yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

Tanzimat Resminde ve Romanında Kadın/ Osman Hamdi Bey ve Fatma Aliye Hanım

Modern tarih yaratılırkenAntik Çağ’ın ahlaki ve siyasal değerleribu tarihin içine yerleştirilmiştir. Evlilik, annelikve diğer ev işleri gibi kadınlıkla ilişkilendirilen tüm işler tarih dışı sayılmıştır. Burada vahim olan, kadınların da kendilerini tarih dışı saymalarıdır. Genel olarak kadın hareketi, özgürlük ve eşitlik hareketidir. Kadınların tarih sahnesine çıkması ilk kez Fransız Devrimi’yle gerçekleşmiştir. “Kadınlar, ya kaçırılan, köle edilen, tecavüze uğrayankurbanlar ya da iktidara susayan hırslıvarlıklardır.” (Çakır, 2011: 35)

Bu noktada Namık Kemal’in İntibah, Samipaşazade’nin Sergüzeşt, Şemsettin Sami’nin Taaşşuk-u Talat ve Fitnat, Nabizade Nazım’ın Zehra,adlı romanları bu kadın tiplerine örnek olacak önemli örneklerdir. Fatma Aliye Hanım, basılan ilk çeviri eserinde(1889) “Bir Hanım” imzasını kullanmak zorunda kalmıştır.

Osmanlı’da kadınların da dahil edildiği ilk genel nüfus sayımı 1882’dedir. Feshane Grevi’nde elli kadın işçi, grevin örgütleyicisi ve yürütücüsü olmuştur.Osmanlı’da kadının konumu, modernleşemeye paralel olarak İkinci Meşrutiyet döneminde değişmeye başlayacaktır. Kadınlar, toplumsal yaşamda farklı bir statü kazanmak adınataleplerde bulunmak içindergi ve gazetelerde yazarlar.

İLK KADIN GAZETELERİ

İlk kadın gazetesi, haftalık olarak 48 sayı çıkan Terakki-i Muhadderat’tır (1869). (Müslüman Kadınlar için gazete) Yayımcısı Ali Raşit olan gazetede kadının konumunu eleştirenbaşlıksız yazılar yayımlanır. Rabia mahlaslı okur mektubunda şunlar yazılır. “Şurasını iyi bilmek gerekir ki, ne erkekler kadınlara hizmetkâr, ne de kadınlar erkeklere cariye olmak için yaratılmıştır.”
1880 yılında Ailedergisi imzasız yazılarla çıkar.Hepsinin yazarı Şemsettin Sami’dir.
1886’dasahibi ve yazar kadrosu yalnızca kadınlardan oluşan Şükûfezâr’ınamacı kadının varlığını kamuoyunaduyurmaktır. 1887’de çıkan Mürüvvet dergisindekonu başlıklarına ayrılmış yazılar yayımlanmaya başlamıştır. İkinci Abdülhamit’indesteği ve teşvikiyleçıkan gazetede Nigar Binti Osman ilk şiirini yayımlamıştır. Şair Nigar Hanım bizde salon toplantılarının ilkini gerçekleştirmiş önemli bir isimdir. Şişli’deki evinde herkese açık olmayan bu toplantılar Salı günü gerçekleşir.

1895’te yayın hayatımıza giren Hanımlara Mahsus Gazete 1908’e kadar, 13 yıl süreyle çıkan en uzun süreli kadın dergisidir.Şair Nigar Hanım ve Fatma Aliye Hanım,bu derginin yazar kadrosundadır. Fatma Aliye Hanım içinkadının gelişmesinde engel teşkil edenetkenlerden en önemlisi erkeklerdir. Erkekler özellikle bilim ve sanat kapılarınıkadınlara kapatmaya çalışmaktadırlar. Hanımlara Mahsus Gazete Kütüphanesi kurularak, Fatma Aliye Hanım veNigar Hanım’ın kitapları basılır. 1908’de dergi sayılarındapatlama olmuştur. Ayrıca Tanin, Servet-i Fünun, Sabah gazetelerinde kadınlar haklarını talep eden yazılar kaleme alınmaktadırlar.
Mehasin dergisi (1908-1909)renkli ve resimli ilk kadın dergisidir. 12 sayı çıkan dergide yarışmalar ve promosyonlaryer alır. 1913-1921 arasında çıkan Kadınlar Dünyası dergisi,Osmanlı Müdafaa-i Hukuk-ı Nisvan Cemiyeti yayın organıdır. Toplumun her kesiminden insan yazı yazmıştır.
1919’da İnci dergisi Sedat Simavi tarafından çıkarılmıştır. 160 imzadan 21’i kadındır ve baş yazar Emine Semiye’dir. Genellikle erkeklerin kadınlar hakkındaki düşünceleri anlatılır.

Hem sahipleri hem de yazarları kadın olan dergiler şunlardır: Şükûfezar, Seyyale,Kadınlar Dünyası, Siyanet, Diyane. Sahibi erkek olan dergiler, erkeklerin gözünde kadının nasıl olması gerektiğini anlatan yazılara yer vererek anketler açar. Bu anket soruları da doğrudan erkeklere yöneliktir.

KADINLAR DÜNYASI (1913-1921)

Osmanlı Müdafaa-i Hukuk-ı Nisvan (Osmanlı Kadının Hukukunu Savunma Derneği) yayın organıdır.28 Mayıs 1913’te kurulur. Kadrosu kadını kuşatan geleneklere, kısıtlamalara, kadın-erkek eşitsizliğine , hukuksuzluğuna kadınıneğitimsizliğine karşımücadele etmiş olan dergi 1913-1921 arası kimi kesintilerle yayım hayatını sürdürmüştür. Sahibi Nuriye Ulviye olan dergide Türk kadınının fotoğrafı ilk kez yayımlanmıştır.Derginin yalnızca yazı kadrosu değil, mürettipleri bile kadınlardan oluşmaktadır. “Hukukumuz hukuk-ı umumiye arasında tanınmadıkça, kadın-erkek her nevi mesaide iştirak kabul olunmadıkça, Kadınlar Dünyası sayfalarını erkeklere açmayacağız.” derler. Kendi geçimini sağlayamayan kadın erkeğe bağımlıdır bu nedenle kadın inkılabı yapılmalıdır.
Yaşar Nezihe (1880-?) kendi kendisini yetiştirmiş kadın yazarlar arasındadır. Ulviye Mevlan için en büyük sorun, kadının üretici değil de tüketici olmasıdır.Derginin adı bilinçli olarak seçilmiştir. Kadınların bir dünyası olduğunuve nasıl bir dünya istediklerini göstermek amaçlanmıştır. “Çünkü kadınlar dünyada değil, bu kadar senedir cehennemde yaşıyorduk.”
(Nedime İhsan, Kadınlar Dünyası, 15 Nisan 1329, No: 12, s.3-4)

Kumkapı’dan Nadya KantarciyanErmeni kadınları adınagazeteden duydukları memnuniyeti ifade ederken, Beyoğlu’ndan Matmazel Eliz, dergiyi Rum kadınları adına takip ettiğini yazar. Bab-ı Ali’de ses çıkmazken, yabancı basın dergiyle ilgilenmektedir. 100. sayının ardından leyhte ve aleyhtetartışmalara yer verilir.Büyük Kadınlar bölümünde George Sand, Madam Curiegibi isimler tanıtılır.
Okur mektuplarından anladığımız kadarıyla dergi her ulustan, dinden kadının durumuna tercüman olmaktadır. “Dünyada hayvanlar kadar mevkimiz yok” (Muhlise Fuad, Kadınlar Dünyası, 1329, no:117) diye yazan Muhlise Hanım’ı Nilüfer Mazlum da bir mektubunda destekler:“Erkeklerin nazarında bir kadının mevkii, sarı öküzün mevkiinden daha ziyade değildir.” (Nilüfer Mazlum, Kadınlar Dünyası, 1329, no: 110)Erkeklerin bakış açısını Fatma Zerrin ise şu sözlerle ifade eder:“Erkekler kadınları ‘salon kadınları, orta halliler ve hali vakti yerinde olmayanlar’ olarak üçe ayırır. Salon kadınları tatlı bir meyve, orta halli kadın hizmetçi,hali vakti yerinde olmayanlar esirdir.” (Fatma Zerrin, Kadınlar Dünyası, 1329, no: 48, s.2-3)

Erkek bakışıylaşekillenmiş bu dünyada kadının yeri yoktur. Kadınlar isyanlarını dergiler aracılığıyla ifade ederken, Tanzimat dönemi erkek yazarları kadın konusunu hemen her romanda işlerler. Bu ifade tarzı ataerkil bakış açısıyla şekillenmiştir ve dönemin sorunlarını ele alsa da kadın her zaman “duygusal, pasif, edilgen” ya da “fitneci, yalancı, hilekar” kutupları arasında tanımlanmaya devam edecektir. Tıpkı İntibah (1876) romanındaki fedakâr cariye Dilâşûb ile kötü kadın Mahpeyker’in tanımlanmasına benzeyen bu durum, Tanzimat döneminin tipik yanıdır.

 

TANZİMAT ROMANLARINDA KADIN

Tanzimat romanlarından Taaşşuk-u Talat ve Fitnat (1872-73), özellikle evlilik kurumu ve kadının konumu üzerinde tartışma yaratan bir kitap olması bakımından önemlidir. Söz gelimi Talat, Fitnat’ı daha yakından tanımak üzere kadın kılığına girerek evinde ona arkadaşlık eder.Kadın ve erkek için de eziyet verici bu durum, çarşafın gizli işler için paravan olabileceğinin altını çizer. Ayrıca, Şinasi tarafından kaleme alınan Şair Evlenmesi piyesinde de Müştak’ın sevdiği kadın yerine onun ablasıyla evlendirilmesinde başlıca rolü oynayan yine çarşaftır. Kadın, kendisini ve çevresini değerlendirirken erkekçil bakış açısından kurtulamaz. Erkeklere tanınan haklar, kadınların aleyhindedir.

“Ah siz erkekler ne zalimsiniz! Bir kızcağızın bir gözü biraz şaşı olsa, biçare evlenmeksizinihtiyarlar gider. Kimse almaya tenezzül etmez! Ama sizin en fenâsı, en uğursuzu, en sakatı bakarsın kikızların en güzelini, uslusunu alır dabiçâreyi esir eder!…”(Sami, 2003: 40-41)
Fitnat Hanım’ın güzelliği ve meziyetleri övülürken “az konuşan ve kahkahayla gülmeyen”tanımlamasının kullanılması, kadında aranan niteliklerin onun kendisinin değil de gölgesinin istenen varlık olduğunu gösterir. Kocası tarafından boşanan bir kadın, kendi konumunu şu sözlerle sorgular:
“Onlar (erkekler) evlendikleri vakit, karılarına verdikleri ehemmiyet, satın alacakları bir beygir yahut bir arabayaverdikleri ehemmiyetten azdır! Evet!… Hakları var a… Çünkü bir beygir alacaklar, eğer iyi çıkmazsa, yine satmaya mecbur olacaklar, lakin aldıkları fiyatla belki satamazlar. İşte bir zarar korkusu var.” (Sami, 2003: 128)
Talat, kadın kılığında gezerken, aynı kalemden çalıştığı arkadaşının kendisini tanımayarak ona sarkıntılık etmesi, uğradığı hakaret kadınların bu toplumda yaşamalarının ne denli zor olduğunu anlamasını sağlar.
Ahmet Midhat Efendi’nin Felatun Bey ile Rakım Efendi adlı romanında (1875) Rakım, Canan adını koydukları Çerkez bir cariye alır.Kız henüz on dört yaşındadır. Rakım ona okuma yazma öğretir.Ancak Canan, piyano öğrenmek için komşunun evindeki derse katılıncaRakım bu duruma sinirlenir. Kendi egemenliği, bilgisi, kontrolü dışındaCanan’ın attığı her adım onu tedirgin etmektedir. Evden çıkmasın diye eve piyano alınır ve Canan’ın piyano öğrenmesi için bir de hoca tutulur.Canan kölelik/cariyelik kurumunun en konforlu halini yaşamaktadır. Piyano öğretmeniyle Fransızca da öğrenmeye başlar.

“Rakım- (…) Senin için beş yüz altın veriyorlar.
Canan- (…)
Rakım- Çok para zahir.
Canan- (büyük bir umutsuzlukla) Satacak mısınız efendim?
Rakım- Sen ne dersin?
Canan- (Mosmor kesilerek) Ben sizin malınızım efendim. Siz bilirsiniz.” (Ahmet Midhat Efendi, 2002: 134)

Rakım ile Canan arasında başlayan aşk, Canan’ın odalık ardından evin hanımı olmasına kadar sürer. Samipaşazade Sezai’nin Sergüzeşt (1888) adlı romanı “Dilber” karakteri çevresindeesir ticareti, cariye, odalıkkavramlarını irdeler. Dilber dokuz yaşında Batum’dan kaçırılarakİstanbul’da satılan bir esir kızdır. Asıl adını bilmeyiz. Ona köle tacirlerini taktıkları isim budur.En ağır işlerde çalıştırılır, dayak yer.En rahat olduğu günler, İstanbul’dabir konakta çalıştığı yıllara rastlar. Evin oğlu Celal Bey, Paris’te resim eğitimi görmüş, Gèrome’dan ders almış ve yaptığı resmi Salon’da sergiletebilmiş bir Osmanlı aydınıdır. Aldığı Batılı eğitim, ailesiyle kimi konularda, özellikle gönül ilişkilerindefarklı düşünmelerine neden olmaktadır. Dilber’i resim yaparken model olarak kılıktan kılığa sokan Celal Bey, ona karşı duygusal bir yakınlıkhisseder.Dilber de Celal Bey’e aşıktır. Anne tarafından fark edilen bu “yakışıksız” durum Celal Bey’in evde olmadığı bir gün Dilber satılmasıyla sonlandırılır. Özgürlüğü elinde olmayan bir insanın aşık olması trajedi yaratır.Ona aşık olan Celal Bey, Dilber’in yokluğunda çıldırır, Dilber satıldığı Mısırlı tüccarın elinden kaçarak intihar eder. İntihar aslında onun özgür bir insan olma durumuna kavuşmasıdır.Esirlik durumunu ancak bu şekilde sonlandırabilir. Kişi esir olsa da kimi kararlarıverebilir ve bunları uygulayabilir.Dilber sevdiği erkekle bir köle hayatına geri dönmektense, tek başına özgürlüğe ilerler.
Nabizade Nazım’ın Zehra (1894) romanındaki Sırrıcemal de kölelik kurumunun yarattığı canlı bir trajedidir. Güzelliğinden başka sermayesi olmayan bu cariye, evin beyi olan Suphi’yle ilişkiye girerek ondan hamile kalır. Karısından boşattığı Suphi, onu da aldatır. Karnındaki bebeğini yitirdikten sonra yaşamı anlamsızlaşan genç kadın intihar ederek yaşamını sonlandırır. Romanda Sırrıcemal şu sözlerle anlatılır:
“Sırrıcemal bir güzellik simgesiydi. Kafkas ırkının güzelliğiyle en ünlü olan dalından olduğunu ilk bakıştaen zor beğenir gönüllere bile onaylatmaktaydı. Boyu posu pek gösterişli olup kadın dendiği zamanhatıra ne anlam gelirse o anlamın tamamıyla somutlaşmış haliydi. Uzun boylu, iri yapılı olan bu vücudu, öyle kaba saba bir şey sanmamalıdır. Bu iri yarılığıyla birlikte, bünyesi çok ince ve nazlıydı.Beli ince, göğsü ve omuzları geniş, boynu uzunca, yüzü oval; kaşları, kirpikleri, saçları gür ve kara, rengi pembemsi beyaz; elleri, ayakları, ağzı ufak; yürüyüşügönül çekici; bakışları gönül aldatıcı; kısacası gönülleri avlayan bir güzeldi.”
Sevdiği adamın ihmali, yaşadığı derin çatışma onu da intihara sürükler. İç içe geçmiş aynalar metaforuyla yazar bu bunalımı yansıtır.
“Aynanın karşısına geçti. Birbirinin omzundan baş gösteren yüzlerce imgesi de kendisiniöfkelendirdi. Bu imgeler başının, ellerinin her türlü devinimlerini hep bir dizi üzerinde aynen taklit ediyordu. Bunları kendisiyle alay ediyormuş gibi düşündü. Az kaldı aynayı kıracaktı.” (Nazım, 2003: 97)

Osman Hamdi Bey’in “Saçlarını Taratan Kız”resmi de bu bağlamda değerlendirilebilir. Osman Hamdi Bey her ne kadar, harem, cariye, odalık konularını resimlerinde işlediyse de, bu kurumun aile düzenini sarstığını babasına Bağdat’tan yazdığı27 Nisan 1870 tarihli mektupta dile getirir. Osman Hamdi Bey’in yazdıkları adeta Zehra romanının özeti niteliğindedir.
“Sevgili ailem ve başka birkaç aile haricinde, kıymetli pederim, etrafınıza bir göz atın! Ailelerde neler görüyorsunuz? Kokuşmuşluk, ahlaksızlık, kavga, boşanma. Kölelik onları talan ediyor, odalıklar maneviyatlarını bozuyor. Kadın kocasına itaat etmiyor, koca karısını saymıyor. Koca kendi alemindeyken, karısı da kendi yolunda. Hiçbir zaman el ele vermediler. Hiçbir zaman bir aile teşkil etmediler.” (Eldem, 2010: 267)
Bir köle için en cazip olanaklara kavuşan Canan, kendisini Nil’in sularına atan Dilber’den ve yaşamına son veren Sırrıcemal’den farklıdır. Sınıfsal olaraküç karakter de köledir.Ancak bu kölelerin deneyimleri ve sahipleribirbirinden farklıdır. Rakım, Canan’ı adeta baştan oluşturmuştur. Fransızca, Osmanlıca bilen, iyi piyano çalan, ahlaklı bir eş’i kendi eliyle yaratmıştır. Dahası kendisine bir köle gibi sadıktır.

Burada önemli bir noktanın altını çizmekte yarar var.Ahmet Midhat, dostu Osman Hamdi Bey gibi kölelik/odalık/ cariyelik kurumunu eleştirmez. Felatun Bey gibi yanlış, eksik eğitim görmüş kendisini yetiştirememiş erkekleri suçlar. İdeal Osmanlı aydını olarak Rakım’ı gösterirken, bu sorunun şeriat kuralları içinde çözülebileceğini ifade eder. İntibah romanındaki Dilâşûb, oğlu Ali Bey’i eve bağlamak için annesinin bulduğu bir yoldur. Ali Bey ile aralarında doğan duygusal yakınlık, Mahpeyker’in planları sonucu bozulur. Dilâşûb, esirciye satılır, iftiraya uğrar, Ali Bey tarafından dövülür. Buna rağmen romanın sonunda Ali Bey için canını ortaya koyan yine odur. Dilber ve Sırrıcemal intihar etmişler, katlanamayacakları gerçeklerden uzaklaşmışlardır. Dilâşûb da intihar benzeri bir performans göstermiş, sevdiği erkek için yaşamını feda etmiştir. Kölelik, efendi ne yaparsa yapsın onu

 

FATMA ALİYE HANIM VE OSMAN HAMDİ BEY

Kadının cinsel bir meta olması, köle gibi alınıp satılması, Tanzimat sanatçılarının gündeminde bir konu olup, bu dönemin kadın yazarlarından Fatma Âliye Hanım’ı (1862-1936) da bu konuda yazmaya itmiştir. Udî romanında bir kadının tek başına, namusuyla müzisyenlik yapması ve geçimini böyle sürdürmesinin zorlukları, gerçekçi bir üslupla dile getirilir.

Udî romanı, Şam’daki bir konağın bahçe betimlemesiyle başlar. Düzenlenen bir eğlencede müzik ve danslarıyla geçimlerini sağlamakta olan Naoma kanun çalmakta, kızı Helula dans etmektedir. Bu anne kız abartılı giysileri, takıları ve makyajlarıyla okuyucuda itici duygular uyandırırken, karşıt olarak Bedia karakterinin yalınlığı ve zarafeti betimlenir.

Yazar bu noktadan sonra geçmişe dönerek Bedia’daki musikî merakının kaynağı olan babası Nazmi Bey’den söz eder. Nazmi Bey, müzik meraklısı olmasının yanı sıra şair ve bestekârdır. En iyi çaldığı saz kemandır. Bebekliğinden itibaren kemanı ninni gibi dinleyen Bedia, sekiz yaşında kanun çalmaya başlamış, on üç yaşında bu sazda ustalaşarak kemana merak salmıştır. Fakat onu asıl etkileyen bir düğünde işittiği ud sesidir. Bedia udda karar kılarak diğer çalgıları bırakır. Babasının bestelerini uduyla çalmaya başlar. Kardeşi Şem’i’nin ona hediye ettiği ud, eser içinde bir simge nesne ve güdücü motife dönüşür. Kocasının ölümü üzerine İstanbul’a gelen Bedia, burada musıkinin nasıl ilerlediğini görüp şaşırır.

Bedia’nın İstanbul’a gelmesinin üstünden iki yıl geçmiştir. Kardeşinin ölüm haberini alan Bedia yeğeninin bakımını üstlenir. Roman bu noktadan sonra farklı bir seyir izler. Tek başına kalmış bir kadın için para kazanma konusu gündeme gelir. Baba ocağından kocasının yanına oradan da ağabeyinin himayesine giren kadın şimdi tek başınadır ve onun yardımına gereksinmesi olan yeğeniyle baş başadır. Şimdiye dek yalnızca kendi zevki için çaldığı udunu, başkalarına öğreterek para kazanmaya başlar.

Bedia güzel, ahlâklı ve zariftir. Musıkiye aşıktır. Dokuz hizmetçili bir evde büyümüştür. Üst sınıfa mensup olmasının taşıdığışımarıklık karakterinde yer etmemiştir. Gerek duyduğunda ‘aşk’ı olan ‘ud’unu geçim kaynağına dönüştürebilmiş ve bir erkeğin hamiliğinegereksinim duymadan ayakta kalabilmiştir. Bu bakımdan hem idealize edilmiştir hem de gerçekçidir. Tanzimat döneminde yüzünü Batı’ya dönen üst düzey bürokratlar, kız çocuklarına Fransızca ve musıki eğitimi aldırarak onların gelecekteki evliliklerinde sergileyeceği meziyetlerin alt yapısını oluşturmuşlardır. İlerleyen zamanla birlikte ‘ud’un yerini Batılı bir enstrüman olan piyano alacaktır.

Her ne kadar çalınan müzik aletleri geleneksel olsa da; kadının müzik aletiyle çalışmasının resme ve romana yansıması yenidir. Osman Hamdi Bey’in “İki Müzisyen Kız” resminde, geleneksel giyimli iki genç kadından biri def diğeri tambur tutmaktadır. Ayakta duran tambur çalmakta olan kadın işine odaklanmıştır. Bu bakımdan Bedia karakterine benzer. Yatkınlıklarının ayrımında ve onları geliştirmek için çaba harcamaktadır. Genç kadınların giyiminden onların üst sınıfa mensup oldukları anlaşılmakta çaldıkları müzik aletlerini para kazanma amacı olmaksızın, sırf sanatla uğraşmak için ele aldıklarını göstermektedir. Süssüz, makyajsız ancak yalınlığıyla ve yaptığı işle, eylemiyle güzelleşen Osmanlı kadını, Osman Hamdi Bey için olduğu kadar Fatma Âliye Hanım için de ideal bir tiptir. Fatma Aliye Hanım’ın Ahmet Midhat Efendi ile birlikte yazdıkları Hayal ve Hakikat adlı romanda Vedat karakterinin duruşu bu düşünceyle benzerlik içindedir:

”Vedat küçükten beri kadın cinsinin tutkun ve düşkün olduğu süse asla rağbet etmezdi. Onun açısından meziyetleri yalnız bez parçalarınınbir araya gelmesinden ibaret olan kadınların süslü ve büyük mağazalar önündeki mankenlerden farkı yoktu. İşte bu fikir ve görüş ile olanca vaktini okumaya ve el becerileriyle uğraşmaya adamıştı. Onun için de hakikaten bir edip, gereği gibi nefis bir sanatkar olmuştu.” (Aliye, 2015:40)

Tanzimat dönemi resmi ve edebiyatındakadınların müzikle saf sanatla uğraşmak için ilgilenmeleri gibi dikkat çeken bir nokta dakadınların müzikaletleriyleyken yanlarında veya karşılarında erkeğin bulunmamasıdır. Kadınlar müzik aletlerinikendileri için çalmaktadırlar. Bu bakımdan geleneksel zihin yapısınındevam ettiği söylenebilir. Roman karakteri Bedia için ud, bir arkadaştan, yoldaştan farksızdır. Kimi zamansaudunu sevgilisinin yerine koyar: “Beni hiçbir zaman terk etmeyen, kucağımdan kaçmayan vefakar yarim! Can dostum! Dertlerimi dinleyen, kalbimi anlayan sırdaşım! Bana daima refakat eden yoldaşım! Beni yalnız sen terk etmedin, benden yalnız sen geçmedin, bana hıyanet etmedin! Bir zaman zevk ve sefa kaynağım, eğlencem oldun. Şimdi de geçim kaynağım! Ekmek teknemsin! Benim yarim, benim erkeğim sensin!..” (Fatma Aliye, 1315: 116)

Yine Fatma Aliye Hanım tarafından kaleme alınan1899-1900 yılları arasında Hanımlara Mahsus Gazete’de tefrika edilen Levayih-i Hayat on altı bölümden oluşur. Mektup tekniği kullanılarak yazılan bu roman, kadınların evlilik kurumuna nasıl yaklaştığını gözler önüne serer. Ekonomik özgürlükten yoksun bir kadının bu ortamda eğitimli olsa da mutlu olma şansı yoktur. Romanda Fehame ve Sabahat eşleri tarafından aldatılan kadınlardır. İkisinin de çocukları vardır ve evliliklerinden duydukları sıkıntı ortaktır. Fehame bu evliliğe çocuklarının geleceği için katlanırken, Sabahat kocasından ayrılmayı ve hayatını yaşamayı düşünür. Çünkü Sabahat, eşinin dışında da maddi bir gelire sahiptir ve bu mal varlığıyla çocuklarının geleceğini garanti altına alabilecektir. Fehame ise öksüz ve yetimdir. Saygınlığı olmayan kocası; onun ve çocuklarının velinimetidir.

Fehame ve Mehabe, çok okuyan, düşünen, tartışan kadınlardır. Dolayısıyla yalnızca parası için sevmedikleri adamlarla yaşamaya mecbur olmak Feheme için büyük trajedidir. “Bizim evlilikteyse oğullarını eve bağlamak için gelin aranılmıyor mu?”(Fatma Aliye, 2020: 7)
“Evet Mehabe, zira geçinmek için ben onların emirlerine uymaya, haklı haksız hükümlerine boyun eğmeye mahkumum! Ah, bu ne alçaklık! Fakat evlatlarım!… Kardeşin Fehame.” (Fatma Aliye, 2020: 9)

İnsan ve hayvan arasındaki farkların neler olduklarını üstünde durulur. Tanrı’nın doğanın görünümü, yansıması olduğu vurgulanır. Geleneksel Osmanlı anlayışı tasavvuf burada da karşımıza çıkar.

“İnsanı hayvandan ayıran, üstün kılan faziletleri ve övgüye değer güzel huylarıdır. O şereften kimi çok pay almış, kimi az! Çok pay almış olanlar insaniyete daha fazla girmiş, öbürleri de derecesine göre yaklaşmış olurlar.”(Fatma Aliye, 2020: 13)
Sanki konuşan Fatma Aliye değil de Platon’dur. Özellikle “pay alma” bahsinde. Platon dainsanların “iyilik” ideasındanpay aldıklarını ve aldıkları paya göre sınıflandırıldıklarını yazar.

Fatma Aliye ilerleyen satırlarda, doğadaki herhangi bir bitkinin, meyvenin mükemmelliğinin insanı onu yaratana götürdüğünü ifade eder.Yaratılandaki bu kusursuzluk, yaratanın yansımasıdır. Tasavvuf anlayışının bir yansıması olarak adlandırılabilecek bu görüş, insanı hayvanların en şereflisi olarak tanımlar.

Mektuplarda gelecekte insanların başına gelecek manevi bir hastalıktan söz eder Fatma Aliye:
“Bugün verem için bu kadar çalışıyorlar. Kim bilir belkisonraları dagençliğe bela olan bu manevi hastalık için çalışırlar. İhtimal ki, buna özgü uzmanlar doğar.” (Fatma Aliye, 2020: 21)

Deneyimleri, Fehame’nin hayatı algılayışını değiştirmiştir. Evlendikten sonra kendi ait olmadığı bir yaşamın ortasına düşmüştür. Bu öyle bir çukurdur ki, buradan çıkabilmesi için belli maddi olanaklara sahip olması gerekmektedir. Düştüğü çukuru betimlerken Fehame’nin seçtiği sözcükler, onun kültür durumunu gözler önüne sererken yalnızlığına vurgu yapar. Kadın öğrendikçe, kendisini eğittikçe, var olan ataerkil yapıyı sürdüren erkekten soğur, tiksinir. Eğitimiyle birlikte yalnızlığı ve bunalımı artar.

“Bülbül bile baharın güzelliğine dayanamayıp tatlı nağmeleriyle ötüyor. İşte ben de bunlara hayranken Schopenhauer’un virane baykuşu gibi ötmesine şaşırırdım. Pesimizmi bana anlatmak, yalnızca güç değil, imkânsızdı.”(Fatma Aliye, 2020: 38)

Fatma Aliye’nin 1897’deyayımlanan Refet romanında Türk edebiyatındaki ilk kadın öğretmen baş karakteri görürüz. Ayrıca Fatma Aliye’nin Udî ve Refet romanlarında baş karakterler, çalışıp kendi ayakları üstünde duran ilk kadın karakterlerdir.

Refet, küçük yaşta babasını kaybetmiş, annesi Binnaz’ın zorluklarla okuttuğu bir kız çocuğudur. Babasını kaybettiğinde akrabaları onlara sırtlarını dönmüş, anne- kız hayatta kalma mücadelesi vermişlerdir. Akrabaların evine gelen misafir Mürüvvet Hanım, anne kıza acıyarak onları evine alır. Mürüvvet Hanım’ın mahallesinde imece hakimdir. Mahalleli, ihtiyacı olan insanlar için kendi aralarında para toplar. Refet, iyi beslenememekten dolayı cılız ve sağlıksız kalmıştır. Ancak sebatkârlığı, çalışkanlığı ve zekâsıyla sınıfında hep birinci gelmiştir. Böylelikle Darülmuallimat’a girer.

DARÜLMUALLİMAT

Refet’in kız öğretmen okuluna girmesini annesi Binnaz başlangıçta anlamsız bulur.“Bizim gibi fakirleri öğretmen yapmazlar,” der. Bu fikre Refet kesinlikle karşı çıkar. Öğretmenliği fakir ve zeki kızların yapabileceğini, zengin kızların bu okula yalnızca genel kültürlerini arttırmakiçin geldiklerini söyler. Fatma Aliye’nin zihnindeki eşitlik fikribu okulda yansımasını bulur.
“Ah!.. Bunların içinde ne kadar çorapsız ayaklar potinlerden zorla çıkıyordu! Ne kadar süslü kunduralar da bir kenarda diziliyordu. Zengin ve fakirineşit bir şekilde yer aldıklarıbu okul sıralarında ne kadarsüslü ve kürklü hanım kızlarınüst taraflarında ne kadar çorapsız vehırkasız fakirler bulunuyordu. Evet! Çoğunlukla o fakirler, sınıflarının üstün öğrencilerinden oluyordu. Çünkü onlar öğretmen olmak, ekmeklerini kazanmak azim ve gayretiyle çalışıyorlardır. Berikiler ise bilgi öğrenmiş ve bu süsle de süslenmiş olmak üzere okula verilmişlerdi. Bunların çoğu ebeveyninden aferin almak için çalışıyorlardır.” (Fatma Aliye Hanım, 2019: 60)
Bireye ait olan zekâ, çalışkanlık ve akıl, toplumsal sınıfları geriye iterekkişiye kendisini gösterme fırsatı verir. Refet’in seçtiği yol da budur. Darülmuallimatlı öğrenciler koyu tahin renginde bir örnek yünlü elbise giyerler.Kadife yakalarının yan taraflarında Darülmuallimat yazılıdır. Yeldirmelerinin kollarında bulundukları sınıfa göre şerit dikilidir. Refet son sınıfta okurken kolunda dört şerit dikilidir. (Fatma Aliye, 2019:116)
Zengin kız öğrenciler fakir olanlara kimi zaman yardım eder.Kimi zengin öğrenciler de fakir olanları ezmeye çalışır.Bu iki tip kıza karşı da Refet son derece mesafeli ve dikkatlidir.Kendi başına verdiği bu zorlu mücadelede (kaç gece aç yatar, kömür alamadıkları karlı bir kış gecesi donma tehlikesi geçirir.) başka bir yetim kız arkadaşı Şule de yanındadır.
Zengin kızlar arasında Şahap olumlu bir karakterdir. Refet’in gururunu incitmeden dersleri için gerekli malzemeyi almasına yardımcı olur.Zaten evde de özel dersler alan Şahap’ı ablası, dünyayı, hayatı tanısın diye Darülmuallimat’a göndermiştir. Çünkü gelecekte kimin fakir olacağını, hastalık geçireceğini kimse bilemez.
Hürmüz, Faize, Sakibe; zengin kızlar arasında olumsuz çizilen tiplemelerdir. Refet, ders için kumaş alacak parayı bulamaz. Hürmüz de elinde kalan fazla kumaşı ona verir. Refet işlemeyi yapacak, elbise bittikten, Refet notunu aldıktan sonra da, üretimini Hürmüz’e verecektir. Not gününden bir gün önce anlaşmayı Hürmüz bozar. “Mal benim, ne zaman istersem o zaman alırım” der.Paranın getirdiği şımarıklık ve küstahlıkla davranır. Sakibe, Refet’in annesi içinhizmetçi kılıklı der. Faize de, onun için alaycı bir şiir kaleme alır.Gururu incinen Refet, sınav için yazdığı kompozisyonla, bu iki zengin şımarık kızı öyle biryerer ki, kızlar bu keskin zekâ tarafından yerin dibine girince sınavda şaşırıp, vermeleri gereken yanıtları veremezler.
Fakirler için varlık-yokluksavaşı olan okul, zengin kızlar için yalnızca sosyalleşme bazen de eğlence alanıdır.

RESİM- SANAT- ZANAAT
Darülmuallimat’ta resim dersleri verildiğini, Müfide Kadri’ninburada öğretmenlik yaptığı bilmekteyiz.Hatta Müfide Kadri, öğrencileri içindoğadan topladığı çiçekleri ve kemanını bir araya getirdiği natürmortlar oluşturmuştur. Öğrencileri bunların etütlerini çalışmışlardır. Müfide Kadri öğrencilerini doğa karşısında çalışmaları için yüreklendirmiştir. Genç yaşta hayatını kaybedinceönce Madam Rafael sonrasında da Mihri Hanım resimderslerini vermeye başlar. Darülmuallimatlı öğrencilerin başvurusu ve Mihri Hanım’ın çabalarıylaİnas Sanayi-i Nefise Mektebi’nin önü de açılmış olur.

“Refet ve Şule de resim meselesinde bütün bütün boş değillerdi. Zira bunlara okulda karakalem ve suluboya resim gösteriyorlardı.” (Fatma Aliye, 2019: 93)
Şahap’ın evinde misafirlikleri sırasında ünlü ressamların tabloları hakkında konuşulur. Bunların kaç bin franka satıldığını öğrenen Refet çok şaşırır. Resim ve nakış arasındaki bu fiyat farkına anlam veremez. Resmin niye sanat, nakşın niye zanaat olduğunu sorgular.
“Bir kadının gayretli elinin ürünü olan işlemeli bir yorgan ve bohça yastık bu kadar emekle meydana geldiği haldeancak birkaç kuruş kazanabiliyor daresmedilen bir tablo şu kadar bin frank getiriyor.” (Fatma Aliye, 2019: 94)
Aynı düşüncelerin bir benzeri de Ahmet Midhat Efendi’nin Paris’te Bir Türk romanında geçer. Çiçekçinin sattığı çiçekler birkaç frank iken, çiçek resminin birkaç bin frank olmasına, üstelik ressamın bu yaratılan şeyi kopya ederek, yaratıcıyı taklit etmesine kızar.
Refet, doğada huzur bulur ve doğa görünümlerini resimler.
“Okulda yaptırılan resim karakalem ve suluboya desendi. Refet batan güneş ışınını ve bunun denize yansımasını, ayın doğuşunu öyle güzel bir biçimde resmediyor ve renkleri o kadar güzeluyduruyor, gölgeleri o kadar mükemmel veriyordu ki bundan kendisi de hoşlanıyordu. Zihnine yerleşen Fener’deki on dördüncü geceyi resmetmek arzusunda bulunuyordu.” (Fatma Aliye, 2019:107)

Mezun olduktan sonra, zengin amcaoğlu onunla evlenmek istese de Refet çıkara dayalı bu evlilik teklifini reddeder. Amcaoğlu, muhasebe işlerine bedava baktıracak, yemeğini pişirecek gönüllü birhizmetçi aramaktadır.
Fatma Aliye Hanım’ın Ahmet Midhat Efendi ile birlikte yazdığı Hayal ve Hakikat adlı romanda Fatma Aliye kendi adı yerine “Bir Hanım” mahlasını kullanmıştır.Ahmet Midhat, kendisini Fatma Aliye Hanım’ın manevi babası sayar. Onu edebiyat kamusuna tanıtan da yine kendisidir. Kocası yazdığı romanları yırtmış hatta bir dönem için onun roman okumasını bile yasaklamıştır. Kocasının tayininin çıkması ve Fatma Aliye’nin manevi babasından gördüğü destek, Fatma Aliye’nin işlerini biraz da olsa yoluna koymuştur.
Roman Vedat ve Vefa arasındaki ilişkinin mektuplarla anlatılmasıdır. Vedat okumayı seven, tipik bir Osmanlı kızıdır. Dış dünyası tanımaz. Dolayısıyla eve gelen ilk akranı erkekten, etkilenir ve çevresinin de desteğiyle onunla nişanlanır. Oysaki Vefa tıp tahsili görmek istemekte olup evlilik havasında değildir. Ancak iletişimsizlik öyle bir noktaya varır ki, Vedat yataklara düşer ve sonrasında ölür. Vefa ise tüm bu sürecin dışında kalarak kendisinin sorumlu tutulmaması gerektiğinin altını çizer.
Romanda erkek karakter akıl, rasyonalite, zihin; kadın ise doğa, duygu ile simgelenir. Bu simgelenme/ temsil edilme biçimi politiktir. Ataerkil bir yapının izlerini taşır. Her ne kadar bu roman Fatma Aliye ve Ahmet Midhat tarafından ortak yazılmış olsa da kadın karakterin histeriylesimgelenmesi ve Vefa adlı erkek tarafından bu duruma tanı konması, erkeğin kuşatıcılığını ifade eder niteliktedir.Toplumun iktidar sahipleri erkeklerdir. Dolayısıyla kararlar da onların çıkarlarını yansıtır. Kadın ölümlü bedenler doğurarak soyu sürdürürken erkeğin ötekisine dönüşür ve kadının bağımsızlığı inkar edilir.(Berktay, 2012: 26) Ataerkil ideolojide kadın doğa ve duygusallık; erkek ise akıl ve zihinle simgelenir.
Tanzimat döneminde resimde ve romanda cariyelik, odalık, kölelik konuları sanatçıların ele aldığı konulardır. Bu konuların ele alınması, sanatın hayatın izdüşümü olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Cariye olsun olmasın, Osmanlı toplumsal yapısında kadın ataerkil ideoloji tarafından konumlandırılır. Kendi kararlarını vermekten, kendi kazandığı parayla geçimini sağlamaktan yoksun kadın, erkeğin oyuncağı olmaktan kurtulamaz. Her zaman bir koruyucuya ihtiyaç duyar.

KAYNAKÇA

Ahmet Midhat Efendi, Felatun Bey ile Rakım Efendi, Bordo Siyah Yayınları, İstanbul, 2002.
Çakır, Serpil; Osmanlı Kadın Hareketi, Metis Yayınları, İstanbul, 2011.
Çolak, İnci Aydın; İmge ve İmaj- Türkiye’de Resim ve Edebiyatta Ortak Dil, Corpus Yayınları, İstanbul, 2019.
Eldem, Edhem; Osman Hamdi Bey Sözlüğü, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 2010.
Fatma Aliye, Ahmet Midhat; Hayal ve Hakikat, Everest Yayınları, İstanbul, 2015, s.40
Fatma Aliye Hanım, Udî, Der-saadet- İkdam Matbaası, İstanbul, 1315 (1899)
Fatma Aliye Hanım, Levâyih-i Hayat, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2020, s.7)
Fatma Aliye Hanım, Refet, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2019,s.60)
Fatmagül Berktay, Hayal ve Hakikat ya da Hayalin Hakikatine Bitmeyen Yolculuk, Hayal ve Hakikat, İstanbul Modern Yayınları, İstanbul, 2012.
Fatma Zerrin, Kadınlar Dünyası, 1329, no: 48, s.2-3(Aktaran: Serpil Çakır; Osmanlı Kadın Hareketi, Metis Yayınları, İstanbul, 2011.)
Muhlise Fuad, Kadınlar Dünyası, 1329, no:117(Aktaran: Serpil Çakır; Osmanlı Kadın Hareketi, Metis Yayınları, İstanbul, 2011.)
Nabizade Nazım; Zehra, Bordo Siyah Yayınları, İstanbul, 2003.
Nedime İhsan, Kadınlar Dünyası, 15 Nisan 1329, No: 12, s.3-4. (Aktaran: Serpil Çakır; Osmanlı Kadın Hareketi, Metis Yayınları, İstanbul, 2011.)
Nilüfer Mazlum, Kadınlar Dünyası, 1329, no: 110(Aktaran: Serpil Çakır; Osmanlı Kadın Hareketi, Metis Yayınları, İstanbul, 2011.)
Samipaşazade Sezai, Sergüzeşt, Bordo Siyah Yayınları, İstanbul, 2003.
Şemsettin Sami, Taaşşuk-u Talat ve Fitnat, Bordo Siyah Yayınları, İstanbul, 2003.

İnci Aydın Çolak
diğer yazıları