Sınıfsal bir çatışmayı adeta ‘survivor’ tadında anlatan Mülk hayatta kalmanın iki tarafı da nasıl acımasızlaştırdığına odaklanıyor.
Brezilyalı yönetmen Daniel Bandeira’nın ilk kez 2023 Berlin Film Festivali’nin Panorama bölümünde gösterilen Mülk adlı filmi, adından da anlaşılacağı üzere mülk kavramını anlatıyor. Bu mülk kavramını iki sınıf yani işçiler ve bir patron arasındaki çatışmayla veren yönetmen Bandeira, bu çatışmayı daha çok bir ‘survivor’ tadında anlatıyor.
Film ilk olarak cep telefonu ile çekildiği anlaşılan bir rehine kurtarma görüntüsü ile başlıyor. Bir kadını rehin alan adamın vurulduğunu izliyoruz bu görüntüde. Teresa adlı kadını, yaşadığı rehine krizinden sonra ailesiyle sakin bir evde dışarıyı izlerken görüyoruz. Zengin oldukları anlaşılan Teresa ve kocası bir yolculuk yapmak için hazırlanmaktadır aynı zamanda. O rehine krizinden sonra anlaşılıyor ki Teresa o olayın psikolojik travmasını henüz atlatmamış, son derece kırılgan ve tedirgin. Hatta yaptıkları yolculuk esnasında bir benzin istasyonunda durduklarında, Teresa’nın nasıl bir psikoz yaşadığını anlatan bir sahne de var.
Yönetmen filme girerken Teresa’nın duygu durumunu izleyiciye önceden vermeye özen göstermiş. Hatta bu kısmı özellikle manipülatif bulduğumu belirtmek isterim. Zira yönetmenin travmatik bir kadınla empati kurmamızı istemesi devamında gelişecek olaylarla karşımıza çıkacak işçilere bir ‘canavar’ görüntüsü zerk etme çabası gibi. Hatta bu çabada skoru duygusal olarak bir-sıfır önde başlatma eğilimini de gördüğümü söylemek isterim. Bu travmayı devamında sürdürebiliyor mu ona daha sonra değineceğim.
Çığırından Çıkmış Bir Öfke Değil İsyan…
Film şöyle devam ediyor: Teresa ve kocası hem çiftlik hem de otel olan mülklerine doğru giderken oranın kâhyalarından biri, işçileri toplayıp çiftliğin kapanacağını söyler. O sırada diğer kâhyayı ölü bulan öfkeli işçiler çıkan tartışmada, işten çıkarma duyurusunu yapan kâhyayı da öldürür. Sonrasında ise işler kontrolden çıkar. Yani bize verilen kısmı bu yönde düşünmemizi sağlar demek daha doğru olur. Ama ortaya çıkan şeyin ismi ‘çığırından çıkmış bir iş’ değil aslında ‘isyandır.’
İşçilerin isteği buradan çıkarılmamak ya da çıkarılacaksalar da tazminatlarını ve işçi belgelerini alabilmektir. Patron gelmeden evde para ve belge arayan işçiler, patronun ani gelişiyle gizlenmek zorunda kalır. O sırada Teresa ve kocası eve girer ve olayların ters gittiği anlaşılır, kocası vurulan Teresa bir şekilde arabaya saklanır. Teresa’nın yaşadığı silahlı rehine olayından dolayı araba zırhlıdır ve onun sığınabileceği tek yerdir. Buradan sonra film gerilim türüne daha da yaklaşır. İşçiler Teresa’yı o arabadan çıkarmaya çalışır, Teresa ise hayatta kalmaya…
Nedir Onları Daha Canavar Kılan?
Yönetmenin filmde odaklandığı nokta tam da burasıdır. Hayatta kalma ya da popüler yarışma adıyla survivor! O yüzden taraflardan özellikle işçiler canavarlaştıkça canavarlaşır. Öldürmekten çekinmez, arabayı ateşe verir ve dahası. Ama başta değindiğim Teresa’nın duygusal travması ve kırılganlığı bu hayatta kalma savaşında ortadan kalkar. Evet, seyirciye Teresa’nın ‘güçsüz’ tarafı duygusal olarak önceden verilmiştir ama mesele hayatta kalmaya gelince o da oyuna dâhil olur.
Yönetmen, duygusal empati için koyduğu o ön hikâyeyi koşturmacada unutur adeta. Teresa ile kurulmasını istediği duygusal bağı başka bir yere evriltir ve o kırılgan kadın aniden yok olur ve bir savaşçı doğar. Tabii taraflara hala eşit olarak yaklaşmaz. Fakat bir yerde ‘erdemi’ alt sınıflardan beklemek de nafiledir. Zira işçilerin çoğu bedenlerinden bir parçayı o çiftliğe bırakmış ya da o yaraların izlerini taşıyordur. Zaafları vardır, öfkeleri taşar. Peki, tüm bunlar neden ve hangi koşulda bu işçileri Teresa’dan daha kötü yapar? Nedir onları daha canavar kılan? Teresa’nın ya da kocasının hiçbir çağrılarına cevap vermediği bu insanların da onlar kadar ‘kurtulmaya’ hakkı vardır. Ama yönetmen iki kurtulma çabasından birine duygusal empatik bir bağ atayarak bir- sıfır öne çekme çabasındadır.
Kadim Yasalar Mı, Mülk Sahibinin Hukuku Mu?
İstanbul Film Festivali sitesindeki tanıtımında Mülk’ün Brezilyalı yönetmeni Daniel Bandeira’ın “İşgücü, ırk ve sınıf ilişkilerimizi birtakım kadim kurallar belirliyor. Toplumumuzda şiddet ve korkunun hükmü böyle süregidiyor” dediği bir cümle geçiyor. Bandeira’ın söylediği “kadim yasalar” aslında üretim ilişkilerinden gelen çelişkilerdir. Mülkiyetin hukukla güvence altına alınması da öyle arkaik bir tarihe dayanmaz. Tam tersine modern hukukla güvence altına alınır. Mülkün sahibi olanların hukukuyla.
Yazıya tam da ‘Mülk’ kavramını tartışan Daniel Bensaid’in Mülksüzler kitabından bir alıntıyla son vermek istiyorum: “Marx, çağının Fransız sosyalistlerinin çoğu gibi mülkiyeti gayri meşru bir kategori olarak görmek yerine onu, Alman İdeolojisi’nden itibaren, “üretici güçlerin gelişiminin bir aşamasında gerekli bir ilişki biçimi” olarak tahlil eder. Bu şekilde de tanımı tarihsel olarak farklılaşan bir adalet kavramını sekülerleştirir ve göreceli bir hale getirir. Bundan böyle sömürüyü adaletsiz ilan etmenin, yahut mülkiyeti, daha fazla netlik getirmeden hırsızlık olarak ifşa etmenin pek bir anlamı yoktur. Gerçekte, karşı karşıya gelen şey iki hukuk anlayışı, hukuka karşı hukuktur: Mülk haline getirilenlerin hukukuna karşı mülk sahiplerinin hukuku. İkisini birbirinden ayıran şey ise güçtür.”[1]
[1] Daniel Bensaid, Mülksüzler, Dipnot Yayınları, 2018, S.50-51