Sir Henry Rider Haggard’ın Kral Süleyman’ın Hazineleri[1] isimli kitabının başlarında üç beyaz adamın macera dolu yolculuklarına rehber olacak bir harita vardır. İngiliz beyleri Kukuanal’daki elmas madenlerine ve Afrika’nın güneyindeki bir toprağa götüren bu harita tersine çevrilip incelendiğinde, sıradan bir hazine haritası olmadığı anlaşılıyor. McClintock psikanalitik bir okuma ile haritanın aslında fethedilmeyi bekleyen dişileştirilmiş bir kadın bedeniyle benzeştirilmiş olduğunu gösteriyor. Hazineye ulaşmak için Sheba’nın göğüslerinden aşağıya inilmeli, Üç Cadı ile karşılaşılmalı ve nihayetinde toprağın başında bekleyerek onu koruyan Gagool denilen siyah cadı öldürülmeli. Sir Haggard’ın buradaki haritası endüstriyel modernitenin altında yatan gizli bir düzene işaret ediyor: Sömürgeleştirilmiş kadınların cinselliğinin ve emek gücünün fethi (McClintock, 1995).[2] Beyaz adamların henüz keşfedilmemiş/tanımlanmamış olanı fethetme arzusundaki temel itki, o bölgelerin tekinsizliği ve belirsizliğine dayanan potansiyel tehlikesinde yatıyor. Bu noktada fethedilmemiş tekinsiz toprakların kadın bedeni ile benzeştirilmesi çok şaşırtıcı olmayacaktır. Siyah cadıyı öldürmeden ve dişileştirilmiş topraklardaki tehlikeler ile boğuşmadan hazineye ulaşmak neredeyse imkânsız. Tekinsiz olan acilen fethedilerek tanımlanmalı ve sınırları belirlenmeli. İşte McClintock, kolonyal şiddet üzerinden emperyalist Batı’nın kadın bedeni ve emeği üzerindeki tahakkümünü bu şekilde tartışıyor. Özetle, Kral Süleyman’ın Hazineleri öznel şiddeti bile bir serüven/macera kurgusunun ardına saklayarak şiddetin en tanımsız durumunda bile ardında nasıl bir sistematik şiddet maskelediğini kolonyalizm üzerinden tartışmamıza olanak sağlayan iyi bir örnek.
Kapitalist toplumsal ilişkileri ve onun gündelik yaşam içinde farklı temsilleri yoluyla sistematik şiddetin nasıl maskelendiğini görmek mümkün. Öznel şiddetin liberal eleştirisinin çokça yaygın olduğu günümüzde şiddete yönelik maddeci diyalektik olmayan her yaklaşım şiddetin anlamını bozuşturabiliyor ve gücünü kırabiliyor. Bu noktada “sistematik şiddeti ortaya çıkarabilmenin ilk yolu öznel şiddeti tanımlamaktır” diye bir itiraz gelebilir. Beyaz adamların heyecanlı serüveninin gölgesinde henüz şiddet olarak bile tanımlanmamış bir öznel şiddet olduğunu düşünürsek bu haklı görünebilir. Oysa bu hikâyede, sistematik şiddetin görünmez olmasının sebebi tam da öznel şiddetin tanımlanmış olmasından kaynaklanmıyor mu? Birkaç maceracı adam Süleyman’ın gizli hazinelerine ulaşabilmek için karşılaştıkları engeller ile boğuşuyorlar. Aynı şekilde, Hollywood sinemasında aksiyon filmlerinin merkezinde şiddetin onca görünürlüğüne rağmen yine de alt metninde muazzam bir emperyalist şiddet propagandasının nasıl baskın olduğuna da ister sinemanın sihri, isterseniz de ideoloji deyin. Ama şiddet üzerine her anlatı, kurgu ya da eleştiriye bir anda kucak açmamak temkinli yaklaşmakta fayda var.
Kral Süleyman’ın Hazinelerine
giden yolun haritası
ŞİDDET SARMALI
Benzer şekilde izleyiciler tarafından olumlu dönüşler alan Tv8’in yeni dizisi Kırmızı Oda, kaba bir psikanaliz üzerinden bir liberal şiddet eleştirisi sunuyor. Psikolojik tedavi için bir kliniğe başvuran hastaların hikâyeleri üzerinden ilerleyen dizinin ilk bölümünde Meliha karakteri kendisini intihar etmek üzereyken yakalayan kızının zoru ile kliniğe gidiyor. Çocukken tanık olduğu şiddet, tecavüz ve istismarın bütün travmatik sonuçları ile tek başına yüzleşmeye çalışan Meliha’nın hikâyesinde yoksulluk, işsizlik ve yalnız bırakılmışlık da var. Oysa dizi, Meliha’nın hikayesini onu çevreleyen diğer toplumsal ilişkilerden kopararak “hoppa” bir annenin kızında yaşattığı travmanın yıkıcı sonuçları üzerinden bir vurgu ile anlatıyor. Meliha, annesini, en kötü zamanlarda bile boyanmayı ihmal etmeyen, dikkat çekmeyi seven ve onca yoksulluğa rağmen babası ile tutkulu bir aşk yaşayabilen bir profilde resmediyor. Annesinin bu halleri ve geçmişi çok geç olmadan köyün erkeklerini onların yaşadığı orman evine çekiyor. Köyün erkekleri önce babasını öldürüyor, sonra da annelerini eve kapatıp tecavüz ediyorlar. Yaşça en büyük olan ablalarını da kaçırıyorlar… “Hepsi onun suçu” diyerek ağlıyor Meliha.
Asıl sorun ise Meliha’nın gözünden değil ama psikiyatristin gözünden annenin bir suçlu/fail olarak resmediliyor olması ile başlıyor. Anne üzerinden düzenli, makul ve kutsal bir aile formu yeniden tasdiklenirken bu kutsallığın anomalisinde her türlü toplumsal anomaliler de tanımlanıyor: Travmalar, şiddet, sevgisizlik ve psikolojik hastalıklar… Tıkırında işleyen bir kapitalist toplumsal düzenin anomalisinde tanımlanan her türlü olgu aslında “kötü” ve “bozuşmuş” bireylere işaret ediyor. Böylesi bir bağlamda bireyler ne kadar ön plana çıkarılır ise bu bireyleri çevrelemiş, kuşatmış toplumsal ilişkiler o kadar silikleşiyor. Burjuva gerici ideoloji ise sırasını savuşturmanın keyfi ile olabildiğince bu liberal anlatıları ellerini ovuşturarak destekliyor.
Devam edelim. Meliha’nın hikâyesinde eşinden gördüğü şiddet de var. Psikiyatrist her ne kadar konuyu eşine getirmeye çalışsa da Meliha’nın konuşmak noktasında çekinceleri var. Nihayetinde şiddet görmesine rağmen neden halen o evde durmaya devam ettiğini ima eden psikiyatriste “çaresizlik” diyor Meliha. Çaresizlik ifadesinin ardında yatan birtakım toplumsal gerçeklikler belli ki psikiyatriste teğet geçiyor ve o daha uysal ve bilimsel başka bir açıklama getiriyor: “Kadınlar cezalandırılmayı, sevilmemeyi, mutlu olmamayı reva görüyor kendine. Diğer iyi şeyler ona yabancı. Çünkü doğduğu ailede dayak ve şiddet görmüş.” İşte burada dizinin temel sloganı ilk defa ortaya çıkıyor: “Şiddet bir zincir…” İç sesinde çocuğun hangi annenin karnında büyüyeceğinin bütün kaderini belirlediğini ima eden psikiyatrist; çocuğun bakımı, sorumluluğu, geleceği ve duygu dünyasını yine anneye pay ediyor. Bu yaklaşım, egemen sınıfın çıkarları ile iç içe geçmiş yüzlerce yıllık toplumsal cinsiyetçi anlayışın toplumsal yaşamdaki izdüşümü oluveriyor.
Kırmızı Oda dizisinden Meliha karakteri
SİSTEMATİK ŞİDDET
Psikiyatrist için şiddet nasıl bir zincirdir peki? Şiddet bir zincirdir derken, aile içi şiddetin devlet politikaları ve kapitalist toplum düzeni ile ilişkisinden bahsetmiyor elbette. Dizi, şiddetin kendi içine doğru kıvrılan bir sarmal olduğunu vurguluyor. Şiddete uğrayanın bu sarmaldan çıkmasının olanaksızlığı aynı zamanda onun kuracağı bütün ilişkilerinde de belirleyici unsur olduğunu söylüyor. Babasından şiddet gören erkek çocuğun kendi oğluna da şiddet uygulaması. Ya da ailede şiddete tanıklık eden bir kız çocuğunun evlendiğinde eşinden gördüğü şiddete rıza göstermesi… Bu yaklaşım bir yandan kadına yönelik şiddeti aile içi şiddet sarmalına indirgerken bir yandan da ailenin sürdürülebilirliği kaygısı üzerinden faile de liberal bir hoşgörü ve anlayışla yaklaşılmasına sebep olabiliyor. Keza dizinin ikinci bölümünde tanıştığımız Mehmet’in eşine (Nergis) şiddet uygulamasının altında yatan temel sebebin küçükken babasından gördüğü duygusal ve fiziksel şiddet olduğunu “anlıyoruz”. Nergis de dâhil olmak üzere hepimiz bir anda Mehmet’e yoğun bir hoşgörü ve toleransla yaklaşıyor ve hikâyesini izlerken nerdeyse gözyaşı döküyoruz. Kadınların yaşadığı şiddet ile faillerin uyguladığı şiddet kaba bir psikanalitik analiz ile eşitleniyor ve kadına yönelik sistematik şiddete bir perde iniyor. Nesnel şiddetin görünmezliğinde kolay teşhis edilebilir olan “öznel” şiddet “şiddetsiz”liğin anomalisi olarak görünüyor. Böylece şiddetin öznel biçiminin aslında sistematik şiddetin ekonomi-politik ve toplumsal sebeplerini mistifize eden yönü ortaya çıkıveriyor (Zizek, 2018, s.14). [3]
Toplantı sahnesi (Manderlay, 2005)
NASIL BİR ŞİDDET ELEŞTİRİSİ?
Şiddete nasıl yaklaşılması gerektiği sorunsalı aslında metodolojik de bir sorundur. Marksist diyalektik yöntem bize görünüşün tam olarak nesnenin bütünlüğüne dair bir kavrayış sunamadığını bu nedenle olaylara belli bir ilişkisellik ve tarihsellik içerisinden bakmak gerekliliğini sunar. Günümüzde kapitalist üretim tarzında biçimlenen toplumsal ilişkilerin beslediği kadına yönelik şiddetin ekonomik, sosyal ve kültürel yönünü bütünlüklü olarak ele almadan bu “özel” şiddet biçimini anlamanın pek olanağı yoktur. Elbette bu bütüncül yaklaşım hemen hemen her şiddet olgusunu anlamak için geçerlidir. Liberal-hümanistlerin şiddetin her türlüsüne karşı itirazlarında yatan bu somut şiddet olaylarını onu kapsayan diğer bütün bağlamlardan koparıp anlama yanılgısıdır.
Marksist diyalektik yöntem için öznel şiddet/fail aynı zamanda iyi bir ipucu ya da başlangıç noktası da olabilir. Birey, kendini kuşatan ilişkiler ile var olmakla beraber onun kişiliği, davranışlarını, duygu ve düşünce dünyasını şekillendiren bir takım toplumsal ilişkiler tarafından da çevrelenmiştir. Öte yandan, pozitivist yöntemin şiddete yaklaşımda faili/özneyi merkeze alması ise (ne kadar şiddete bela okursa okusun) faili bir anda “dünya iyisi” bile yapabilir. Bireyi onun içinde bulunduğu bütünlüklü ilişkiler içinden göremez. Frankenstein’ın canavarlığının altında yatan toplumsal dışlanmışlık, damgalanma, sevgisizlik ve kategorize edilmenin yarattığı acı ve yıkımı ortaya koyan liberal yaklaşım ile Joker’in şiddeti bile eşitlenebilir. Terazinin iki yanında ağırlıklar eşittir çünkü: Geçmiş ve acı… Böylece hem yoksulluğu, işsizliği, ayrımcılığı tartışmamıza gerek kalmaz hem de bunların yerine çok rahat şefkati, anlayışı ve hoşgörüyü koyabiliriz.
Daha öncesinde Lars Von Trier, şiddetin liberal eleştirisini Manderlay ve Dogville filmlerinde sarsıcı bir şekilde ortaya koymuştu. Köleliğin 70 yıl önce ortadan kalkmış olmasına rağmen Manderlay kasabasında köleliğin ve şiddetin devam ettiğini gören Grace, bu durumdan vicdanen bir sorumluluk hisseder ve yanında getirdiği babasının adamlarının da yardımı ile çiftlik sahibi olan yaşlı hanımın elinden çiftliğin mülkiyetini alır. Kölelere artık ülkenin diğer vatandaşlarıyla eşit ve özgür olduklarını deklare eder. Bununla da kalmaz ve nasıl özgür bir birey olunacağını öğretmek için kasabada kalıp köleleri özgürleştirmek üzere onlara demokrasi, oy verme üzerine pratik dersler verir. Liberal Batı’nın “gelişmemiş”, “geride kalmış” olanı hızlıca kendi “özgür” dünyasına katma arzusunu temsil eden Grace, yine de kölelere özgür olmayı öğretemez. Naif ve iyi niyetli dünyası sarsılan Grace’i filmin sonunda kölelerden birini kırbaçlarken izleriz. İyimserliği ile sistemik bir şiddeti ortadan kaldırmaya çalışan Grace’in şiddetin faili haline gelmesi hiç şaşırtıcı değildir.
Grace’de biçim bulan şiddetin liberal eleştirisinin bir yanı iyimserlik ise bir yanı da sinizmdir. Şiddete uğrayanın içinde bulunduğu şiddet sarmalından çıkmak noktasında “dışarıdan” gelebilecek her türlü yardımı kabul edeceği beklentisi iyimserlik; bu çabanın karşılık bulmaması da güçlü bir sinizm üretiyor. Bir köle gibi yaşamını sürdürmeye alışkın olan kölelerin Liberal Batı’nın özgürlük öğretisini reddetmesi ile o kof iyimserlik hızlıca sinizme dönüşüyor. Sistematik şiddetin nesnesi olan birey ya da toplulukların kendi gerçekliklerinden ve onları çevreleyen maddi koşullardan kopuk her öğreti, bu kişilerin takıntılı bir girdap içinde olduklarına işaret ediyor. Sonuçta, şiddetin çözümünü ya iradi pratiklerde arıyor ya da vazgeçip şiddetin aslında hak edildiği düşüncesine kapılıveriyor.
Şiddetin ancak tarihsel-diyalektik bir yöntem ile eleştirisi gerçekten şiddeti tartışabilir. İşte Kırmızı Oda dizisini bu yüzden sevmemeliyiz. Kırmızı Oda’nın şiddete yaklaşımıyla, kadınları ölüme götüren, bedeni ve emeği üzerinde tahakküm kuran hâkim toplumsal, kültürel-ideolojik koşulları anlayabilmek mümkün değil. Aksine, bu anlatıda kadına yönelik şiddeti, tecavüzü ana akım medya ve yayın organlarının üçüncü sayfa haberlerinde gören burjuva gerici anlayışın “kasvetli” bir tekrarını izleyebiliriz ancak.
[1] Haggard, H.R. (1885). King Solomon’s Mines. Canada: Broadview Press.
[2] McClintock, A. (1995). Imperial leather: Race, gender, and sexuality in the colonial contest. New York: Routledge.
[3] Zizek, S. (2018). Şiddet. İstanbul: Metis Yayıncılık