“İbrahim senin yeni bir portreni yapmak istiyorum; ilk yaptığım iyi olmadı”.
“Ben sana resmimi yaptırmam.”
“Neden evladım, daha önce yaptırmıştın.”
“Ben kendim yapabilirim.”
“Benim portremi de yapabilir misin?”
Hemen orada Nâzım Hikmet’in portresini çizmeye başlar İbrahim Balaban. Ne akademi okumuştur, ne doğru düzgün okula gitmiştir. Köyün üç sınıflı okulunu bitirmiş olan bu müthiş yetenek, Nâzım Hikmet’in ilgisini hemen ilgisini çeker.
Böyle başlar İbrahim Balaban’ın Nâzım Hikmet’le yıllarca sürecek olan dostluğu. Nâzım’la Bursa Mapushanesi’nde tanışan Balaban, şairin çırağı olur.
Balaban yaptığı resimlerden memnun olmaz bir türlü, bir şeylerin eksik olduğunu düşünür. Nâzım karar verir: “Sadece resim öğrenmekle olmaz, ders yapacağız,” der. İlk ders, diyalektik felsefe. Ardından sosyoloji, ekonomi politik ve sanat tarihi…
Onların okulu mapushane, belki dışardaki okullardan bin kat daha güçlü ve değerlidir. Devletin ideolojik aygıtı olan okul, düşünceleri ve insanı sınırlandıran bir şey iken onların mapushane okulu düşünce ve ruhları özgürleştirmektedir.
Hapishanedeyken Nâzım her gün “Ben büyük bir şairim, sen de büyük bir ressamsın” der ve tekrarlatır bu cümleyi inançla Balaban’a. Beynine kazınan bu cümleler, yıllar sonra farklı şekilde dökülecektir Balaban’ın ağzından: “Dış ülkelere gittim, benim ayarımda ressam yok. Çünkü aynı inançla, aynı öfkeyle, aynı bilgiyle yapmıyorlar. Etimden budumdan, kanımdan getirerek, bir nevi kanımla işler gibi işliyorum bu tabloları. Üç ana bilimin üstüne oturttum, yürütüyorum ben bu sanatı.”
Bilgisine bilgi katarak, inancını pekiştirip öfkesini bileyerek yaşar Balaban. Etinden budundan kanından getirerek işler tablolarını. Fakir Baykurt’un deyimiyle “Bir öfkeyi, bir hıncı ortaya döker.” Balaban.
“Sanat yaşantının izdüşümüdür. Konu bir özdür, her öz kendi kabuğunu yapar. Ben insanı santimetrik ölçülerle değil, diyalektik yöntemlerle resmediyorum. İnsan-doğa ilişkisinde üretim araçlarının insana bir kimlik kazandırdığını ve bu nedenle benim resimlerimi de biçimlendirdiğini söyleyebilirim. Ben boyaları açık koyu leke endişesiyle değil, figürlerin özünde çakmaklanan ışığı yakmak için kullanıyorum.” sözleriyle anlatır Balaban sanat anlayışını.
O çakmaklanan ışık, her tabloda belirgindir. Balaban portlerinden umut taşar, diyalektik fışkırır. Salt çizgi ve renkten kurulu biçimcilik anlayışına karşı çıkar, renk ve biçimin diyalektiğini yaratır. Üretim araçlarının üretim ilişkilerini şekillendirdiği bilinciyle çizer tablolarını.
Nâzım’ın öğretisi, renk-biçim diyalektiği ve bilimsel sosyalizm. İçeriğin şekillendirdiği, anlam yüklü tablolar yürür Şair Baba’sının yolunda. Balaban, o kadar sever ki Şair Baba’sını, adını her duyduğunda ayağa kalkar ve ezbere okur onun şiirlerini.
Balaban tablolarında içe kapalı değil dışarıya açık olan yön baskındır. Yaşamla bütünleşir, yaşam sevinci kabına sığmaz, fışkırır taşar.
Abidin Dino’nun deyimiyle, “Balaban çizdiğini yaşar, biz sadece seyrederiz.”
Yaşar Kemal’in dediği gibi türküye benzer Balaban’ın tabloları. Anadolu yaşamı bir türkü olup akar.
YENİ BİR AKIM
Hapisten çıktığında elinde Nâzım’ın herbiri adına şiir yazdığı Bahar, Mahpushane kapısı ve Harman adlı üç tablo ile ayrıca Doğum, Cinayet ve Suda Donbaylar adlı tablolar vardır. Nâzım İstanbul’a, Balaban köyüne döner ama fazla uzun sürmez ayrılıkları. Nâzım “Resimlerini de al İstanbul’a gel,” deyince Balaban İstanbul’a gelip altı ay yaşar Nâzım’la. Nâzım dostlarıyla tanıştırır onu, kaldığı annesinin evini Balaban’ın tablolarıyla süsler. Fakat insanlar; ele avuca sığmayan bu tabloları belirli bir akıma yerleştirmeye çalışır, beceremezler. Onlardan biri “Ne desem bilmem ki… Kübizm değil, empresyonizm değil, sürrealizm değil, fütürizm değil… Şimdi ben bu ressamın resim tarzına ne diyeceğim?” diye sorunca cevabı Nâzım Hikmet verir: Balabalizm!
Balaban eserlerini evrelere ayırır: Dağınık, Nakışsı, Ağır Aksak, Oyuncaksı, Tutsak, Özgürlük…
Konularını genellikle karasabana tutsak olan köy yaşamından, Anadolu insanının gerçekliğinden ve halk efsanelerinden alır Balaban.
Mapushane, göç ve köy yaşantısına ilişkin temaları işleyerek başladığı yolculuğuna efsanelerle, mitolojiyle, toplumsal olaylarla, Anadolu erenleriyle devam eder Balaban. Anadolu’yu dolaşır, Hitit kabartmalarını, Anadolu evliyalarını, halk efsanelerini inceler. Gördüğü, hissettiği her ayrıntıyı nakış gibi işler tuvaline.
Balaban yönelimi konusunda şu açıklamayı yapar: ”Resimlerimi yaparken başkalarını kopya etmek yerine kendi yaşantımı model aldım. Sonra ülkemdeki insanların serüvenlerini, sevinçlerini, duygularını, mutluluklarını yumak ettim. Anadolu insanımızın yaşantısı sanki yumak oldu. ‘Ben hangi topraklar üzerinde resim yapıyorum’ dedim. Yaşantımdaki, sanatımdaki tortuları öyle bir ayıkladım ki sanki sel gitti kum kaldı…”
Gerçekten de sel gider kum kalır. Selin altında çok da fark edemeyeceğimiz bir derinlik, zenginlik daha da ağır basar.
TABLOLARDAN SEÇMELER
“Anadolu insanının yaşamından ve halk efsanelerinden yola çıkarak toplumsal gerçekçi yapıtlar üreten ressam”dır Balaban.
Balaban, Anadolu’yu ve Anadolu insanını anlatır ama bu yaşamın üstüne de çıkar. Aydın olmanın sorumluluğunu taşıyan, bilinçli bir ressamın nakışlarıyla işler Anadolu motifini.
Balaban’ın hemen her tablosunda emeği ve emekçi anlatılır. Aralarında hep birlik vardır, birlikte çalışır, birlikte yürür, birlikte halay çekerler. Halay tablosunda olduğu gibi…
İnsana dair sorunları resmeder Balaban. Kadın erkek emekçilerin yüzünde yaşam mücadelesinin ağırlığı, yaşanmışlığın izleri, yorgunluk ve açlığın derin çizgileri vardır.
Anadolu insanının saflığını, yumuşaklığını, ağırbaşlılığını çizgileriyle anlatır. Özellikle de Anadolu kadınının sorunlarını vurgular Balaban. Kadının emeğine ve analığına her yerde ama özellikle Emziren Ana’da vurgu vardır. Anadolu Kadını, her yerde en ağır yükü sırtlanır. Hem çalışır, hem çocuk büyütür. Her yere yetişmeye çalışan o fedakâr kadınlar, kiminde sırtında odun yüklü küfe taşır, kiminde çocuklarını…
Bir tabloda ananın üç çocuğu; ikisi büyümüş, biri kucağında. Büyüyen çocuklar, ellerindeki mumla analarının üzerine titrediği kardeşlerinin geleceğini de aydınlatırlar. Tablolarda mumları geleceğimiz olan çocuklar taşır.
Fırın’daki analar, yanlarında aç bekleyen çocuklarının karnını fırına verdiği ekmeklerle doyurur. En küçüğü fazla bekleyemez, sütle yüklü anasının memesinden doğallığında alır besinini.
Bereket Ana’nın her yanından bereket fışkırır ve sarılır kendi çocuğu gibi buğdayına, samanına. Başak Toplayan Kadın ve Ekin Biçenler de aynı temayı taşırlar.
Küfeli Oturan Ana (2012: 25), çalışmaktan kocaman olmuş bedeniyle ağaçların boyunu aşmıştır. Sırtında sepeti, ormanın içinde düşünmektedir.
Küfeli Oturan Kadınlar, sırtlarında geleceklerini taşırlar. Gözerli Kadın (2012: 41) ise adeta dans etmektedir.
Anaların Yürüyüşü’ndeki kadınlar, belki de bu cendereden çıkıp kendi kurtuluşları için yürümektedir. Dağların Anası’nda yaşamın bilgeleştirdiği bir kadın çıkar karşımıza.
Kadınlarımız ve Ayın Altındaki Kağnılar, Nâzım’ın da önceden şiirleştirdiği gibi güçlü, savaşan güçlü Anadolu kadınlarına vurgu yapar.
Yaşam kavgasını anlatır Balaban: Tarlada Çalışanlar, Kerpiç Kesenler gibi birçok tabloda kadınla erkek birlikte çalışır. Burada ressamın eşitlik anlayışına bir vurgu ve “Üretenlerin Suretleri” vardır.
Analar, Babalar ve Çocukları, Köylü Aile gibi tablolar, emekçi ailesinin sadeliğini anlatır. Çocuklar ise yine analarının ellerinde.
Ve küfeler… Küfeler, kimi zaman meyve, kimi zaman çocuk doludur. Nihayet çocuk da onların bir ürünüdür ki emekçiler, kendi ürünlerini küfelere doldurup sırtlarlar.
Peki ya o Meyve Toplayan Çocuklar? Ağaca tırmanışları, elma ya da üzüm toplamak gibi bir amacın ötesinde ne anlam taşır? O çocuklar ağaçlarımızdır, geleceğimizdir.
Üzüm Toplayan Çocuk, İlkbahar, Sonbahar tablolarında çocuklar, en saf halleriyle ağaçlardan yemiş toplamaya çalışırlar. Çocukların Halayı, Çocukların Oyun Sevinci gibi tüm bu tablolarda hep yaşama sevinci vardır.
Tablolardan kuş börtü böcek çiçek de eksik olmaz. Çünkü insan, kendi başınayken değil, bir parçası olduğu doğayla iç içeyken mutludur. Bir tabloda karıncalar, görev bilinciyle çalışmaktadır.
Çınar tablosunda asırlık çınarın üzerinde baykuş gibi hayvanlar yaşar, hemen üstünde kuşlar uçar, hemen altında kadın erkek çocuk tüm insanlar çalışır, eğlenir, dinlenir.
Bahar tablosu, hiçbir yoruma gerek bırakmayacak şekilde Balaban’ın doğa ve bahar anlayışını açığa vurur. Köylüler doğanın içinde hayvanlarla iç içedirler: At, geyik, eşek, tilki, ayı, tavşan, sincap, kertenkele, tospağa… Onu en iyi Nâzım’ın şiiri anlatır: “İşte seyreyle gözüm, hünerini Balaban’ın/İşte şafak vakti Mayıs ayındayız…”
Su Başında Durmuşuz tablosunda yaşamı yeniden yaratır gibi resim çizmektedir Nâzım. Nâzım’ın sureti yansımıştır suya. Kuşları, kelebekleri, yapraklarıyla… Yaşamaya Dair her şey bulunabilir bu tabloda. “İnsanları, hayvanları, kavgası ve rüzgârıyla/Yani, duvarın ardındaki dışarıyla…”
Yeniden emekçi tablolarına dönelim: Hasat, Hasat Zamanı, hep birlikte durup dinlenmeden çalışan emekçi yaşamına vurgu yapar. Bu, onların mutluluk tablosudur aynı zamanda.
Sıcağın altında çalışan emekçilerin tepesinde sapsarı bir güneş parlamaktadır. Hareket, devinim, diyalektik…
Köylüler tablosunda ellerinde baltalarıyla ağaç kesen emekçiler, sarı bir ışık saçar. Bu, bilincin ve aydınlanmanın ışığı değilse nedir?
Bereket Ana tablolarında kadının her yanından bereket fışkırır ve sarılır kendi çocuğu gibi buğdayına, samanına.
Ürünler toplanır, ekinler ekilir biçilir. Ekin Taşıyan ve Ekin Biçenler, tarih ve sınıf bilinci örneğidir.
Tarihle El Sıkışmak gibi tablolarda buğdayı orakla toplayan emekçiler kendi emeğinin ürününe ve yaşamına sahip çıkmakta, onun sevincini yaşamaktadır. Henüz emeğinin ürününe yabancılaşmamış insanın uğraşısı vardır buralarda hep. Buğday tarlasının merkezinde ise orağıyla hep emekçiler vardır.
Çiftçi’nin hareketi, tarihin zorunlu devinimidir. O çiftçi, yaptığı iş sırasında herbir hareketiyle bütünleşmiştir. Eğilip bükülmüşlüğü, çözülmesi gereken bir çelişkiden öte nedir? O hem ezilmişliğini vurgular, hem de direnecek güce sahip oluşunu.
Tarlayı Sırtlayan (2012: 131), yalnızca tarlayı değil geleceği de sırtlamaktadır sanki. Belci toprak kazar ama yeni bir yaşamın tohumlarını atmaktadır şimdiden. Dübek Döğenler (2012: 44) geleceği döğe döğe yaratırlar. Ellikleme’de (2012: 71) ekin biçme şeklini, Kerpiç Karan’da kullandığı alet olan kerpicin şeklini alırken günün birinde bir yay gibi fırlayacaktır tarihin sayfalarından.
Türkiye’de gerçekleşen sosyo-ekonomik değişmeler sonrası köyden kente göç dalgası başlar. Toplumcu gerçekçi anlayışla bunu da resmeder Balaban. Depremzedelerin Göçü ve Göç tablolarında kahverengi ve gri tonları ağır basar. İş bulma kaygısıyla kendi topraklarını terk eden emekçinin hüzün tonudur belki, belki de yeni bir yaşam arayışının. Belirsizliğin ağır bastığı düşüncelerinin gri bulutu üstlerine çöreklenir sanki, çaresizlik yüzlerine yansımıştır. Çok da götürecek bir eşyaları yoktur, tek bir yükten ibaret sade bir yaşamları vardır. Küfeli Göç, İki Gurbetçi göç konulu tablolardandır.
Ateşin Başında tablosunda olduğu gibi bir araya toplanılır, ateşler yakılır. Hem ısıtır ateş, hem karanlığı aydınlatır; hem de birlik olmanın ateşiyle ısınır insanlar.
Peki ya o fener? Yoksul yaşamına vurgu yapar belki ama geleceğe ulaşabilmek için yolu aydınlatan bir ışık değil midir aynı zamanda? O fener, hep bilinçli bir şekilde tutulur ve gecenin karanlığını hep o fener aydınlatır. Demek ki o emekçi aslında kaderini değiştirebileceğinin ve kendi yolunu kendi çizeceğinin farkındadır. Belli bir amaca kilitlenmiş, yürümektedir.
Tuna Caddesi tablolarında Keloğlan’ı bile yeniden yaratır Balaban. O Keloğlan ki bir elinde feneri, diğer elinde yemiş dolu sepeti evlerin üstünden yürür geçer. O, artık boyunu aşmıştır; sınıf bilinçli, ne yapmak istediğini bilen emekçi, düşüncesiyle gökyüzüne erişmek üzeredir.
Mum, fener, ateş; hep gelecek günlere dair umudu muştular. Adımlar atılır; ileriye, geleceğe doğru… Yüzleri fenerle aydınlanmış emekçiler, kadınlı erkekli yeni bir yaşam umuduyla yürürler aynı anda.
Bir başka tabloda bilinci aydınlanmış ve ellerinde fenerlerinden başka hiçbir şeyi olmayan emekçiler, sınıf düşmanlarıyla karşı karşıya gelmişlerdir. Çatışma’da (2012: 82) yine iki sınıf çatışır.
Falaka tablosunda bir adam polisler tarafından falakaya yatırılarak sorgulanmaktadır. Tutuklanan Öğrenci, Yaralı Öğrenci gibi tablolar, hep aynı temayı taşır.
Mapushane Avlusunda’nda birlikte çizer üretirler Nâzım’la. Şair Baba ve Damdakiler tablosunda Nâzım çizer, çevresindekilerle hep birlikte üretir, özne olurlar. Üst katta ise birileri birbirini yer tüketirken birileri oyuncu gibi pasifçe izlemekte, nesneleşmektedir.
Nâzım ve Polisler tablosunda Nâzım gibilerinin fikrinden dolayı ellerinin kelepçelendiğini ama fikirlerinin asla kelepçelenemeyeceğini anlatır. Bakıyorum Pencereden tablosunda pencerenin demir parmaklıklarını tutan hapisteki Nâzım’ın gecesi, ay ve yıldızlarla aydınlanmaktadır. Kimbilir, belki de geceyi aydınlatan güneş gibi parıldayan Nâzım’ın sapsarı, apaydınlık düşünceleridir.
“O bir güneşti, beni ışığıyla aydınlattı.” diye andığı Şair Baba, Balaban’ın neredeyse her portresinde bir güneş olup ışığıyla aydınlatmaya devam edecektir. Tüm bu tablolar, Nâzım’a bir saygı duruşu niteliği taşır.
Ressam bir süre sonra destanlara, mitolojiye, halk kahramanlarına yönelecektir. Kerem ile Aslı, Senem ile Garip (2012: 43), Ferhat ile Şirin, Köroğlu” (2012: 57), Nasrettin Hoca gibi tablolar hep Anadolu motifleri taşır.
Sivas (2012: 47) tablosunda Madımak Katliamı’nı, Nesimi tablosunda şair Nesimi’nin idamını anlatır. Hacı Bektaş-i Veli geleneğinden gelen ve görüşleri yönetici sınıfı rahatsız eden Nesimi, en sonunda derisi yüzülerek katledilir. Başkalarına ibret-i alem olsun diye yedi gün halka gösterilir Nesimi’nin cesedi. Nesimi katledilir ve kanı kıpkırmızı yere akarken bile kafasının üzeri aydınlıktır.
Oldukça yaratıcı olan Balaban, 2000’den fazla tablo ve bunun birkaç katı kadar desen üreterek 50’den fazla kişisel sergi açmış, birçok karma ve grup sergilere katılmıştır. Anılar, denemeler, hikâyeler ve ikisi roman olmak üzere yayınlanmış 11 kitabı bulunmaktadır. Sanata ve toplumsallığa ilişkin görüşlerini, düşüncelerini Balaban (1962), İz (1965), Şair Baba ve Damdakiler (1968), İzdüşümü (1969) adlı kitaplarında kendine özgü bir anlatımla dile getirmiştir.
Onlarca sanatçı ve çok sevdiği Nâzım Hikmet gibi İbrahim Balaban da yine Haziran’da aramızdan ayrılır. Bu yüzden bir kez daha Haziran’da Ölmek Zor diyerek onu saygıyla anıyoruz. Balaban’ın Nâzım’la olan dostluğunu anlattığı Şair Baba ve Damdakiler kitabının ilk sayfasındaki sözleriyle bitirelim: “Şair Babam’la ikimiz buluşmadan el yordamıyla arıyordum kendi kendimi karanlıkta. İlkin onu buldu ellerim. O da alıp koydu beni kendi yerime. Bu kitabı onun için yazıyorum. Duyduk duymadık demeyin! Onun için yazıyorum!”
Yazıda bulunmayan resimler için kaynak:
14 Ocak- 14 Şubat 2012 tarihleri arasında düzenlenen International Art Center’da düzenlenen İbrahim Balaban “BALABANİZM” sergisi için basılan Balaban katoloğu.
223-Balaban-Qozel_Keshi-Chekiler-(Ibrahim_Balaban)_(Istanbul-2012)%20(1).pdf