Özellikle son 100 yılda yayıncılığın hem çalışma biçiminde, üretim ilişkilerinde ve üretim hacminde hem de bunun devlet, sermaye, piyasa ve okurla ilişkilerinde köklü değişimler yaşandı. Bu yazıda benim yapmaya çalışacağım şey ise bu geçmişin kısa bir özetini vermekle beraber esasen son 4-5 yılda yaşanan değişimi bazı yönlerden ele almaya çalışmak olacak. Değişimin iki büyük yaratıcısı olarak pandemi ve ekonomik krizi işaret ederken bu ikili cendere neticesinde oluşan ya da yaratılan yeni durumun iktidarın “kültürel savaşı” ile ilişkisine ve mali-fikri olarak tekelleşme gibi kimi eğilimlere de Ketebe Yayınları üzerinden bakmaya çalışacağım.
Bir Özet ya da Yayıncılığı Kimler Yapar?[1]
1928’deki harf inkılabına kadar Arap harfli yayıncılık Osmanlı’dan kalan bakiyeyle çok da değişim yaşamadan devam eder. İnkılapla beraber ise yayıncılık alanı büyük bir çöküş yaşar ve devlet “fırsattan da istifade” yayıncılık alanında bütün kontrolü ele alır. Doğrudan kendisinin örgütlediği ya da ancak kendisinin desteğiyle ayakta durulabilen yayıncılık-matbaacılık alanının 1950’lere kadar tek hâkimi olan devlet doğal olarak bu alanı aynı zamanda “Cumhuriyet idealleri”nin ve ulus inşasının bir aracı olarak en güçlü şekilde kullanır. Gazetelere kısmi desteklerde bulunan devlet, yayıncılara ise sırtını döner ve ölüme mahkûm eder böylece. Bu yüzden bazı yayıncılar (Ahmet Halit Kitaphanesi, Hilmi Kitaphanesi, Kanaat Kitaphanesi) 1932’de ortak bir imza ile “Türk Kitapçılığının Bugünkü̈ Vaziyeti ve İstikbali” başlıklı bir rapor yayımlayıp bazı çözüm önerilerinde bile bulunurlar fakat devlet yine sessiz kalır ve pek çok yayınevi kapanır. Burada devreye, devletin okuma yazma seferberliği ile giriştiği yayıncılık faaliyeti girer. Çok sayıda ders kitabı vs. basılır ve matbuat biraz böylece ayakta kalabilir. Devletin her şeyi yapamadığı, “yetişemediği” yerde ise “sivil” ama devlet destekli, ideolojik olarak devleti tamamlamak misyonuyla hareket eden yayıncılar ve aydınlar göreve koşar; Yurt dışına gönderilen aydın gençler, tercüme büroları, Remzi, İnkılap, Varlık gibi yayınevleri… Bütün bu sürecin temel dönüşüm anlarından biri de 1939’daki 1. Türk Neşriyat Kongresi’dir. Kongrede yayıncılık alanı pek çok başlıkta ele alınıp düzenlenir.
1950’de CHP iktidarı son bulup da Demokrat Parti hükümetinin kurulmasıyla başlayan süreç ise yayıncılıktaki devlet tekelinin daha geriye alınıp özel yayınevlerinin teşvik edilmesi, önlerinin açılması üzerinden okunabilir. Elbette burada darbeler, sansürler, yasaklamalar vs. gibi teşvik ve ön açmadan ziyade engelleme, yok etme pratikleri de vardır. Ama yine de denebilir ki yayıncılık alanı ’50’lerden başlayarak sürekli bir biçimde piyasaya açılmıştır. Ve bununla birlikte yayımlanan kitap sayısında (bazı istisnalar hariç) günümüze kadar sürecek devamlı bir artış yaşanmıştır. Tekin, Bilgi, Altın gibi günümüzde de devam eden bazı yayınevleri tam da bu ’50’li, ’60’lı yıllardan kalmışlardır. Banka yayıncılığının bugünkü en ileri örneklerinden olan İş Bankası Kültür Yayınları da bu dönemde 1956’da kurulur. Alandaki bu genişleme ve yayınevi artışının bir örneği olarak 1970’li yıllarda büyük gazetelerin yayıncılığa girişleri de gösterilebilir. Tercüman, Hürriyet, Milliyet ve Cumhuriyet (Çağdaş yayınları adıyla) yayıncılıkta büyük başarı yakalarlar o dönem. Yapı Kredi Bankası ise ’40’lardan itibaren Doğan Kardeş aracılığıyla yayıncılıkta öncü bir yerdedir zaten. Ama özellikle ’90’larda büyük bir atılımla en tepeye tırmanır. Gazete ve bankaların yanı sıra holdinglerden de yayıncılığa girişler başlar. ’80’lerde Dinç Bilgin gibi isimlerin yanı sıra holding yayıncılığının en ileri örneklerinden biri de her alanda öncü olmakla övünen Doğan Holding’tir. Bunlar dışında dikkate değer sayıda “küçük” yayınevi de yayıncılık yapar. Sağ, sol ya da dinci gruplara ait yayınevleri her dönemde bir şekilde var olur. Bugün de ülkede yayıncılık yelpazesi oldukça genişlemiş durumda. Ama özellikle son dört yıldır bu çeşitliliği zora sokan bazı durumlar da var. Bunların başında ise pandemi ve ekonomik kriz geliyor.
Pandemi ve Ekonomik Kriz Yayıncılığı Nasıl Etkiledi?
Pandeminin ilanıyla beraber ülkede pek çok sektör zorunlu bir kapanma yaşadı. Ama mesele özellikle kültür sanat ile ilişkili sektörler olduğunda yasaklar ilk tedbirler kapsamında uygulandı. Tiyatro sahneleri kapatıldı, müzik organizasyonları iptal edildi, canlı müzik yasaklandı vs. Yayıncılık alanında böyle doğrudan bir uygulama ile kapanmaya gidilmese bile insanların evlere kapanması, matbaaların çalışmaması, lojistiğin durması, kitabevlerinin kapanması gibi durumlar yayıncıları oldukça zora soktu. Satışlar, okurla buluşma imkânları, yeni kitapların basımı, beklenen ödemeler bıçak gibi kesildi. Daha sonra evlere kapanan insanların kendilerini film izlemeye, kitap okumaya verdikleri ve bu yüzden satışların yükseldiği düşünülebilirse bile buradaki göreli rahatlama yayıncılara değil esasen dağıtımcılara ve online kitap satış sitelerine yaradı. Online satışlardan yayıncının kendisine kalan kısımdaki gelir, satışlar en zirvede olduğu zaman bile; fuarlar, etkinlikler vs. aracılığıyla olduğu kadar yüksek değildi yıkıcı indirim oranlarından dolayı. Burada belki de bir parantez açarak bu yayıncılık krizinin kitapevleri ayağına da değinmek gerek. Alanın önemli bileşenlerinden biri olarak kitabevlerinin bir bir kapanmalarını da yayıncılığın içine girdiği bu krizle birlikte okumak önemli. Emlak krizinin geldiği nokta itibarıyla ödenemez bir hal alan dükkân kiraları, internetteki yıkıcı indirim oranlarıyla rekabet edememe, kitap alıcısının (ve genel olarak memleketteki bütün ücretli çalışanların) ekonomik durumundaki düşüş kitabevlerinin kapanmasının başlıca sebepleri arasında. Bu aynı zamanda pandemi süresiyle sınırlı olmayan daha kalıcı da bir hasar yayıncılık açısından.
Bu dönemde pek çok yayınevi sabit giderlerini karşılayamadığı için kapanmak ya da küçülmek durumunda kaldı. Uzun yıllardır yayımlanan köklü dergiler pandemi ve devamında gelen ekonomik kriz nedeniyle artık çıkamaz hale geldi ve kapandı. Birçoğu da varlıklarını ancak okur dayanışmasıyla kısa süreliğine garantiye alabilecek durumda. Socrates, Dergâh, Sin Edebiyat, Masa ve Öykü Gazetesi bu dönemde kapanan bazı dergiler. Son olarak bu yazı yazılırken Uykusuz dergisi de kapandı. Bunlar dışında sessiz sedasız ayrılanlar da var tabii. Notos, Ecinniler, Varlık gibi dergiler ise ancak okur dayanışmasıyla bu süreci atlatabileceklerini duyurarak okurların ilgisi ve dayanışmasıyla varlıklarını sürdürebildiler.
Tek başına pandemi belki atlatılabilirdi. Ama sonrasında daha da derinleşen bir ekonomik kriz yayıncılığa esas darbeyi vurdu denebilir. Emek gücü dışındaki bütün giderlerin döviz kuruna bağlı olduğu bir sektör olarak yayıncılık, kurdaki artış ile daha da kalıcı bir hasar almaya başladı. Dışarıdan döviz ile alınan kâğıdın kur bazındaki artışı ile yabancı yazar ve yayıncılara euro ya da dolar ile verilen telifler, kura bağlı gider kalemlerinin sadece ikisi. Ama bunun gibi ortak sorunların bile “küçük” ve bağımsız yayıncılar üzerinde daha da etkili olduğunu söylemek gerek. Örneğin kâğıt fiyatları herkes için artarken ülkeye gelen az miktardaki kâğıdın büyük kısmını da ilk olarak büyük yayıncı ve matbaalar gemi henüz limana yanaşmadan almış olur; yani küçük yayıncı bazen parası olsa bile kâğıt bulamayabilir.
İlkin pandeminin getirdiği fiili satış sınırlılığının ve sabit giderlerin, ardından ekonomik krizin getirdiği maliyetlerdeki bu büyük artışın yayıncılıkta yarattığı daralma Yayıncılar Birliği’nin bazı raporlarından takip edilebilir. (Burada küçük bir not; raporlara yansıyan hatta bazen haberlere de çekilen “basılı kitap sayısındaki artış”ların ve büyük sayıların önemli bir bölümünü ders kitaplarının oluşturduğu unutulmamalı.) Hem yeni basılan hem de satılan kitap sayısındaki bu düşüş yok ettiği yayınevi ve dergilerle beraber bu alanda çalışan pek çok insanın da işsiz kaldığı, iyi ihtimalle alanının dışında başka işlerde ya da daha kötü koşullarda çalışmaya mecbur olduğu bir durumla karşı karşıya bıraktı bizleri. Zaten kötü koşullarda parça başı, sigortasız ve güvencesiz çalışan pek çok çevirmenin, editörün, son okumacının, grafik tasarımcının, dizgicinin, çizerin vs. yaşam-çalışma koşullarındaki değişimle birlikte düşünüldüğünde yayıncılığın aldığı hasarın sadece bir “ticari işletme” olarak yayınevlerinin kapanmasıyla, “dijital dünyaya ayak uyduramayan” dergilerin kapanmasıyla sınırlı olmadığı, aynı zamanda memleketin kültür hayatında bir çölleşmenin işaretlerini barındırdığı da söylenebilir.
Böylesi Bir Krizi Kimler Atlatabilir?
Bu iki boyutlu krizi aşmanın zorluğu süreci yaşamış bütün yayıncıların malumu. Peki bu vahim tabloda, her zaman olduğu gibi “krizi fırsata çevirenler” ya da “sarsılmadan atlatabilenler” yok mu? Butik ve bağımsız yayıncılar ya da küçük sermayeli yayıncılar daralır ya da batarken ayakta kalanlar elbette arkasında güçlü bir sermaye bulunan yayınevleri olacaktı. (Büyük sermaye gruplarıyla ilişkileri olmasa bile yıllardır sürdürdükleri yayıncılıkları ve biriktirdikleri okur kitlesi sayesinde süreci bir şekilde atlatabilen pek çok yayınevi de var elbette; İthaki, İletişim, Metis, Ayrıntı, Can gibi örnekler ilk aklıma gelenler. Ama yazının meselesi açısından bunları es geçerek büyük sermaye sahipleriyle ilişki içindeki yayınevlerinin isimlerini anacağım.) İş Bankası, Yapı Kredi, gibi banka sermayeli yayıncılar küçük bir sarsılma bile yaşamadan ya da yaşamalarına rağmen bunu sübvanse edebilmeleri sayesinde yollarına devam edebilmiş görünüyorlar. Bunların yanı sıra henüz bu ikisi kadar “büyük” olmasalar bile Vakıfbank ve Albaraka da bu sürecin sonunda mali gerekçeli bir daralma yaşamadan yollarına devam ediyorlar. Doğan Holding bünyesindeki Doğan Yayınları da yoluna büyüyerek devam edenlerden: Yayınevi, 27 yıl önce sermaye ortaklığı yaptığı İskandinav yayıncılık devi Egmont International’ın %50 hissesini de satın alarak bırakalım sarsılmayı yayıncılıktaki yerini daha da sağlama almış oldu.
İslamcı Sermaye Grupları ve Geleneksel İslami Yayıncılığın Yeni Yönü
Türkiye yayıncılık tarihine ve mevcut durumuna bakıldığında bu büyük sermaye sahiplerinin, özellikle bir dönem bankaların, yayıncılık faaliyetlerinin daima bir tartışma meselesi olarak ortada durduğunu söyleyebiliriz. Sembol isimler olarak ise Yapı Kredi ve İş Bankası gösterilebilir. Banka sermayesiyle yayıncılık alanına dalan bu yayınevleri arkalarındaki devasa mali güçle piyasayı domine edip pastadaki büyük payı alırken bunun sadece bir ticari faaliyet olup olmadığı da bir tartışma konusu olarak süregeldi. Kültür faaliyetlerinin bir prestij kazandırma aracı olduğu, büyük sermaye sahiplerinin buradan esasen bir para beklentisi olmadığı (elbette bir yerde artık kâr etmeye başlayabilir), kendilerini topluma daha makbul hatta elzem gösterme yollarının en mantıklısı olduğu bir gerçek. Bu yüzden yayınevleri, dergiler, kültür merkezleri, galeriler, sergiler açmak ve bazı sanatçıları desteklemek, ulusal ya da uluslararası kültür projeleri düzenlemek ülkedeki özellikle seküler burjuva grupları, sermaye sahipleri arasında adeta bir yarış alanı haline gelmiş durumda: Garanti Bankası bünyesindeki SALT, Akbank bünyesindeki Aksanat ve Sabancı Müzesi, Eczacıbaşı Holding’e bağlı İKSV ve İstanbul Modern, Zorlu Holding’in Zorlu PSM’si ilk akla gelenlerden. Bu yarışı bugün açısından YKY ve İş Kültür önde götürürken Vakıfbank, Albaraka gibi ideolojik yakınlık olarak daha farklı kulvardaki bankaların da yayıncılık üzerinden bu yarışa girdiğini gördük geçtiğimiz yıllarda.
Son saydığım bu iki bankanın, Albaraka ve Vakıfbank’ın yayıncılığa girişleri de yazıda ele almaya çalıştığım meseleler açısından kısa bir değerlendirmeyi hak ediyor. İslami tandanslı sermaye sahiplerinin yayıncılıkları açısından bugüne kadar gördüğümüz ve beklediğimiz yol çoğunlukla kendi ideolojik formasyonlarına ve dünya görüşlerine uygun yayıncılık yapmalarıydı. (Aslında bu sadece İslami kesimler için değil bir fikir, dünya görüşü etrafında birleşmiş insanların, grupların hepsinin yayıncılıkları açısından geçerli bir durum.) Kendi tabanlarının ve izler kitlelerinin de beklentisi büyük ölçüde bu yöndeydi. Örneğin Yeni Şafak gazetesinin köşe yazarlarından ve izleyenleri tarafında önemli bir İslamcı mütefekkir sayılan Yusuf Kaplan bir köşe yazısında[2] “İslâmî kesimler, yıllarca katılım bankalarından da kültüre ve kitap yayıncılığına el atmasını beklediler.” diyor ve bu beklentiye uygun bir yayıncılık yaptıkları için Albaraka’ya teşekkür ediyordu. İlk olarak (yayınevinin başına getirilen Ahmet Faruk Çağlar’ın özel alanı olmasından da kaynaklı) iktisadi düşünce tarihi kitapları basan Albaraka’yı bu kitaplardan dolayı tebrik eden Kaplan hemen ardından ekliyordu:
Böyle bir yayınevinin sadece iktisadî düşünceyle sınırlı bir yayıncılık yapması, kendini, imkânlarını, ülkedeki İslâmî entelektüel birikimin ulaştığı göz ardı edilemeyecek düzeyi ıskalaması, sınırlandırması anlamına gelirdi. Bu gerçeği göz önünde bulunduran yayınevi Türk Müziği konusunda, Türk Halısı üzerinden bizim sanat aura’mızın çapı ve derinliği konusunda, İslâm düşüncesinin ve Batı düşüncesinin özgün yorumları konusunda öncü metinler yayımladı.
Burada Kaplan’ın uyarısı ve takdir ettiği yayınevi seçimi bize aslında İslami kesimlerin nasıl bir yayıncılık arzuladıklarına dair bir şeyler gösteriyor: Başka alanlarda iyi kitaplar basıyor olsa bile bunları alabildiğine İslam medeniyeti ve kültürü etrafında ören ve onunla ilişkilendiren, “ülkedeki İslâmî entelektüel birikimi” ıskalamayan, İslam düşüncesinin özgün yorumlarına yer veren bir yayıncılık. Geleneksel olarak aslında her ideolojik grup ya da siyasal birlikten bekleneceği üzere kendi mahallelerinden seslenen, orayı beslemesi istenen, onun hegemonyasını ve etkisini güçlendirmesi hedeflenen bir yayıncılık. Peki İslamcı diyebileceğimiz sermaye sahiplerinin bünyesinde yayıncılık yapan yayınevlerinin tümü açısından böyle bir şey söz konusu değil mi ki Kaplan yakın tarihli bu yazısında örneğin Vakıfbank, Turkuvaz ya da Ketebe’yi değil de sadece Albaraka’yı takdir ediyor?
Burada, Albaraka dışındaki İslami kökenli ve iktidara yakın sermaye gruplarının gelenekselin dışında yeni bir yayıncılık eğiliminde olduklarını söyleyebiliriz. Bu yeni eğilimin temsilcisi ise Vakıfbank’ın yanı sıra bugün açısından Albayrak sermayeli Ketebe Yayınları. Peki bu yeni yayıncılık nasıl bir yol izliyor, hangi ihtiyaçtan doğdu ve yayıncılık ile siyasal alanın dönüşümü ve dinamikleri açısından bize neler söyleyebilir? Bu soruların cevaplarına geçmeden önce Albayrak Holding’in bazı faaliyetlerine bakalım.
Ketebe’nin Arkasındaki Mali Güç: Albayrak Holding
1952 yılında faaliyete başlayan Albayrak Holding esasen ilk zamanlarda bir inşaat şirketi olarak yükselir.[3] 1954’te Muş Tren Garı inşaatından tutun da 2001’de Taksim metrosu inşaatına kadar pek çok yerde; hastane, stadyum, fabrika ve AVM’de Albayrak imzası var. Araç üstü ekipman sektöründeki Kademe Atık Teknolojileri adlı şirketleri sektörün en geniş ürün yelpazesine sahip firması olarak biliniyor. Bünyesindeki Ereğli Tekstil Fabrikası ile (ki sektöründe Türkiye’nin en büyük üç markasından biridir) çok uzun zamandır kara, hava, jandarma ve emniyet kuvvetleri için kamuflajlı-kamuflajsız elbise, mont, parka, gömlek ve rüzgâr ceketi kumaş üretimi ve dikimi, ayrıca soğuk iklim parka ve elbise dikimi de yapmakta. Eskiden Sümerbank’a bağlı Ereğli Tekstil’i ’97’de özelleştirme ile satın aldığını da eklemek gerek. Yine ’97’deki özelleştirme ile önce anonim olmuş sonra ise 2003’te Albayrak’a geçmiş olan SEKA Balıkesir Kâğıt Fabrikası da bugün Albayrak’a bağlı Varaka Kâğıt isimli şirket bünyesinde faaliyetini sürdürüyor. Özelleştirmelerin nimetleri bu kadarla da sınırlı değil Albayrak için. 2018 yılında büyük bir gürültüyle özelleştirilen şeker fabrikalarından Erzurum ve Erzincan Şeker Fabrikaları da artık Albayrak’ın. Trabzon Limanı’nın yanı sıra Somali ve Gine’de de liman işleten grup aynı zamanda Karadeniz’de petrol de arıyor. Tümosan adlı şirketleri de Türkiye’nin ilk özel dizel motor üreticisi ve 268 model çeşitliliğiyle traktör sanayiinde en büyük pazar payına sahip ikinci şirket. 50’ye yakın şirketten şimdilik bunları saymak yeterli sanırım. O yüzden yazının meselesiyle ilgili şirketlere gelelim.
Albayrak’ın medya sektöründeki geçmişi 1995 yılında Yeni Şafak gazetesini satın almasına dayanıyor. Televizyonda ise TVNET kanalına sahipler. Yayıncısı oldukları dergi sayısı da oldukça fazla: Derin Tarih, Nihayet, Z Raporu, Lokma, Cins, Skyroad, Bilge Çocuk ve Bilge Minik gibi aylık çıkan dergilerin yanı sıra, iki aylık Post Öykü ve haftalık Gerçek Hayat dergileri de Albayrak sermayeli. Bütün bunlar dışında özellikle son zamanlardaki en etkili araçları/şirketleri ise Ketebe Yayınları. Albayrak Holding’e bağlı bütün bu yayınların –gazete, kitap ve dergilerin– satış, pazarlama, abonelik ve dağıtım faaliyetlerini yürüten Birlikte Dağıtım adlı şirket ve yine bütün bu mecraların reklam satışını gerçekleştiren Reklam Piri adlı şirket de grubun yatırımları arasında. Holding dijital alanda ise Piri Medya markasıyla yenisafak.com, gzt.com (Arkitekt, Mecra, Zpor, Gazete Manşet, GZTMZT, Jurnal.ist) gibi yüksek takipçili platformlarla birlikte, gruba ait tüm yayınların dijital iletişim süreçlerini yürütmekte. Şimdi bu şirketleri ve geniş imkânları akılda tutarak Ketebe Yayınları’nın macerasına odaklanalım.
2018’in Mart ayında kurulan Ketebe Yayınları 2020 Mart ayındaki ilk COVİD vakasına kadar iki yıllık bir geçmişe sahip. Yani tam yeni kurulmuş ve büyümeye çalışırken pandeminin yarattığı zorluklarla karşı karşıya gelmiş! Pandemiyle geçen bir yılın ardından, geçtiğimiz yıldan başlayarak bugün artık etkisi iyice artan ekonomik kriz de hesaba katıldığında Ketebe’nin yayıncılığının bir gerileme ya da en azından bir duraklama yaşaması beklenebilir. Normal olan bu olurdu en azından. Ama Ketebe açısından tablo şu: 2021’in sonunda 4. yıllarının tamamlanmasına yaklaşılırken yayınevi, kataloğuna 500. kitabı eklemek üzeredir -ve bunun son yılı pandemi ile geçmiştir. Yayıncılar açısından çok zor geçen, yukarıda anlatmaya çalıştığım kriz kaynaklı sorunlarla boğuşulan 2022’nin sonunda ise Ketebe bir yıl önce 500 olan başlık sayısını 800’e çıkarmış durumdadır. Âdeta hiçbir olumsuzluktan etkilenmeyen Ketebe’nin bu olağanüstü yükselişinin daha iyi anlaşılması için başka yayınevlerinin son 5 yılda bastıkları kitap sayılarına bakmak yeterli olacaktır.
Ketebe’nin bu kadar hızlı ve kesintisiz büyümesinde; basılı gazetesi, dijital mecrası, dergileri, dağıtım şirketi ve reklam şirketiyle adeta yayınevinin etrafına bir kalkan ören Albayrak Holding’in muazzam servetinin etkisi inkâr edilemez. Yazının ilk bölümünde ele almaya çalıştığım yayıncılığın dönüşümü açısından düşünüldüğünde işin bugün Ketebe gibi bir holding yayıncısına dayanmış olmasından çıkarılabilecek bazı sonuçlar olmalı.
Yayıncılıkta Tekelleşme Eğilimi ve Yeni Bir Tekel Olarak Ketebe
Şimdi bu kadar malumatın ardından bu eğilimin bir çeşit tekelleşme yönünde olduğunu söyleyebilirim: Albayrak Holding’e bağlı şirketlerden bazılarını sayarken değindiğim yayıncılık ve medya ile ilişkili şirketlerin bir yayınevini ne kadar rahatlatan alanlarda faaliyet sürdürdüklerini görmemek mümkün değil. Örneğin, “küçük” ve orta ölçekli yayıncıların en büyük sorunlarından biri olan satış, pazarlama, abonelik ve dağıtım işlerini kendi dağıtım şirketinle daha kurulduğunun ilk günü halletmiş olmanın verdiği avantaj… Yine pek çok yayıncının amatör bir biçimde, hatta çoğu zaman yayınevi çalışanlarından birinin, bir başka işinin yanı sıra kotarmaya çalıştığı dijital iletişim süreçlerini (ki pek çok yayınevi için bu sadece bir twitter ve instagram profilinden ibaret) kendine ait profesyonel bir medya şirketinin sürdürüyor olmasının getirdiği avantaj… Elinde, kendi reklamını yapabileceğin sana ait başka pek çok yayının (dergiler, gazete, televizyon ve internet siteleri vs.) olmasının ve bu işin de yine sana ait profesyonel bir reklam şirketi tarafından yürütülüyor olmasının verdiği avantaj… Ve en genel manada bakıldığında bir holdinge bağlı olmanın getirdiği kılı kırk yararcasına hesap kitap yapmadan, “acaba bu kitap satar mı?”, “ödemeler vaktinde gelir mi?” diye düşünmeden, telif eserlerden uzak durup daha az masraflı çeviri kitaplara, telifi bitmiş yazarlara, klasiklere yüklenme zorunluluğu duymadan iş yapıyor olmanın getirdiği avantaj… Liste uzatılabilir.
Bu avantajlar sayesinde 5 yılda geldiği yer, bugüne kadarki büyüme hızı, imkânları ve arkasındaki sermaye gücü ile birlikte düşünüldüğünde Ketebe’nin yayıncılık piyasasının yeni tekellerinden olma yolunda hızla ilerlediği görülebilir. Peki bu tekelleşme sadece ekonomik imkânlar ve rakamlarla mı sınırlı? Elbette hayır. Tekelleşme eğiliminde olan yayınevlerinin bu mali güç sayesinde aynı zamanda fikri-ideolojik bir güce de erişiyor olmaları eşyanın tabiatı gereği neredeyse: Maddi güç etki alanını genişletir. Hele ki yayıncılık gibi bir alanda. Bu yüzden Ketebe’nin tekelleşmesinin ikinci boyutu aynı zamanda yayınevini iktidarın “kültür savaşı” hamlesi ve “kültürel iktidar” olma iddiası etrafında değerlendirmemize de imkân veriyor. Hatta buna zorunlu kılıyor.
SETA Raporu ile Çizilen Yol
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve onun İletişim Başkanı Fahrettin Altun’un sözlerinde kristalleşen kavramlar olarak, “kültürel iktidar” ya da “kültür savaşı” yayıncılığımızdaki “Ketebe olayı”nı anlamak açısından kritik bir yerde bana kalırsa. 20 yıl boyunca her alanda iktidarlarını pekiştiren AKP Hükümetleri kültürel alanda; resimde, edebiyatta, dansta, tiyatroda, çağdaş sanatta iktidar olmayı ise bir türlü “beceremedi”. Toplumun çeşitli kesimlerini ve muhalefeti sindirmek açısından kısmen işlevli olan yasaklar, baskılar kültür söz konusu olduğunda tek başına pek de etkili olamadı anlaşılan. Yayıncılıkta dönem dönem öne çıkan sansür haberleri, kitap yasaklamalar vs. söz konusu olsa da iktidarın yayıncılık ile kavgası sadece bu klasik yöntemlerle sürmedi. İktidar, bir şey yaparak değil daha çok bir şey yapmayarak yayıncılarla mücadele etti/ediyor denebilir; örneğin yayıncıların yaşamasına uygun koşulları yaratmamak, yok oluşunu izlemek, destek olmamak, sorunlarını çözmemek hatta memleketi sürüklediği hal ile ilişkili düşünülürse sorunlarını daha da katmerli hale getirmek vs.
Yayıncılık alanına dair bu politikada yapılan değişikliği görmek için 2017’de yayımlanan Siyasi Bir Alan Olarak Türkiye’de Yayıncılık başlıklı SETA raporuna bakalım.[4] Bugünkü durumun ilk işaretlerinin ve iktidarın o günden sonra izleyeceği yol haritasının bu raporda kendine yer bulduğunu söyleyebiliriz. Yayıncılık sektöründeki kültürel üretimin kimler tarafından ve nasıl yapıldığının, özellikle kritik dönemlerde kültür hayatına yön veren ve kamuoyunu şekillendirme konusunda pay sahibi olan sektördeki iktidar ilişkilerinin peşine düşen rapor, yayıncılık alanın büyümesinden bahsettikten sonra esas derdini ifade eder:
Türkiye’de yayıncılık sektörü̈ ekonomik büyüklük olarak bu boyutlara ulaşmışken sektöre hâkim olan ideoloji ve bu ideolojiden kaynaklanan baskılar yeteri kadar gündeme gelmemektedir. Özellikle Türkiye’de kültürel alan üzerinde henüz kırılamamış olan Batıcı seküler hegemonya yayıncılık sektörüne de olumsuz yönde etki etmekte ve sektördeki çeşitliliği ve dolayısıyla farklı fikirlerin ifade imkânını bastırmaktadır.
“Kültürel alan üzerinde henüz kırılamamış olan Batıcı seküler hegemonya”nın “baskıcılığına” örnek olarak Hacamat isimli dergiye TÜYAP’ta yer verilmemesine ve fuarın “onur yazarı olarak ilan ettiği isimlere bakıldığında katı bir laiklik anlayışına sahip olan isimlerin ağırlıkta olduğu ve Müslüman kimliği ön planda olan herhangi bir isme rastlanmadığına” dikkat çeker rapor. Raporda, TÜYAP fuarı üzerinden kendilerine alan açmaya çalışan sağ-muhafazakâr yayıncıların, Yayıncılar Birliği’nin yanı sıra kendilerinin örgütlendiği Basın Yayın Birliği’nin de muhatap alınmasını istedikleri yazıyor. Şikâyet sadece TÜYAP ile sınırlı da değildir. Kitap fuarı, kitap satış zincirleri ve yayınevleri üzerinden yayıncılık alanındaki kültürel mücadeleyi kendi çerçevesinden anlatan rapor kitabevlerine dair kısımda ise sorunu “Batılı yaşam tarzını benimsemiş kitap zincirlerinin piyasaya hâkim olması” olarak tarif ediyor. Raporda sağ-muhafazakâr ve iktidara yakın yayıncıların bastığı kitapların okura ulaşmasının önünde büyük engeller olarak işaret edilen iki zincir kitabevi vardı. Cemaate yakın NT Kitabevleri ve Doğan Holding’e bağlı D&R. Bu raporda zikredilen fikirlerin sadece tespit olmadığı, bir yol haritası da çizdiğini görmek açısından bu iki kitabevinin akıbetine bakmak bile yeterli. NT’ye kayyum atanırken D&R ise iktidara yakın Turkuvaz Medya Grubu tarafından satın alındı. D&R ile birlikte en büyük online kitap satış platformlarından İdefix ve Prefix de Turkuvaz’a geçti. Böylece raporun diliyle ifade edecek olursak baskıcı sol hegemonyanın kitabevleri ayağı büyük ölçüde kırılmış oldu. Yayınevleri ile ilgili bölümde ise Metis, İletişim, Can, Doğan Kitap, Sel, Everest gibi yayınevlerini “Gezi Parkı Şiddet Eylemleri destekçisi” olmak ve Gezi’yi destekleyen kitaplar basmak, Gezi Parkı kitaplığına kitap vermekle suçluyordu rapor. Yayıncılar Birliği’nin yaptığı Gezi’ye destek açıklamasının karşısına da “İnsan, İz, Dergâh ve Profil gibi yayınevlerinin bulunduğu bir grup Türkiye Yayıncılar Birliği üyesi” yayınevinin açıklamaları ile Basın Yayın Birliği’nin, “Gezi Parkı Şiddet Eylemleri’nin planlı ve sistematik şekilde, demokratik bir seçimle iktidara gelmiş olan hükümetin aleyhinde gayrimeşru bir kampanyaya dönüşmüş olduğu”nu belirten açıklamasını koyuyordu.
Gezi’yle ilgili kitapların basılmasından duyulan rahatsızlığın bu kadar kesin ifadesinin ardından sözü 15 Temmuz darbe girişimine getiren rapor Doğan Kitap, Timaş, Kapı, Destek, Alfa, Profil gibi yayınevlerinin bastığı 15 Temmuz ile ilgili hükümet yanlısı kitapları ise göklere çıkarmaktadır. Hatta öyle ki ilgili bölümün sonuç paragrafında şöyle denmektedir:
Görüldüğü gibi Türkiye’nin son yıllarda atlattığı Gezi Parkı Şiddet Eylemleri ve 17-25 Aralık darbe girişiminin ardından çıkan kitapların pozisyonları oldukça nettir. Yayıncılık sektöründe seçilmiş iktidara karşı gayrimeşru girişimlere destek vermekten çekinmeyen hatta bunun için dış dünyada lobi yapan yayınevlerinin önemli bir ağırlığının olduğu anlaşılmaktadır. 15 Temmuz darbe girişimi sonrası sektör daha olumlu bir tablo çizmiştir. Bununla birlikte alınacak daha çok mesafe olduğu ortadadır.
En genel anlamda sol tandanslı yayınevlerini Gezi gibi demokratik bir eyleme verdikleri destekten ötürü neredeyse vatan hainliğiyle itham edip ideolojik davranmakla, yayıncılık dünyasında çoğulculuğu engellemekle suçlayan rapor söz konusu iktidar aleyhine ideolojik davranış ve yayınlar söz konusu olduğundaysa tabloyu olumlu görüyor. Buradaki apaçık politik tavır sonraki yıllarda sürdürülecek kültürel iktidar olma mücadelesinin ipuçlarını göstermesi açısından önemli. Raporun sonuç kısmındaki önerilerde ise devletin ve Kültür Bakanlığı’nın müdahalesini savunan, sağ-muhafazakâr yayıncılara etkinlikler, alternatif fuarlar vs. aracılığıyla yeni platformlar yaratılmasını içeren maddeler mevcut. Ama özellikle bir madde var ki Ketebe üzerinden anlatmaya çalıştığım, kültür savaşının bir unsuru olarak göreve çağrılma hikâyesini özetliyor:
Farklı fikirlerdeki büyük sermaye grupları yayıncılık sektörüne girmelidir. Zira İş Bankası ve Yapı Kredi gibi bankaların yayıncılık sektöründeki faaliyetlerinin hem sektörü çeşitlendirdiği hem de kaliteyi artırdığı her zaman dile getirilen bir husustur. Bu noktada muhafazakâr ve dindar sermayedarlara önemli görevler düşmektedir.
“Kültür Savaşı” ve Ketebe
Yayıncılığı yok etmenin, kısırlaştırmanın, kuraklaştırıp çölleştirmenin de tek başına o alanda iktidar olmayı sağlamadığını gören iktidar yukarıdaki maddeyle “muhafazakâr ve dindar sermayedarları” göreve çağırmaktadır. Üstelik sadece yayıncılıkta da değil, çağdaş sanatta, sinemada, müzikte vd. alanlarda da benzer adımlar atıldı. O yüzden de iktidar farklı araçlar, kurumlar, kişiler, yayınlar üzerinden bir çeşit karşı kültür faaliyetine girişti. Örneğin bienaller düzenledi, Kültür Yolu programını başlattı, TRT 2’yi yeniden düzenledi, “sanatçılarla” Saray buluşmaları organize etti vs. Kültür sanat alanında hâkim olmanın, oraya da bir saray koltuğu taşımanın geriye kalan tek yolu buydu çünkü.
Bu yaklaşımın yayıncılık alanındaki yansıması ise Vakıfbank, Albaraka, Ketebe gibi yayınevleri bana kalırsa. Bu sözlerle elbette, bu yayınevlerinin tek merkezden iktidar tarafından düğmeye basılmışçasına ortaya çıktıklarını ima etmiyorum. Böylesine mekanik ve hayatın, kültürün doğal akışından kopuk masa başı girişimler olarak okumak doğru da değil bana kalırsa. Ama iktidarın bu alandaki ihtiyaçlarının tespiti ve her fırsatta dillendirilmesinin ardından bu ihtiyacı gidermek üzere bir pozisyon aldıklarını ya da kendi niyetlerinden bağımsız böyle bir işleve sahip olduklarını söylemenin önünde de bir engel yok. 2017’de yayımlanan SETA raporunda yapılan çağrı 2018’de Albayrak Holding tarafından karşılık buluyor çünkü.
Sonsuz İştihayı Anlamak
Ketebe’nin yayıncılık alanındaki tekelleşmesinin öteki yüzüne dair en iyi ifade bana kalırsa, “sonsuz iştiha”. Bu aynı zamanda onun iktidar açısından işlevli pozisyonuna dair de kullanabileceğim veciz bir söz.
Yukarıda Yusuf Kaplan’ın köşe yazısından yola çıkarak İslami kökenli ve iktidara yakın sermaye gruplarının gelenekselin dışında yeni bir yayıncılık eğiliminde olduklarını söylemiş, bu yeni eğilimin temsilcisi olarak ise Ketebe’yi işaret etmiştim. Kaplan’ın Ketebe yerine Albaraka’yı övmesinin ve “ülkedeki İslâmî entelektüel birikimin ulaştığı seviyenin göz ardı edilmemesi”ne dönük uyarısının sebebi, aslına bakılırsa, Ketebe’nin yaptıklarının Kaplan dahil pek çok İslamcı ve iktidar yanlısı insanın beklemeyeceği hatta belki de hayal edemeyeceği düzeyde olmasıdır. Çünkü Ketebe, elindeki imkânları sadece kendi mahallesinden isimleri basmak için kullanmıyor. Geleneksel İslami yayıncılıktan koptuğu yer de tam burası. Kendi dar cenahlarının yayıncısı olarak kalmakla bir etki alanı bulamayacaklarını anladıkları için şimdi sonsuz bir iştahla (özellikle kendileri dışında kalan) edebi-kültürel değerleri de kataloglarına alma yolundalar. Bu “geniş yelpazeli” yayıncılığın neredeyse hiçbir sınırı yok: Seyyid Hüseyin Nasr, Ebu’l-Hasan el-Vâhidî, Fahreddin Râzî, İmam Nevevî, Muhyidd İbnü’l Arabi, İbn Hişam basarken bunların yanına Hermann Broch, Ezra Pound, E. E. Cummings, Lacan, Derrida, George Lukacs, Foucault, Badiou, Harold Bloom, Borges, Günter Grass ve Octavio Paz koyabiliyor; Ülkü Tamer’den Sovyet Bilim Kurgu eserlerine, Marksist eleştirmenlerin metinlerinden Kemal Tahir’e uzanan bu yolda, normalde okurken bile sindiremeyip hazımsızlık çekecekleri metinlerin yayıncısı olabiliyorlar. Ülkü Tamer’in yanı başına onun fikri dünyasına taban tabana zıt Cahit Zarifoğlu böylece konabiliyor. Ex Libris’in yanına Osmanlı Klasikleri, Kültür Tarihi dizisinin yanına İslam Düşüncesi, Arkitekt’in yanına İslami İlimler…
Ne olduğu, kim olduğu, ne yazdığı fark etmeksizin herkesin, her metnin yayıncısı olma aç(ık)lığı ve iştahı ile diğer yayıncıların kataloglarından isim çeken, başkasının yıllardır sattığı yazarı parayı bastırıp alan bu yayıncılık anlayışı yazının başlarında bahsettiğim yayıncılık krizini diğer herkes adına da derinleştiren de bir girişim. Sadece benzemezleri, normalde bir araya gelmeyecekleri yan yana getirmekle de kalmıyor Ketebe. Örneğin Cahit Zarifoğlu gibi isimleri de kendi programlarına alıp yayımlayarak kendi cephesini de birleştiriyor. Belki de böylece artık bir sürü küçük İslamcı yayıncıya da gerek kalmayacak. Herkes Ketebe’de birleşecek! Bu kadar farklı ismi ve kitabı kendi şemsiyesi altına almak, Ketebe’nin pazar payının iyice büyüyüp tekelleşmesinden daha tehlikeli bir tekelleşme yaratıyor. Oysa ilk yola çıktıklarında yayın danışmalıklarını yapan Ömer Lekesiz şöyle diyordu;[5]
Hali hazırda mevcut yayınevlerimizin gidişatını sağlayan çarklarını döndüren yazarlar konusunda herhangi bir girişimde bulunmayalım; onların yürüyen ekonomik hayatlarını sekteye uğratmayalım. Çok ahlaki bir ölçü ve biz burada duruyoruz. Bir yazarın beş kitabı var bunun 4’ünü almışız 1’i başka bir yayınevinde bulunuyor. Elbette ki onun da alınması için, çoğunluk burada olduğu için girişimimiz olacaktır. Ya da bizim mahallemizin kültürel manada yetişmesine katkıda bulunmuş olan yazarlara bir vefa borcu olarak Ketebe çatısı altında toplanmalarını istiyoruz. 1960’lardan 2016’lara kadar bu manada köşe taşı ve fener olmuş yazarlarımız gibi. Ketebe Yayınları’nın kendi mahallesinde bu işin merkezi olması hedefleniyor.
Bu ikinci tekelleşmenin ideolojik yönü ve iktidar açısından işlevi de mühim. Bu kadar benzemezi bir araya toplamak aynı zamanda onları bir ortaklıkta tutmak anlamına gelir. Ketebe de kitaplar ve yazarlar arasındaki bütün ideolojik ayrımları silikleştirerek, kendisiyle normalde hiçbir biçimde aynı yolda yürümeyecek, aynı havayı solumayacak kesimleri bir “yayıncılık faaliyeti” ile kapsayarak, onları “etkisiz”, “zararsız” hale getirip dikenlerinden arındırıyor, ya da en azından bu niyetle yola hareket ediyor. Kanatları altına aldığını nasıl pazarlayacağını, neyi öne çıkaracağını, onu nasıl sunacağını da belirliyor. Bunda muzaffer olup olamayacağı elbette tek başına kendi iradesine bağlı değil fakat bu kültür ürünlerinin, “karşı tarafın” elinde bilinçli ya da bilinçsiz “kültür savaşının” kendisine zararlı bir aktörü haline gelmesindense, kendisinin himayesi, gözetimi ve dolaşım izniyle var olmasını sağlıyor böylece.
[1] Bu başlıktaki kısa özetin benim de kaynak olarak aldığım daha geniş bir değerlendirmesi için bkz. Mehmet Erken’in Türkiye’de Yayıncılık Alanının Dönüşümü (1980-2015) başlıklı yüksek lisans tezi
[2] https://www.yenisafak.com/yazarlar/yusuf-kaplan/albaraka-yayinlarinin-dusunce-ve-kultur-hayatimiza-yaptigi-oncu-katki-2063625
[3] Albayrak’a dair yazıdaki şirket bilgilerinin tamamı kendi holding sitelerinden alınmıştır. Daha detaylı bilgi için bkz. https://www.albayrak.com.tr/
[4] https://setav.org/assets/uploads/2017/03/Analiz_192_web1.pdf
[5] https://www.yenisafak.com/hayat/ketebenin-kaptan-kosku-onlara-emanet-3176955