Enkazlar…
Ve ikazlar…
“Lütfen buradan uzaklaşalım!”, “Boşaltın burayı!”, “Çekim yapmak yasak!”, “Sessizlik…”, “Konuşma arkadaşım!”, “Abi onu bırak lütfen, zaten birazdan dağıtacağız!”, “Arkadaşım yalnız seçerek almıyoruz!”, “Sıra oluşturulmazsa, dağıtım yapılmayacak!”, “Abi lütfen…”, “Ablacım!”, “Yapma!”, “Abicim 1 saat önce vermedik mi sana?”, “Ablacım etiketli ürünleri seçiyorsun hep!”
Depremzedelerin yasak listesi sürekli güncelleniyor.
Ve parti. Parti de depremzede. Çok mu geciktik? Belki. Hayır.
Varmak üzereyiz biz. Yollar buzlu dikkatli sürün.
Yetiştik yoldaşlar. “Nedir durum?”
Hemen çağrıyı yaptık. 1999’dan hazırlıklıyız. Depremzede işçiler ile buluşacağız. Boş bir arsayı zaten sabah gözümüze kestirmiştik. Öğrendik, arsa boş değilmiş aslında. Cumartesi pazarının kurulduğu yerdeymişiz.
Herkes birbirini rahatça görebilsin, duyabilsin diye sandalyelerden çember kurduk. Çemberin merkezine enkazdan çıkarılan bir çamaşır makinesinin kazanını koymuş arkadaşlar. Soba niyetine. Epey yaratıcı. Kimin aklına gelmiş? Gerçekten helal olsun. Sıcaklığı da çevresine iyi yayıyor. Sobalar bu kadar işlevsel değil. Bulabilir miyiz acaba birkaç tane daha? Askerler kömür başında dünden beridir nöbet tutuyor. Sağdan soldan çöp, odun toplayalım. Hava epey soğuk, bunlar yetmez.
Kaç kişi gelecek acaba? Toplantı uzun sürebilir. Demliğin başına da nöbetçi koymak lazım. Kendini bilmez bir ikaz da benden gelsin:
“Arkadaşlar toplantı var, şu çaydan içmeyin artık!”
İkişerli üçerli gruplar halinde gelmeye başladı işçiler.
10… 14… 15… 16… 17… 20 olduk… İyi.
Aleyküm selam. Geçmiş olsun. Sarılmalar… Tanışmalar…
Bizi hiç bilmeyenler çoğunluktalar.
“Biraz daha bekleyelim arkadaşlar, yolda olanlar olabilir.”
25…
Çok erkek olduk.
Ateşimiz zayıfladı…
Hemen küçük bir erkeklik krizi yaşanmaya başlıyor. Depremzedelik ve devrimcilik bir kenara bırakılıyor… Ateşin nasıl yakılacağına dair herkesin farklı fikirleri var. “Odunu dik koy”, “bunlar yaş”, “kâğıt lazım”, “benzin var”, “benzin sıçrar”, “bu çok kalın”, “poşet lazım”, “poşet kokar”, “şu eski kıyafetlerden yakalım”, “olmaz!”, “şu kartonu uzatsana”, “bunu kim attı”, “sunta yanmaz”, “üflemek lazım”, “yelleyelim” …
Şükür, sonunda yakabildiler…
Bence çıra lazımdı.
Üçlü bir grubun arkasına dikildim. Hemen yer açtılar. Çemberin içindeyim.
Sağımdakinin adı İsmail. Benimle yaşıt gibi. “Geçmiş olsun kardeşim”, “Sağ olasın gardaşım.” Şivesi var. Depremde kaybı yokmuş. Çok ağlamış ya da uykusuz. Gözleri kıpkırmızı. Demir Çelik’te işçiymiş. Rastgele buradan geçiyormuş. Soluklanmak istemiş. “Çay içer misin?”, “İçerim gardaşım.”
Karşımda Eskişehir’de fabrikadan atılan arkadaşlar. Sabah tanıştık. Onlarla da yavaş yavaş samimi olmaya başlıyorum gibi. Bakışmalarımız başladı. Herkesin dikkatini çekmeyen bazı şeyleri yakalayıp birbirimize göz atıyoruz. Ateşi yakma konusunda bence onlar da çıracıydı.
Solumda da iki kişi var. Yaşları benden büyük. Hasan ve Ahmet. “Memnun oldum abicim…” Ahmet babamın adı. Ahmetler ile tanışırken çok duygusallaşıyorum. Yutkundum, geçti. Biri filtre fabrikasında, diğeri de limanda çalışıyormuş. Limakport. Limak! Vay Beşli Çete.
Sağıma, İsmail’e tekrar döndüm. Karabüklüymüş. Kendi şivesiyle “Garabüklüyüm gardaşım”. İçimden geçiriyorum bu acının, tozun, isin, soğuğun ortasında. Farkında mısın, aynı şivenle ne güzel “yoldaş” dersin aslında?
***
Toplantıya geri dönelim.
Gelen işçiler epey kötü durumdalar. Evleri orta hasarlıymış, ağır hasarlıymış… İkinci depremde yıkılmış. Her an yıkılabilirmiş. “Aman girmeyin, çadırlar yolda, biz kurmaya da geleceğiz…”
Notlar alıyoruz. Erzak, çadır, ısıtıcı… Ayakkabı, battaniye… İsim, adres… Çocuğu olanlara da bez, mama…
“Arkadaşlar önce buradaki herkesin ihtiyaçlarını halledelim. Kafamız bir rahatlasın. Sonra birlikte diğer işçi arkadaşlarla da elimizdekileri paylaşacağız. Sizi buraya çağırdık, çünkü bir planımız var: İşçiden işçiye, işçiden işçiye yapacağız…”
Tepki yok. Pek anlaşılmadı. Açmak lazım.
“Arkadaşlar şimdi; bu elimizdeki malzemeleri çeşitli fabrikalardan işçiler, işçilerin partisiyle; buradaki işçilere yolladı. Buradaki işçiler de diğer işçiler ile eşitçe paylaşacaklar. Ama öncesinde sizlerin ihtiyaçlarını giderelim diyoruz, sonra hep beraber dağıtım yapacağız!”
“Çok güzel!”, “Tamam!”, “Helal olsun”, “Eşit paylaşalım…”, “Gardaş zaten en baştan beri yapılması gereken bu”, “Ben işsizim, tüm gün dağıtım yapabilirim”, “Herkes ihtiyacı kadar alacak zaten”, “Şunu koca devlet yapamıyor…”
İsmail bana döndü. “Gardaşım bu plan çok hoşuma gitti. Gerçekten tebrik ediyorum. Herkes ihtiyacını alır böylelikle, kimse mağdur da olmaz, bu erzakları gönderenlerden de Allah razı olsun… Çok selamlarımızı söyle hepsine…”
Fena başlamadık. Herkesin hoşuna gitti. İsmail ile konuşurken diğer yandan gelen konuşmaları da duyuyorum. “Yok abi, patron yok bizim partide, sadece işçiler…”, “Evet abi, Emek…”
Eşten dosttan ödünç alınan arabaların bagajlarını doldurduk. Yarın sözleşmek üzere vedalaştık.
***
İsmail nerede acaba? Gördüm. Ortalıkta kalakalmış. Dur sorayım.
“Kardeşim sende araç var mı?”
“E işçiyiz dedik ya gardaşım…”
“Yarın sabah ilk iş sendeyiz o zaman…”
Sessizce koluma girdi. “Gardaşım şimdi bebek maması bulmamız lazım, eve giderken boş gitmeyeyim.” Yeni doğan çocuğu varmış. İki kere kalbi durmuş. 3 kere doğmuş. 1 yaşında. Fotoğrafını gösterdi, belki de ona inanmayacağımı düşünerek. Depremden dolayı eşinin de sütü kesilmiş. Bebek maması şart yani. Her mama da olmuyormuş. Numarası varmış. Zor işler. “İsmail baksana bu mama oluyor mu?”, “Gardaşım yaşa! Bu işte, bizim çocuk bunlara bayılıyor.” Ama poşet yok. O zaman montun tüm ceplerine mama.
“Yarın sabah görüşüyoruz abi, eve gidince konum atarsın…” Acele acele uzaklaştı, mamayı yetiştirmeye.
Toplantı bitti. Aklım İsmail’de… Neresiymiş bu oturduğu Karayılan Mahallesi. 20 km. O zaman bizim minibüse de mazot bulmak lazım. İsmail’in söylediğine göre mahallede iki tane yer yıkılmış. Fırın ve market. Bir tane yer de yıkıldı yıkılacak. Sağlık ocağı. Geriye kalan da tam olarak yıkılmadığı için 10 bin liralık devlet yardımından muaf gecekondular.
Sabaha iyi bir planla uyanmak lazım. Neyse ki gece uyku tutmayanların kolektif aklı var. “Abi yarına ekmek lazım”, “Ecevit sobalarımız var”, “En kötü un da olur aslında.”, “O yol üzerinde açık benzinlik bulursunuz…”, “Oyuncak da götürün…”
***
Sabah artçıyla uyandık. Telefonu elime aldım. Deprem diye arattım rehberde. Liste aşağıya doğru epeyce kayıyor. “Deprem İskenderun Demirçelik Karayılan İsmail”
“Alo, İsmail biz geliyoruz, konum atmamışsın?”, “Hemen atıyorum gardaşım”, “Aç gelin ha”, “Tok geliriz…”
Karayılan’a girdik. Biraz tepedeymiş. Deniz manzarası var. Gecekondular. Mamak’a benziyor. Askerler yıkılan marketin önünde nöbet tutuyor. Tepeye çıktıkça tersanenin büyüklüğü de ortaya çıkmaya başladı. Sol tarafta da epey fabrika varmış. Gemiler… Peh bu kadar büyük müymüş? Manzara da şahaneymiş. Ama rüzgârı soğuk ve pis esiyor. Arabayı da çok doldurmuşuz. İnşallah çıkar bu yokuşları bizimki.
Neyse. Erzak bol. İyi koliledik. Ekmek de bulduk 300 tane… İlacımız da var. Mahallenin şimdilik bütün ihtiyaçlarını sağlayabiliyoruz.
Torpido gözünde parti önlükleri. “Arkadaşlar ne dersiniz önlük giysek mi?”, “Nasıl olur?”, “Reklam gibi olmasın?”, “Reklam niye olsun, güven veririz!”, “Giyelim…” Önlükleri giydik. Biraz da cesaretlendik. Yağmurluk gibi de oldu. Rüzgârı kesiyor.
İsmail’in tepkisini merak ediyorum. Önlüklü bizi nasıl karşılayacak?
Attığı konumdayız. Konum yanlış. Ev diğer köşe başındaymış. Evi bahçeli. İyi bari. Gece burada yatabilirler. Tavuk kümesi var bahçede. O da yıkılmış.
“Hoş geldiniz gardaşım…”
Kollarını açtı, sarıldık.
Geri çekilirken gözü çarkın sarısına şöyle bir takılıverdi ama tebessüm etti. Galiba önlüklerde sıkıntı yok. Evi yana oturmuş. Duvarlar patlamış. Bahçeye derme çatma bir oda yapmışlar. Ama bu rüzgâra ve yağmura pek dayanmaz. Burada sabahlıyorlarmış.
“Üşüyorsanız yakayım ateşi”, “Yok abi, iyiyiz böyle…”
“Gardaşım bizim durum, vaziyet gördüğünüz gibi… Tavuklarla birlikte kalıyoruz artık…”
“Elimizden ne geliyorsa yapacağız abi, zaten bunun için geldik…”
“Gardaşım siz yapacağınızı yaptınız zaten, selam verip geçseydiniz bile, benim için yeterliydi… Daha kapının önünden belediyenin çöp arabası geçmedi… Çöp arabasını bırak, komşularım bile gelip selam vermedi, siz İstanbul’dan, Eskişehir’den, Çorum’dan evime kadar geldiniz…”
“Hayırdır, komşular ile küs müsün?”
“Çoğu ile yıllardır kavgalıyım. Konuşmuyorum…”
“Abi belki onlar da senin selamını beklemişlerdir. İlk önce küs olduklarından başlayalım dağıtıma. Dün konuşmuştuk, işçiden işçiye…”
“Gardaşım onu dicektim ben de. Benden bunu istemeyin, yapamam. Şu tavukları çiğ çiğ yerim sizin için. Ama benden bunu istemeyin. Bak ben buradan nefret ediyorum. 34 senedir buradayım. Hiç sevmiyorum buraları. Sokaklarında gezmeyeli bile en az 4-5 sene oldu. Evden işe, işten eve gidiyorum. Şuradan da kestirme bir yol yaptım kendime. Kimseyi görmemek için. Direkt yola atlayıp gidiyorum işe. Buranın insanı nankördür, yalancıdır, dedikoducudur…”
“Olmaz. Anneleriyle babalarıyla kavgalısın tamam da çocuklarına da mı küstün. Onların suçu ne? Hepsi açta açıkta. Verelim, paylaşalım elimizde ne varsa. Hadi hadi, çıkalım. Yolda konuşuruz. İçimizde mahalleyi bir sen biliyorsun.”
“Gardaşım çocuk dedin. Çok damardan girdin. Diyecek lafım yok valla. Pis yemin etmiştim. Bozuyorum… Tamam. Siz çalıştırın arabayı, giyinip geliyorum…”
Ön koltukta İsmail. İniyor çıkıyoruz yokuşları.
“Burada duralım gardaşım, burası bizim fabrikadan arkadaşın evi. Kavgalıyım bununla…”,
“Tamamdır…”
İndik minibüsten.
İsmail kesinlikle göz teması kurmuyor. Epey çekingen, konuşurken de yere bakıyor. Uzun süredir konuşmadıkları çok belli.
“Geçmiş olsun gardaş, var mıdır bir eksiğin ihtiyacın, bu arkadaşlar işçi partisinden geldiler, çeşitli yerlerden toplayıp bir şeyler getirmişler, sağ olsunlar…”
Sözünü kesti.
“Sağ olasın İsmail, bir ihtiyacımız yok…”
Ters yaptı İsmail’e. Karşılıklı bozuk atıyorlar. İsmail’e göz kırptım.
İsmail kafasını kaldırdı. Göz göze geldiler.
“Nasıl yok gardaş, ekmeği nereden alıyon? Sütü nereden alıyon? Açık yer varsa bize de söyle, biz de alalım… Çocuklara da getirmişler bir şeyler. Mama falan var. Getirin gardaş bir koli oradan, yenge battaniye lazım mı?”
Karşıdan ses yok.
Koliler, battaniyeler elden ele uzandı, hızlıca.
Ve yıllar süren küslük; karşılıklı bir sigara ve bir çakmak ikramıyla sonlandırılmış oldu.
“Seni aradılar mı?” İsmail fabrikayı kastediyor.
“Yok aramadılar, seni?”
“Beni de aramadılar. Ama Recepleri aramışlar, toplantıya çağırmışlar, bizi de ararlar…”
“Vardiya vardiya başlatacaklar işe galiba, onun yolunu yapıyorlar”
“Valla çağırsalar da ben gidemem gardaş, çocuğun olayını duymuşsundur, evden ayrılamıyorum”
“Duydum kardeş, nasıl durumu?”
“Çok şükür iyi…”
“Çok şükür…”
Karşılıklı telefon numaraları güncellendi ve ayrıldık. Tekrar minibüsteyiz.
“Gardaş aslında bu benim çocukluk arkadaşım…”
“Buzları erittiniz, iyi oldu ama…”
“Erittik gardaşım, sayenizde, yarın uğrayalım yine, bunun çocukları da ufak…”
Ertesi gün yine uğradık. Bir akşam da hep birlikte oturduk İsmail’in bahçesinde. Epey hoş sohbet ettik. Enkazın ortasında birbirimize abarttığımız hikâyeler ile moral bulduk. İyi geldik birbirimize. Sigara ve çakmak ikramı nezaketten uzaklaştı. Otlanma seviyesine çoktan geçildi. Heh tamam, millet ittifakını da tükettik. Eski samimiyetlerine kavuştular gibi. Severim ortamı ateşlemeyi: “Abi siz niye küsmüştünüz ya?”, “Sorma… Bu benim bir tane güvercinimi kendi kafesine indirdi”, “Oğlum bak, o güvercin zaten benimdi.”, “Ya bırak ya…”, “Tamam tamam ağlama sana vercem bir tane…”
Gerçekten bunun için 10 yıldır konuşmuyorlarmış.
Minibüse geri dönelim. Karayılan’da günde yaklaşık 20 eve dağıtım yapabiliyoruz. Bazı evlerde uzun süreler kalıyor deprem üzerine, deprem vergileri üzerine, canlı yayınlarda toplanan paraların nasıl kamuya açık ihaleye dönüştüğü üzerine konuşuyoruz. Arada İsmail küs olduğu arkadaşlarıyla barışıyor. Yeni insanlarla tanışıyor, tanıştırıyor bizleri. Her şeye bir cevabı olan önlüklülere de haklarını teslim ediyor. Arada da gazlıyor: “Helal olsun, iyi dediniz orada, aklınıza nasıl geldi o…”
İsmail aslında partisini de tanımaya başlıyor. Bununla paralel olarak sorular da ardı ardına geliyordu.
“Gardaşım her şey tamam eyvallah. Bu Suriyelilere ne diyorsunuz?”
“Ne diyecez abi, hoş geldiniz diyoruz.”
“Gardaşım onu mu soruyorum, bu enkazlarda hırsızlık yapanlara ne diyorsunuz?”
“Hırsızlığa karşıyız. Şu an gözümüzün gördüğünden başkasına inanmayalım. Bizce öfkemizi yanlış yere yöneltelim istiyorlar. Koca şehir yok olmuş. Hırsızlık var evet. Hırsızlar olmasa bu binalar yıkılmaz, insanlar ölmezdi.”
***
“Siz harbiden gönüllü mü yapıyonuz bu işi? Para almıyonuz mu gerçekten?”
“Alıyor gibi bir halimiz mi var?”
“He gardaş kokuyonuz gerçekten ya, yıkanın bizim bahçede valla…”
“Kokuyor muyuz?”
***
“Gardaşım bu akşam kal bende, seç istediğin tavuğu teneke yapalım!”
“Ya İsmail bırak hayvanların peşini… Onlar da depremzede sayılır, baksana kümesleri başlarına yıkılmış…” (Gülüşmeler)
“Hee onlar da şaşkın valla, yumurtlamıyorlar kaç gündür, keselim yeriz işte…” (Bu sırada İsmail ayağının altında dolanan bir tavuğu yakaladı.)
“Abi sana bir şey dicem, bırak şu tavuğu, ben zaten vejetaryenim…”
“O hangisi oluyor gardaşım… Neyse tamam tamam, al git o zaman bunu, arkadaşlarına ver”
“Abi şimdi kucağımda tavukla mı gideyim ya, madara olurum bizimkilere…”
***
“Sizin başkan şu şey mi Hataylı olan?”
“Yok abi bizim başkan o değil. Ama o da bizim arkadaşımız. Bizim başkan çadır kuruyor şimdi aşağıda. İstersen uğrayalım yanına. İşçiler ile sohbet ediyordur. Dün akşam da Suriyelilere kurdu çadır…”
“Niye işçiler diye mi?”
“Aynen öyle… İşçiler diye. Ayrı gayrı yok…”
***
İsmail birkaç günün sonunda artık ertesi günün planını yapıyordu. “Gardaşım yarın şu sokaktayız”, “Çayı şu evde içecez, konuştum bekliyorlar…”, “Mazot işini ben bu akşamdan ayarlıyorum”, “Yarın şu eve çadır kuracağız”
Tekrara dönen ajitasyonlarımızı artık İsmail de ezberlemeye başlıyor. Tartışmalı geçen diyaloglarda artık taraf olmaya başlıyor.
Bir sokak başındayız.
“…Ya gardaş bunları Allah göndermedi buraya, bizim gibi işçiler göndermiş. Dayanışma için, yardımlaşma için. Şunların minibüslerinin bile durumu ortada. Şunla İstanbul’dan gelmişler. Bunlar da işçi, biri mühendis, biri öğretmen, biri işsiz, biri öğrenci… Alın teriyle, emekleriyle geçiniyorlar, bizim gibi. Çalışmazlarsa bunlar da açlar, bizim gibi. Yaa şu çocuk kokuyor. İnat ettiler yıkanmıyorlar bile. Ellerinde avuçlarında paylaşmaya gelmişler. Ne eksik ne fazla… Herkese eşit dağıtıyorlar. Ayrım yapmıyorlar. Partileri Emek Partisi’dir. İşçiler işçilere gönderiyor. Burada işçiler işçilere dağıtıyorlar. Planları bu. Başka hesapları yok. Zaten ben getirdim bunları buraya. Bunlarda patron yok, zengin yok. Bu arada zenginler kaçıp gitti İskenderun’dan. Bizi bizden başka düşünen oldu mu? Olmadı… Bunlar geldi. Devrimci bunlar… Vicdanlılar…”
***
“Ya İsmail, mahvettin beni… Sen neden milletin içinde ‘bu çocuk kokuyor’ dedin?”
“E yıkanmıyorsunuz gardaş, biz de sabunumuzu paylaşıyoruz ne var?”
“Tamam haklısın…”
***
Minibüs yola devam ediyor.
***
“Gardaşım burada duralım. Bunlar Suriyeli. İşçi bunlar da, bizim yan fabrikada çalışıyorlar.”
“Tamamdır İsmail…”
***
“İsmail, kardeşim sana helal olsun ya, iyi konuştun…”
“Gardaş sigortası da yokmuş bunların… İşleri zor ya… İyi ettik, tekrar gelmek lazım…”
***
“Gardaşım dün tersanede iş başı yapan arkadaşlar varmış. Onların yanına gidelim mi? Tanışın onlarla da…”
“Tamamdır, iyi olur…”
İş başı yapan işçilerin yanındayız. Patron WhatsApp’tan mesajlarının iletilip iletilmemesi üzerinden yaşayan işçilerin sayımını yapmış. Vardığımız zaman küfürler havada uçuşuyordu. “Bunlarda gram vicdan yok!”, “Bizimki de aynı…”, “Telefonu gece şarja takmamış olsam, öldü diyeceklerdi bana da…”, “Ölen adamın karısına mesaj atıp işe çağırmışlar”, “Şerefsizler!”
Sokağın başından geçen birine el salladı İsmail. “Buradayız gardaşım, gel…”
Demir Çelik işçisiymiş o da. Fabrikada üretim yokmuş. “Ee abi neden çağırmışlar seni işe?”, “Sabahın köründe çağırdılar bizi. Sandık iş başı yapacaz. Gün doğmadan patronun evini boş bir depoya taşıdık. Erken salarlar diye hızlı hızlı bitirdik taşıma işini. Salmadılar. Akrabalarının evini taşıdık sonra…”
Küfürler.
“Sendikalı olmak lazım, sendikalılara bulaşamıyorlar…”, “Şunlara 30 bin lira yardım yapmış fabrika…”, “Bize avans yatırdılar, maaştan düşeceklermiş…”, “Bizim fabrika konteyner kurmuş fabrikanın içine…”, “Yaşanmaz o konteynerlerde, penceresi bile yok…”, “Kimyasal taşınıyor o konteynerlerde, içinde uyursan kanser olursun valla…”
***
Başta bize çok büyük gelen mahalle, bir hafta bittikten sonra bir o kadar küçük gelmeye başladı. Her girdiğimiz sokakta tanıdığımız yüzler var artık. Gelip geçerken selamlaşıyoruz.
“Kolay gelsin…”, “Öyle kolay demek yok, buyur gel, birlikte kolay olur…”, “Tamam geliyorum…”
İsmail söyledi. Karayılan’ın tepesinde, ormanlığın altında iki tane ev varmış. Oraya da hiçbir yardım gitmemiştir. Orada elektrik de yok. Oraya da gidersek en alttan en tepeye kadar bitirmiş olacağız Karayılan’ı.
“Çıkalım mı gardaşım, yol biraz virajlı ama bizim minibüs çıkar orayı, boşalttık zaten arkayı?”
Kafamda birkaç gündür tekrar eden bir konuşma var. Tepede sessiz sakince konuşuruz düşüncesiyle hemen atladım.
“Çıkalım, çıkalım…”
Karayılan’ın en tepe noktasındayız. Her yerin vardır “yazın bile montla üşürsün” diye anlatılan yerleri. Oradayız. Önlüklerimiz rüzgârdan şahlandı, arada biz de savruluyoruz. Arkadaşlara dönüp bakıyorum; kızıl kızıllar. Reichstag’ta Sovyet bayrağı gibi sallıyoruz önlükleri. O ünlü fotoğraf oluverdik. Güneş de batmak üzere.
Tepede son iki gecekondu. İki aileyle de sohbet ettik. Ucu ucuna yetti erzaklar.
Fırsat kolluyorum. Sohbeti başlatayım.
İsmail benden önce atladı.
“Gardaşım buraya yazın bile montlarımız ile geliriz biz…”
“Hep esiyor mu böyle…”
“Hep eser gardaşım. Valla helal olsun. Siz yine iyi üşümüyorsunuz. Ben çok üşüyorum.”
“Sende önlük yok, örgüt yok, tabii üşürsün… Gel giy şu önlüğü, ısınırsın…”
“Vaaaay… Anladım gardaşım… Eyvallah. Tamam yazın beni…”
***
Ertesi sabah.
“Alo İsmail?”
“Efendim yoldaşım…”