe dayanan mekânsal örgütlenme yerini daha keskin sınırlara bıraktı (Yerasimos 2006). Sokaklarla evler arasındaki geçişkenlik azalırken sokaktaki hayvanların canlılığı ve onlarla kurulan yakınlık için önemli bir dayanak olan ortak alan paylaşımı giderek zayıfladı.
Dolayısıyla Ekrem Işın’ın vurguladığı gibi sosyokültürel etmenler sokak köpeklerini bir güvenlik çemberiyle kuşatıyor idiyse de bunlar belirli mekânsal örgütlenmelerle mümkün oluyordu. Cemil Schick’in vurguladığı gibi mekânsal dönüşümler insanlarla sokak hayvanları arasındaki ilişkinin de dönüşümüne yol açtı. Cemil Topuzlu’nun şehri temizlemeye dair anlatılarının yalnızca sokak hayvanlarına dair olmaması, sokağı kimin ve nasıl kullandığına dair de sınırlandırmalar içermesi bu dönüşümün siyasi olarak nasıl hayata geçirildiğine dair de ipuçları barındırıyor. Bu dönüşümün 1910 katliamından çok önce, şehre dair tahayyüllerin ve siyasi projelerin değişmesiyle başlamış olduğunu ve sokağın canlılığını yalnızca belli türden faaliyetlere özgü kılmaya doğru evrildiğini ise Tanzimat’la beraber ivmelenen ve sistematik bir hâl alan kentsel dönüşümlerle açıklamak mümkün.
KISIRKAYA HAYVAN ‘BARINAĞI’
1910 katliamından 2000lere uzanan on yıllar boyunca Hayırsızada kadar tekil bir olay olmasa da sistematik olarak sokak hayvanlarını hedef alan öldürme pratikleri devam etti. 1950lere kadar geçen sürede, 1912’de kurulmuş olan ve I. Dünya Savaşı sebebiyle ancak 1924’te faaliyete başlayabilen İstanbul Himaye-i Hayvanat Cemiyeti bu konuda öncü rol oynadı (Gündoğdu 2010, 376). Kuduz salgını sebebiyle çok sayıda sokak hayvanının zehirlenerek, vurularak öldürüldüğü bir dönemdi ve cemiyet bu faaliyetlere hayvanların daha “insani” yöntemlerle öldürülmesi için gerekli ekipmanların ithal edilmesi gereğini vurgulayarak karşılık verdi. 1927’de cemiyetin iktidar sahibi üyelerinin de etkisi ile söz konusu ekipmanlar ithal edildi ve gazla çok sayıda hayvanın öldürüldüğü bir süreç başladı. Derneğin yıllık raporlarına göre sadece 1929 yılında 3309 köpek, 807 kedi ve 47 at “insani” yöntemlerle öldürülmüştü. Aşının ve kısırlaştırma imkanının yokluğunda salgına karşı üretilen bu “çözüm”e itirazlar çok zayıftı.
50li yıllardan itibaren kentleşme deneyiminin yoğunlaşması ve şehirdeki insan nüfusunun artmasıyla sokak hayvanlarının da sayıca arttığını söyleyebiliriz. Bu yıllarda belediyeler, kullanımı ancak kırk yıl kadar sonra sistematikleşebilecek kuduz aşısının yokluğuna ve karantina uygulamalarının mali yüküne, imkansızlığına sığınarak gazetede aleni biçimde hayvan katliamları ve özellikle köpek itlafları, köpek itlafı ekiplerine takviyelere dair haberler yaptırıyordu. 60lı ve 70li yıllarda bu kıyımların kentin mekansal dağılımında belirleyici olan faktörlerle, örneğin kentin gecekondulaşmış çeperleri ve merkezi arasındaki ilişkilerle olan etkileşimi de belirginleşmiştir. Kuduz, çeper bölgelerdeki köpeklerden kentin içindeki köpeklere bulaştığı iddia edilen bir niteliğe bürünmüş ve çeper bölgelerde köpek katliamları belediyelerin bu mahallelere girme gerekçesi haline gelmiştir. Belediyelerin aktif olarak sokak hayvanlarını öldürdüğü, bunu çoğunlukla şehrin güvenliği ve temizliği gibi saiklerle yaptığını açıkça paylaşabildiği 2000’lere kadar uzanan bu sürece dair net sayılar mevcut olmasa da dönemin ana akım medyasında, özellikle gazete arşivlerinde sokak hayvanlarına dair haberlerin sıklığı bu kıyımların yaygınlığını kanıtlar nitelikte.
Şehrin iç dinamiklerinin yanında uluslararası etkinliklerin de sokağın kime ait olduğu ve nasıl kullanılabileceğine dair yeni çekişmeler yarattığını özellikle 1996’da İstanbul’da düzenlenen HABITAT II konferansı aracılığıyla incelemek mümkün. Kuduz tehdidinin yanına eklemlenen uluslararası ziyaretçilerin şehirde hayvanlarla yaşayabileceği “tekinsiz karşılaşmalar”ı önleme teması sokak hayvanlarının katli için meşru bir zemin yaratmış ve sayısız sokak hayvanının öldürülmesine sebep olmuştu.
2004 yılında 1990lı yıllardaki kıyımların aktörleri Avrupa Birliği uyum yasaları kapsamında 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’nu yasalaştırıldı. Belediyelerin hayvanları kısırlaştırıp aşıladıktan sonra yaşadıkları bölgeye geri bırakmaları gereğine dair madde bugüne kadar hayvan toplayıp itlafa götüren belediyeler için en azından takibi yapılabilen sokak köpeklerinin kaybettirilmesini zorlaştıran bir faktördü. Yasa aynı zamanda hayvanlara kötü muameleye dair ve tecavüz ve işkenceye dair maddeleriyle önem kazanıyor ancak kabahatler kanunu kapsamında değerlendiriliyor olması sebebiyle bu yasakları çiğneyen kimseler için ciddi bir cezai yaptırıma alan açmıyor. Aynı zamanda, yasa sokak hayvanlarını sürgün etme ve katletmede en temel aktörler olan belediyelerin ceza kapsamına alınmasına imkân açmadığı için, sokaktaki hayvanları belediyelerden korumaya dair bir dayanak sağlayamıyor.
Etkililiği tartışmaya açık bu yasanın ve on yıllar boyu süren sürgün ve kıyımların gölgesinde, 2014 yılında duyurulan ve 2015 başında proje tamamlanmak üzereyken basına yansıyan, resmi adıyla Kısırkaya Sahipsiz Hayvan Geçici Bakımevi ve Bahçeli Yaşam Alanı, fiiliyatta Kısırkaya Barınağı özellikle hayvan hakları ve ekoloji alanında mücadele eden aktivistler için Hayırsızada Katliamı’nı yeni bir vurguyla gündeme taşımayı gerektirdi. Resmi rakamlara göre 2800’ün üzerinde hayvan barındırma ve yılda 20,000 hayvan kısırlaştırma kapasitesi olan, şehrin merkezlerine uzak ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nce işletilecek olan bu yeni yapı sokak hayvanlarının topluca kapatılacağı, kaybedileceği ve öldürüleceğine dair kaygılar uyandırdı. Çok daha az sayıda hayvan barındırma kapasitesiyle büyük kıyımlara yol açan yerel belediye barınaklarının merkezileşmesi, bu merkezin Burak Özgüner’in tabiriyle “modern bir tecrit merkezi” ve “modern bir Hayırsızada” haline geleceği anlamına geliyordu (Bunun yanında merkezin hukuka aykırılığını da detaylı olarak anlattığı yazısı için bkz: Özgüner 2015).
Bu çağrışım aynı zamanda Hayırsızada katliamının ardından geçen on yıllarda da sistematik olarak sokak hayvanlarının katledildiğine dair bir hafızadan, özellikle 2000lerden itibaren de şehirden koparılıp, şehrin çeperlerindeki ormanlık alanlar ve arazilerde açlığa ve ölüme terkedilen sokak hayvanlarının hikayelerinden kaynaklanıyor. Kısırkaya devasa boyutuyla hem küçük ölçekli belediye barınaklarında örneklenen kapatma pratiğini, hem de merkeze uzaklığı bakımından şehrin çeperine atma yöntemini bir araya getirebilecek özelliklere sahip (Alkan 2016). Mevcut hükümetin diğer ‘mega’ projeleri yanında anılmasa da ölçeği ve şehrin merkezini kar odaklı faaliyetlere ve gruplara has kılarken, yoksulları, azınlıkları şehrin çeperlerine sürmeye; şehrin henüz sistematik yapılaşmaya açılmamış bölgelerini talan ederek yeni sömürü alanları açmaya yönelik gayretlerin bir diğer yüzü Kısırkaya. Bu bakımdan tıpkı Hayırsızada katliamında olduğu gibi süregelen kentsel dönüşümlerin sokak hayvanlarına dair bir izdüşümü, şehrin kime ait olduğunun ve kimlerce nasıl kullanılabileceğinin yeniden tasarlandığı bir sürecin ürünü. Bu bakımdan sokakları tüm canlılığıyla savunmanın, kentsel dönüşüm adı altında sürgün politikalarına insanlar dışındaki hayvanlar için de bağlayıcılığını akılda tutarak karşı çıkmanın daha elzem hale geldiğine dair önemli bir hatırlatıcı.
Kaynakça
Alkan, A. (2016). İstanbul’un Orman Köpekleri: Sürgünden Mutlak Tecrite. Saha Dergisi, 68–74.
Brummett, P. (1995). Dogs, women, cholera, and other menaces in the streets: cartoon satire in the Ottoman revolutionary press, 1908–11. International Journal of Middle East Studies, 27(4), 433-460.
Gündoğdu, C. (2010). The Animal Rights Movement in the Late Ottoman Empire and the Early Republic: The Society for the Protection of Animals (Istanbul, 1912). S. Faroqhi (Der.), Animals and People in the Ottoman Empire içinde (ss. 373–95). Istanbul: Eren Yayıncılık.
Işın, E. (1999). İstanbul’da gündelik hayat: Insan, kültür ve mekân ilişkileri üzerine toplumsal tarih denemeleri. Istanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Özgüner, B. (2015) [BIAMAG]: Kısırkaya “Hayvan Hapishanesi.” http://www.bianet.org/biamag/hayvan-haklari/161598-kisirkaya-hayvan- hapishanesi
Pinguet, C. (2009). İstanbul’un köpekleri (Çev: S. Özen). Istanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Schick, I. C. (2010). İstanbul’da 1910’da Gerçekleşen Büyük Köpek İtlâfı: Bir Mekân Üzerinde Çekişme Vakası. Toplumsal Tarih, 200, 22–33.
Tekeli, İ. (2006). Tanzimat : Değişim sürecinde Osmanlı İmparatorluğu. In H. İnalcık & M. Seyitdanlıoğlu (Der.), 19. yüzyılda İstanbul metropol alanının dönüşümü içinde (ss. 363–375). Ankara: Phoenix.
Yerasimos, S. (2006). Tanzimat’ın kent reformları üzerine. H. İnalcık & M. Seyitdanlıoğlu (Der.), Tanzimat: Değişim sürecinde Osmanlı İmparatorluğu (ss. 347–363). Ankara: Phoenix.
[1] Hayırsızada katliamına dair bir diğer önemli anlatıya yapımcı ve yönetmen Serge Avedikian’ın 2010 yapımı ödüllü animasyon filmi Chienne d’histoire aracılığıyla erişmek mümkün.
Kapak Çizimi: Burçak Yazıcı