yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

Svetlana Aleksiyeviç ve Sahici Anlatımın Gücü

Yaşamdan, yaşamın ta ortasından gelen, yaşama dönen, sahici bir anlatım bu.

Tanıklık üzerine kurulu. Sözlü tarih, canlı tarih, kanlı tarih… tanıkların ifadeleriyle anlatılan/aktarılan –ve bu birinci elden anlatım sayesinde de– gözümüzün önünde canlanıveren bir tarih.

Evet, tanıkların ifadelerine dalarak, sanki bir belgesel izliyormuş gibi okuyorsunuz. Ancak yazar, anlattığı şey ile anlatım biçimi arasında öyle bir uyum ve kıvam yakalıyor ki, okuru da sıkı sıkıya yakalayan, edebî yönü çok güçlü bir belgesel çıkıyor ortaya. [İlla bir tür ya da isim arayışında olanlar için bir seçenek olabilir bu: edebî belgesel.]

Evet, tanıklık üzerine kurulu ama farklı bakışlarla, farklı noktalardan çok yönlü bir tanıklık türü bu. Tek bir konunun etrafında dönen farklı perspektifleri açığa vuruyor. Bakış açılarının çeşitliliğinden çıkan, okura bu çeşitlilik içinde kendi bakış açısını oluşturabilme olanağı sunan bir zenginlik. Ya da gerçek/gerçekçi gazetecilik. [Tür ya da isim arayışında olanlar için bir başka seçenek daha.]

Sözgelimi, Çernobil’de patlamanın ardından olay yerine ilk müdahaleye giden itfaiyeciler, onların hastane koridorlarını dolduran yakınları, hastaneden bir hemşire, hızla önlem alınabilsin diye didinip duran bir fizikçi, fizikçinin çabalarını boşa çıkaran partinin yerel yöneticisi, ertesi gün kaza bölgesine bisikletiyle gidip ne olduğunu anlamaya çalışan ve yangını izleyen çocuklar, yakınlarını kaybedenler, sakat çocuk doğuranlar, köyünden tahliye edilirken yanında ne götüreceğini bilemeyenler, köyüne kaçak yoldan geri dönenler, boş köylerdeki hayvanları katletme görevini yerine getiren avcılar… tek tek tanıklıklarını aktardıkları gibi, koro halinde de konuşup anlatıyorlar!

Sözgelimi, İkinci Dünya Savaşı’nda farklı cephelere katılan kadın savaşçılar, bir keskin nişancının, bir çamaşırcının, bir hemşirenin, bir aşçının, cepheden yaralıları toplamaya çalışan bir sıhhiyecinin vb. vb. gözlerinden/perspektiflerinden anlatılanlar; savaştaki tecavüz gerçeğinin farkına varanlar, düşmana ait bir yerleşim bölgesi teslim alındığında ilk iki gün yağma ve tecavüzün serbest olmasına alışanlar; yaşam veren birinin yaşam almasının garipliğini düşünenler ve öldürmeye alışanlar; hiçbir şeye alışmayanlar, cinnet geçirenler, köyünün kurtulabilmesi adına çocuğunun ölümünü göze alanlar… tek tek karşınıza çıkabildikleri gibi, bir bütünün parçası olarak da karşınızdalar.

Çıplak, çarpıcı, sahici… kendinizi olayların içindeymişsiniz gibi hissedebileceğiniz, yaşananların duygularını, sıcaklığını veren çok yönlü bir tanıklık türü bu.

Yazarın kendi ifadesiyle, hislerin/duyguların tarihi.

Sonuçta adı/kategorisi ne olursa olsun Svetlana Aleksiyeviç özgün bir tarz geliştirmiş. Roman, hikâye, anı, belgesel gazetecilik, tarih, sözlü tarih… derken, hepsinden bir şeyler taşıyan güçlü anlatılar kaleme almış. Biraz uzun da olsa, “Yakın dönemli tarihsel olayların, çok yönlü bir bakış sunacak şekilde, farklı tanıkların gözünden –söz konusu tanıkların duygularını öne çıkaracak biçimde– sahici bir anlatımı” diyelim dilerseniz bu türe.

İkinci Dünya Savaşı’nda yer almış kadınların anlatımları da öyle, Çernobil gerçeğine tanık olan insanlarınki de. Şimdi ikisine de biraz daha “içeriden” bakalım mı?

*

Tam beş yüz görüşmeyle, yirmi altı yıllık bir emek ve araştırmayla oluşturulmuş bir belge kitap The Unwomenly Face of War.[1]

Hayatın ve savaşın çıplak gerçekliği, ölümün sıradanlığı, parçalanan bedenler, kopan kollar ve bacaklar var her yerde; hakkında hiçbir şey bilmediği birini öldürmenin dehşetini fark edenler, silahını oyuncak bebek gibi tutabilen gencecik kızlar ve hiç duraksamadan onlarca kişiyi öldürebilen gerçek keskin nişancılar.

Çatışmaların ortasında ortaya çıkan kadınca ihtiyaçlar da var; kadınlar için ayrı iç çamaşırı gelmediği için erkek külotları içinde acı çekip kıvrananlar, kadınlar için ayrı bot gelmediği için erkek botlarının en küçük numaralı olanlarını dört beş çorapla birlikte giyebilenler.

Renkler, sesler ve kokular da var; geçmişi ve cephede geçen günleri hep renklerden ve kokulardan hareketle hatırlayabilenler, unutmaya çalışanlar ve unutamayıp her gün kâbusla uyananlar, günlerce kan görmenin neticesinde kırmızıya karşı alerji geliştirenler, savaşta henüz daha 18 yaşında saçı beyazlayanlar, kemiklerin ve bilhassa kafatasının kırılma sesini bir türlü unutamayanlar, ceset kokusunun günlük hayatın sıradan bir gerçeği haline gelmesiyle yaşayanlar.

Çok garip olaylar var; Volga’nın buzları eriyince her iki cepheden ölü bedenlerin suyun içinde yan yana yüzmesi mesela, basit testereyle gerçekleştirilen katır kutur operasyonlar, makası ya da bıçağı olmadığı için hastanın etini dişleyerek kopardıktan sonra bandajlamak durumunda kalan hemşireler, Alman paraşütünden yapılan gelinlikle cephede evlenenler, onlar için hiçbir şey yapmamaya yemin ettikten sonra esir ve aç Alman askerler ekmek isteyince dayanamayıp verenler, cinnet geçirip tutsak bir Alman grubuna saldırarak hepsini öldürdükten sonra yargılanıp idam edilenler, yürürken uyuma becerisi geliştirenler, hemen bombardıman öncesinde farelerin şehri terk ettiğini fark edenler, cepheye giden bir birlik için pişirilen yüz kişilik çorbanın akşama çok fazla geldiğini, zira cepheden sadece yedi kişinin geri döndüğü gerçeğini çok geç fark edenler.

Çok “talihsiz” insanlar var; savaş bittikten sonra mayın temizlerken ölenler, hayatta kalmak için tezek yiyenler (sıcak sıcak değil soğuk elbette), cepheden bir Alman askerinin tecavüzüne uğradıktan sonra hamile olarak evine dönen ve çocuğu doğurmak istemediği için intihar edenler…

Ve daha neler neler… Naziler öldürdükleri birinin cesedini bu sizden mi diye gösterirken bütün köyün yok edilmesi ihtimalini düşünerek oğlunu tanımıyormuş gibi yapan annenin cesareti de var, cepheden gelen kadına “kötü göz”le bakıp orospu olarak gören “geleneksel değerler” de var… Sıcak bir çatışmanın ardından ölü bedenler arasında aniden canlı birine denk gelip buruk bir mutluluk yaşayabilenler de var, savaş kahramanı olarak eve döner dönmez partiye ve davaya ihanetten yargılananlar da var… evet, basit bir savaş tarihi değil bu, duyguların/hislerin tarihi.

Bütün ahali köyü boşaltıp göl kenarında saklanırken, Alman askerleri yakına geldiğinde ağlamaya başlayan bebeğini kimseyi ele vermeme ve bulundukları yeri belli etmeme zorunluluğuyla boğmak zorunda kalan annenin trajedisi de yok değil. Ya da Alman askeri bebeğini kucağından alıp bir kuyunun ağzına çarparak katlettiğinde küt diye oracıkta kalpten giden bir başka anne.

Ortada örtülü hiçbir şey yok, her şey, savaşın tüm gerçekleri çırılçıplak karşımızda. Çocuğunu boğmak zorunda kalmak dâhil bir kadının yaşayabileceği en derin, en büyük, en korkunç acılar ortada.

*

Çernobil’de de durum farklı değil. Yine sahici, yine etkileyici. “Olay yeri”ne ilk giden itfaiyecilerden birine hastanede söyledikleri gibi: “O artık sevdiğin adam değil, yüksek oranda kontamine olmuş radyoaktif bir nesne… bir insan değil artık, nükleer bir reaktör.

Ortalama yaşam süresi beklentisinin 46-50 yaş arasına gerilediği, 14 kişiden sadece birinin yaşlanarak ölebildiği, kanser vakalarının 74 kat artarak nüfusun yüzde 6’sına ulaştığı, 1990-2003 arası 8 bin 553 temizlik işçisinin radyasyon yüzünden öldüğü Belarusya’dan anlatıyor Svetlana Aleksiyeviç. İkinci Dünya Savaşı’nda Almanların 619 köyünü yok etmesi yetmiyormuş gibi Çernobil sonrası 485 köy ve kasabasının boşaltıldığı; savaşta 4 vatandaşından biri ölürken, Çernobil’de 5 vatandaşından birinin kontamine bölgede kaldığı 10 milyon nüfuslu bir ülkeyi anlatıyor, Chernobyl Prayer’da.[2]

Kayıp bir tarihi anlatıyor Aleksiyeviç. Koruyucu kıyafetler, maskeler, gerekli teçhizat falan olmadan atoma karşı kürekle verilen mücadeleyi. İlk başta neden kendilerine “sakın çiçek toplamayın, aman yere oturmayın, kuyudan su içmeyin, patates yemeyin” vb. vb. dendiğini anlayamayan insanları anlatıyor. Tam ne olduğu söylenmeden gerçekler saklanırken, doğadaki değişimlerden, örneğin kedilerin fareleri yemeyi bırakmasından ya da solucanlar daha derinlere gitmeye başladığı için balıkçıların bir türlü onları bu bulamamasından hareketle yaşananları anlamaya çalışıyor insanlar, onları anlatıyor. [Aynı kediler, bölge tamamen boşaltıldıktan sonra kendilerine uygun yiyecek hiçbir şey bulamayınca tarlalarda kalan domates ve salatalıkları yiyor!]

Renkleri anlatıyor, kümes hayvanlarının ibiklerinin renginin siyaha dönmesini. Doğayı anlatıyor, çiçek vermeye devam eden ama artık çiçekleri hiç kokmayan ağaçları.

Farklı mesleklerden tanıklar, temizlikçisi, kimyageri, gazetecisi, nükleer araştırmacısı, öğretmeni, köylüsü, avcısı vb. vb. tek tek ya da koro hâlinde sıraya giriyor, öyle anlatıyor.

Köyler boşaltıldıktan sonra ormanlık bölgedeki hayvanları öldürmek üzere oraya sevk edilen avcılar anlatıyor mesela. “Hayvanların ayrı bir millet olduğunu söyleyen bir şair vardı. İsimlerini dahi bilmeden onlarcasını, yüzlercesini, binlercesini öldürdüm. Yuvalarını, gizlenme yerlerini dağıttım. Gömdüm ve gömdüm…” diyen bir tanesi.

Pazar yerinde, “Çernobil’den bunlar, Çernobil’den!” diye satılan elmaları, insanların patronları ve kaynanaları için bu elmaları almasını da anlatıyor Aleksiyeviç. Karanlıklar arasında kaybolmayan mizah duygusunu!

“Tanrının yerine komünistlere alışmıştık ama şimdi sadece Tanrı var,” diyen sıradan vatandaşları da anlatıyor tabii. Sovyetlerin çözülmesini.

Gidip ta altı yıl sonra dönenleri, gidip hemen geri dönüp evin kapısını alarak tekrar gidenleri [ataları o kapının üzerinde ölmüş, hatırası var ve şimdi de sırada çocuğu var], gidip hiç dönmeyenleri anlatıyor. Herkes gitmişken gelip köyleri yağmalayanları, kürkleri, televizyonları vb. alanları, bu “değerli eşya”dan radyasyon kapıp ölenleri anlatıyor. Buradaki keresteleri ve evlerin kimi parçalarını çalıp başka yerlerde hazır daça konutlar satan uyanık inşaatçıları ve emlakçıları anlatıyor, radyasyon dolu daçalarda oturduklarını bilmeyenleri!

Radyasyona karşı etkili olduğu düşünüldüğünden votka üstüne votka içip sarhoş dolanan görevlileri, radyasyona karşı etkili olabileceği (radyasyonu kendisine çekip eve girmesini engelleyeceği) inancıyla bahçesine ölü dana gövdesi asan köylü kafasını anlatıyor.

Tacikistan’daki savaştan kaçan, “her şey komşularının sana saldırdığı, tecavüz edip öldürdüğü o savaştan yeğdir” deyip buradaki radyasyonlu bölgelere yerleşmeye çalışan çaresiz insanları anlatıyor. “Afganistan’da işler daha kolaydı” diyen bir askeri hemen peşi sıra.

Hep hastanede büyüyen, hastane dışındaki bir yaşama hayretle bakan çocukları anlatıyor. Genital bölgesi olmadan doğan bir çocuğu, ne yapılacağı tam bilinmediğinden “deney faresi”ne benzer bir biçimde gördüğü operasyonları, buna rağmen hayata tutunmaya çalışmasını ve annesini… Ya da Çernobil’den geldikleri için sınıfta kimsenin yanlarına oturmak istemediği öğrenci çocukları anlatıyor ve “Çernobil kirpisi”, “parıldayan solucan” gibi lakaplarını bu çocukların! Yıllar sonra köylerine geri dönünce her şeyi kontrol eden yine çocuklar değil mi, onları da anlatıyor: Vişne ağacındaki vişneler kokuyor mu acaba? Kuşlar yuvalarına dönmüş mü? Balıkların kuyruğu var mı?

Hastane odalarında çocuklarının yanında moralli görünüp hastane tuvaletlerinde ağlayan anneleri de anlatıyor; tuvaletin önünde oluşan uzun ağlama kuyruklarını… Öğretmenler de durmuyor, onlar da anlatıyor; sürekli düşüp bayılan, derste uyuyan, devamlı burnu kanayan çocukları…

*

Anlatıyor, anlatıyor, anlatıyor… ama anlattığı şey kadar anlatım biçimi de önemli tabii. Edebî bir yapıtın “olmazsa olmaz”ı her zamanki gibi!

Tanıklarla yapılmış röportajlar işte, onlar anlatıyor, gazeteci kaydediyor, sonra da aktarıp geçiyor” denecek bir şey değil karşımızdaki.

Tanıkları seçme ve yönlendirme; tanıklıkları toplama, ayıklama ve sıralama; kayıtları kategorilere, bölümlere ayırma; bunları birbiriyle bağlantılandırma; her bir parçayı tek tek ve okurda belli bir bütünlük duygusu oluşturacak şekilde hep birlikte değerlendirme ve aynı parça-bütün diyalektiğini gözeterek sunma; işin içine kendi anlatımını, buluşlarını ve üslubunu katma; bütün bu yapıya belli bir biçim verme, akışı ve kıvamı sağlama… zorlu bir süreç!

Ancak böylesi bir sürecin içinden geçerek mümkün zaten, sahiciliğin sesi olabilmek, sahiciliğin sesini verebilmek, insan ruhunun tarihini anlatabilmek.

Sayfalar sona erdiğinde hem içerik hem de biçim açısından “İnsan her zaman bu denli sahici, esaslı bir kitap okuyamıyor, sağ olasın Svetlana” derken buluyorsunuz kendinizi. Var mı daha ötesi?

[1] Rusçadan İngilizceye Richard Pevear ve Larissa Volokhonsky çevirisi, Random House, 2018 – Türkçede: Kadın Yok Savaşın Yüzünde, çev. Günay Çetao Kızılırmak, Kafka Kitap.

[2] Rusçadan İngilizceye Anna Gunin ve Arch Tait çevirisi, Penguin Classics, 2016 – Türkçede: Çernobil Duası, çev. Aslı Takanay, Kafka Kitap.

 

Ali Mert
diğer yazıları