yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

TARİH SİMÜLASYONU

AKP ve tarih dediğimizde uğraşmaya niyetlendiğimiz mesele, geçmişin yeniden üretimi meseledir. Gerçi ister politik ister akademik olsun, tarihle ilgilenmenin başka bir biçimi, başka bir karakteri zaten yoktur, olamaz; tarihle ilgilenmenin, tarihi bir işin içine sokmanın bütün biçimleri geçmişin yeniden üretiminden başka bir şey değildir. Tarihin politikadaki kullanımı da, benzer biçimde, günün dünyasının politikanın ihtiyaçlarına göre anlaşılması ve mümkünse aynı ihtiyaçlara göre yeniden biçimlendirilmesine hizmet eder.

Tarih üzerine yorum, başka bir deyimle tarih denen malzeme üzerinde yürütülen işlem, üç türlü tartışmaya açılabilir. İlkin, ilgili yorumun ya da işlemin özelde tarih, genelde sosyal bilimler açısından önemi ve kıymeti, yani bilimselliği üzerine olabilir bu tartışma. İkincisi, ilgili yorum ya da işlemin ortaya koyduğu örnek üzerinden tarih bilimindeki farklı ekollerinin, akımların ve görüşlerin karşılaştırmalı ve eleştirel bir değerlendirmeye açıldığı bir tartışma olabilir. Ya da belki sadece konjonktürel, yani Türkiye toplumu ve AKP gibi aktüel sınırlar içinde kalan bir tartışma olabilir. AKP’nin tarihle ilgilenme sebepleri ve bu ilginin biçimleri üzerine bir tartışma, söz konusu sebeplerin ve biçimlerin her zerresinde apaçık görülen tarih anlayışı ve yorumundaki sığlık, bu anlayış ve yorumun bilimsel yoksunluğu ve entelektüel çapsızlığı, ya da en güzeli, Adorno’nun bir tabiriyle, (AKP’nin bütün işleri gibi) “kuramsal olarak kavranamayacak kadar irrasyonel” oluşu sebebiyle, ancak üçüncü türden olabilir.

Üçüncü türden tartışmada söylenecek ilk şey, bilimsellik ölçütüyle tanımlanan ilk iki türü devre dışı bıraktığına göre, doğal olarak, AKP’nin tarih yorumunun bilim değil ideoloji olduğudur. O halde söyleyelim: AKP’nin tarih yorumu bilim değil ideolojidir.

İdeolojinin dili, tarihten geçmişimiz diye söz eder; ideolojinin alanına girildiğinde tarih, basitçe ve sadece geçmiştir. Geçmiş anlatısında tarih, belli bir hedef ve istikamette doğrusal bir ilerleyiş olarak keşfedilir, 1071’e yaslanan “Hedef 2071” gibi veya propaganda videolarında Fatih, Abdülhamit ve Erdoğan arasında kurulan analojik bağ gibi.

Yani tarihten bir geçmiş yaratılır. Bu işlemden sonra tarih, bugün’e dönüşmüş bir süreç olarak geçmiş’tir. Çünkü geçmiş, meşrulaştırır. Geçmiş, sefil görüntüler verebilecek bugüne şerefli bir arka plan sağlar. Bu yüzden, geçmiş olarak tarih, milliyetçi ve muhafazakâr ideolojilerin hammaddesidir; hem kendisi o hammaddeden türemiştir, hem de ihtiyaca göre o hammaddeden istediğini elde eder. Amaca uygun bir geçmiş yoksa da icat edilir. Ama bu, dediğimiz gibi, bilim filan değildir, çünkü nesnel ve somut olgulara yaslanmaz. Gerçi AKP’liler kendi tarih yorumlarının bilimsel saygınlığını tartışacak bir tevazu içinde değiller, ama hani olur da böyle bir tartışmaya girer de sıkışırlarsa, imdatlarına yetişebilecek, herhangi bir konuda nesnel gerçekliğe ulaşılabileceğini reddeden postmodernist bir bilim anlayışı var zaten; buna sığınarak bizim olgu dediğimiz şeye kurgu diyebilirler. Tarih biliminin büyük ve saygın ismi Eric Hobsbawm (ki bu ay ölümünün altıncı yılı oluyor, huzurla yatsın), “Olan şeylerle olmayan şeyler arasındaki ayrım olmadan tarihin de olamayacağına inananlardanım” der. Bir şey ya olmuştur ya da olmamıştır. Tarih biliminin ilk ve temel ilkesi budur. Roma, Pön savaşlarında Kartaca’yı yenilgiye uğratmış ve yok etmiştir, bunun tersi olmamıştır. Olguları kendimiz icat edemeyiz. Ama maalesef bunu yapıyoruz. Üstelik bunu yapanların hepsi eğitimli insanlar; üniversite hocaları, gazeteciler, uzmanlar, danışmanlar, televizyon programcıları… Yazık ki bunların çoğu üniversite bitirmiştir, yani eğitim hayatları boyunca olguya hakkını vermeyi öğrenmişlerdir, muhtemelen.

AKP’nin tarih diye ortaya koyduğu şey, nesnel ve somut olgulara yaslanmadığı için, bir tarih simülasyonudur. Zira geçmiş, gerçekte asla geri getirilemez; Selçuklu ve Osmanlı’daki devlet, eski hukuk, eski ahlâk, Asr-ı Saadet’teki din, bugün asla tekrar edilemez, zaten AKP’nin niyeti de bu değil. AKP’ninki bir restorasyon çağrısı değil. Restorasyon girişimlerinin, harap haldeki birkaç tarihi yapının restore edilmesi gibi küçük çaplı olanlar dışında, başarılı olamayacağını kendileri de biliyor. Eskiyi ihya edecek yapısal bir dönüşümden ziyade inşa edilmiş yeni yapıya –yani, konjonktürel olarak dünyayla uyumlu haldeki muhafazakâr liberalizmlerine, politik/ekonomik tutuculuklarına– ideolojik bir savunma arayışında onlar. Amaçlarını tarihsel bir çerçevede tanımlamakta ısrar eden bütün modern milliyetçi hareketler gibi AKP için de geçmişin, gerçek ve somut bir restorasyon maksatlı değil, retorik amaçlı kullanımı söz konusudur. Bu yüzden, AKP’nin tarih simülasyonu, daha ziyade, ideolojinin alanı olan üstyapıda ve simgesel düzeyde seyretmektedir.

Türkiye’de son on yıldaki tarihi film (ya da dönem filmi) üretimi, bunu gözlemlemeye uygun tipik bir vakadır. Hızlıca bir liste vermek gerekirse, bu dönem için şu filmleri sayabiliriz:

  • “120” (Özhan Eren, 2008)
  • “Sultanın Sırrı” (Hakan Şahin, 2010)
  • “Hür Adam: Bediüzzaman Said Nursi” (Mehmet Tanrısever, 2011)
  • “Fetih 1453” (Faruk Aksoy, 2012)
  • “Eve Dönüş: Sarıkamış 1915” (Alphan Eşeli, 2013)
  • “Mahmut ile Meryem” (Mehmet Ada Öztekin, 2013)
  • “Yunus Emre: Aşkın Sesi” (Kürşat Kızbaz, 2014)
  • “Birleşen Gönüller” (Hasan Kıraç, 2014)
  • “Son Mektup” (Özhan Eren, 2015)
  • “Kıtlık” (Ömer Sarıkaya, 2016)
  • “Somuncu Baba” (Kürşat Kızbaz, 2016)
  • “Direniş Karatay” (Selahattin Sancaklı, 2018)

Son yılların Türk sinemasındaki bu tarihi film bolluğu kendi açıklayıcı evrenini, AKP iktidarının kendini sağlamlaştırma sürecinde buluyor. AKP kendi iktidarını sağlamlaştırma yolunda Cumhuriyet’in laik modernizmi ile baş etmek durumundaydı. Bunu becerebildiği oranda ideolojisini toplum içinde yayabilme imkânı buluyordu.  O sebeple, tarihe AKP’ce bir yorum getiren bu filmleri, iktidarıyla endişe yaymaya başladığı 2000’li yılların başından itibaren bolca üretilmiş, Cumhuriyet’in resmi yorumuna göre çekilmiş Çanakkale ve Atatürk filmleriyle birlikte düşünmek anlamlıdır. Yine hızlıca bir liste vermek gerekirse:

  • “Çanakkale Son Kale” (Ahmet Okur, 2004)
  • “Kınalı Kuzular: Bedeli Çanakkale’de Ödendi” (Tunç Davut, 2006)
  • “Mustafa” (Can Dündar, 2008)
  • “Dersimiz Atatürk” (Hamdi Alkan, 2010)
  • “Veda” (Zülfü Livaneli, 2010)
  • “Çanakkale 1915” (Yeşim Sezgin, 2012)
  • “Çanakkale Çocukları” (Sinan Çetin, 2012)
  • “Çanakkale: Yolun Sonu” (Kemal Uzun, 2013)

Çanakkale ve Atatürk filmlerinde işlenen temel düşünceler, tam da (tedirgin modernlerin sosyolojik tekabülü olan) laik orta sınıfın içinde bulunduğu sancılı durumun yansımalarıydı. Memleketin hâl ve gidişi, Ergenekon ve Balyoz davalarının da etkisiyle militarizme kaymış bir sinema örneği koymuştu ortaya.[1] Hiç şüphesiz ki, bir liberal gazeteciyi, bir televizyon komedyenini ve eski bir sosyalisti Atatürk filmi çekme iştahında buluşturun şey, ülkenin politik ortamıydı. Hatırlayalım ki, yedi yıldır ülkede iktidar olan İslamcı Adalet ve Kalkınma Partisi hakkında “laikliğe aykırı fiillerin odağı haline geldiği” gerekçesiyle Yargıtay tarafından 2008’de kapatma davası açılmış, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan başta olmak üzere, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül dâhil 71 kişinin 5 yıl süre ile siyasetten uzaklaştırılması istenmişti.[2] Yani askeri ve sivil bürokrasiyi henüz tamamıyla alt edememiş, henüz tamamıyla devlet olamamış AKP ve ideolojisi sorgulanabilir durumdaydı ve bunun kültürel alanda rantı da mevcuttu. “Dersimiz Atatürk” filminin de senaryosunu yazmış olan Turgut Özakman’ın laikler ve ulusalcılar tarafından çılgınca okunan “Şu Çılgın Türkler” romanının,  bir iki yıl sonra hükümete darbe hazırlığını planladığı iddiasıyla “Terör Örgütü Lideri” olarak tutuklanacak olan Genelkurmay Başkanı’nın talimatıyla askeri okullarda okutulduğu yıllardı o yıllar. Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında dinci bir ayaklanmada kafası kesilerek öldürülmüş ve bu nedenle Türkiyeli laikler için “Hepimiz Kubilayız!” sloganında hayat bulmuş bir idol olan genç subayın filmi (“Kubilay”, Ahmet Akıncı, 2010) bu nedenle yapılabiliyordu.  Fakat AKP iktidarı 12 Haziran 2011 genel seçiminden, yüzde 49.9 oy oranıyla, güçlenerek çıkınca, artık, böyle filmler yerine, ortalıkta “Hür Adam: Bediüzzaman Said Nursi” ve “Fetih 1453” gibi filmler görünmeye başladı. Kendinden ve iktidarından emin İslamcı muhafazakârlığın kültürel alana ideolojik müdahaleleriydi bunlar.[3]

Fakat şunu da belirtmeden geçmemek gerekir: Tarihe sinemasal bakışta AKP, hasım bellediği Cumhuriyetçi asker sivil laik bürokrasi ile aslında aynı noktada buluşmuştur. Şöyle ki… Gerek AKP’nin ilgi duyduğu Kayı Boyu [4] ve Osmanlı dönem filmleri, gerekse Çanakkale ve Atatürk filmleri, şüphesiz basitçe birer “tarihsel fantezi” değillerdi. Resmi ve popüler milliyetçiliğin her daim aktif olduğu Türkiye’de dönem filmleri hiçbir zaman “tarihsel fantezi” hafifliğinde olmadı, daima bunun ötesinde bir şeyleri temsil etti. Türk sinemasında tarihi filmler, resmi tarihin sinemasıdır. Türk sinemasının tarih yorumu, Türk sinemacılarının özgün bakışı, özgün yorumu değil, Türk milliyetçiliğinin resmi görüşüdür. Türk sineması, geçmişi ve tarihi sadece Türklerin ardı ardına zaferleriyle birbirine eklenen bir kahramanlıklar dizgesi olarak yorumlamıştır. Bir ulusun inşasına hizmet etmiş olan Yeşilçam’ın tarih filmlerinde, şanlı geçmiş, mazlum halk teması içinde savaşlar ve askeri kahramanlıklar anlatılmıştır. Savaşçı ve asker kahraman, Türk ulusunun beyazperdedeki sembolü olmuştur. AKP ile laik ulusalcıları tarih yorumunda buluşturan nokta budur.

Tarihin kültür aracılığıyla bu ideolojik kullanımı, günümüz kitle toplumu yaşantısına ve o yaşantının ürünü olarak kitle kültürüne ait bir olgudur. Dolayısıyla, bütün kültürel olguların incelenmesinde olduğu gibi, burada da tarihi filmler, kitle toplumunun genel özellikleri içerisine yerleştirilerek, iktisat gibi, sosyoloji gibi toplumsal hayatın diğer bütün alanlarıyla ilişkisi içinde değerlendirilmelidir.  Bu filmlerde geçmiş olarak tarih, bugünün kitle toplumu insanının yaşadığı gerçeklikle ilişki kurma biçimine, inançlarına, korkularına, içinde bulunduğu hayatla ilgili basmakalıp düşünceleri ve önyargılarına göre tasvir edilmiştir. Geçmiş diye izlediği şimdidir, böyle algılaması istenmektedir. Böylelikle hayatın hep aynı olduğuna, tarihin değişmez bir durağanlık olduğuna ve dolayısıyla geleceğin de farklı olmayacağına inanması kolaylaştırılmış olur. Alparslan-Fatih-Abdülhamit-Erdoğan çizgisi, 1071-2071 hattı, makul bir anlatı olma imkânını böyle elde eder.

Sıradan insanın yaşadığı dünya hakkında kendi yaşam deneyimleri ile bilgi edinme, bellek oluşturma ve giderek bir tarih bilincine erişmekten yoksun kılındığı hayat, o insana kendisine anlatılan tarihe inanmanın, simülasyonu hakikat diye kabullenmesinin koşulunu da hazırlıyor. Fakat şimdideki bu hâl, tarihte hiçbir iktidara vermediği gibi, AKP iktidarına da ebedi bir garanti vermiyor. Tarih biliminin yirminci yüzyıldaki değerli ismi, kavram-tarih ekolünün mimarı Reinhart Koselleck, mühim bir şeye dikkat çekiyor: “Kısa vadede tarih galip gelenler tarafından yazılabilir” diyor; “Ama uzun vadede tarihsel kavrayıştaki kazanımlar hep yenilenlerden gelmiştir.” Çünkü galipler, dönemsel zaferi sonsuz bir teleoloji olarak görme sarhoşluğuna kapılabilmekteler. Kaybedenler için bu geçerli değildir. Onlar niçin böyle olduğunu anlamaya ve açıklamaya ihtiyaç duyarlar. Bu durum, kaybedenler arasında tarih hakkında gerçekçi ve güçlü kavrayışlar yaratır. Türkiye’de de bugün tarih üzerine düşünenler içinde yenilgiye uğramışların sayısı, şüphesiz, daha fazla. Geleceğe dönük daha gerçekçi ve daha güçlü kavrayışlar ortaya koymaları da her zaman mümkün. Ve şüphesiz, gelecek uzun sürer.

Şimdiki zamanın hâkimleri -hem geçmiş hem de gelecek anlamında- tarih üzerinde bir otorite kurmak ister, onu kurgular.

Otorite “Hedef 2071” diyor.

Tarih, farklı bir kurgu üzerinde çalışıyor olabilir.


DİPNOTLAR

[1] Gerçi Türk sineması daima ordusunu seven bir sinema olmuştur. Sinema tarihimize 27 Mayıs darbesinin “savunusu” olarak geçmiş olan “Şafak Bekçileri” (Halit Refiğ,1963) bu hususta çok tipik bir filmdir mesela. Zira film, darbenin hedefindeki Demokrat Parti’nin sosyolojik tabanı olan bir toprak ağasının kızına duyduğu aşk ile mesleği arasında kalmış bir pilot üsteğmenin hikâyesi etrafında Türk Hava Kuvvetleri’ni anlatmaktadır ve Eskişehir’deki I. Hava Kuvvetleri Üssü’nde çekilmiş, ordu mensuplarından da oyuncu olarak yararlanmıştır.

[2] Dava dosyası Anayasa Mahkemesi’ne 14 Mart 2008’de sunulmuş olup, Anayasa Mahkemesi iddianameyi 31 Mart 2008 günü kabul etmiştir. 30 Temmuz 2008 tarihinde kamuoyuna yapılan açıklamada, partinin temelli kapatılmaması, fakat hazine yardımının belirli bir oranda kesilmesi kararına varılmıştır. 6 üye kapatılması, 5 üye kapatılmaması yönünde oy kullanmışken, hazine yardımının kesilmesi hakkındaki oylamada 11 üyenin 10’u kesilmesi yönünde oy kullanmıştır.

[3] Nitekim Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Mustafa İsen’in “Muhafazakâr kesimin nasıl bir demokrasi anlayışı varsa muhafazakâr estetik ve muhafazakâr sanat normlarını ve yapısını oluşturmak gibi bir yükümlülük içindeyiz” çağrısıyla, o kesimin best-seller yazarı İskender Pala tarafından “Muhafazakâr Sanat Manifestosu” bile yazılmıştı. (Nisan 2012)

[4] Kayı Boyu sevgisi tuhaf biçimlere de bürünebiliyor. Geçen ay, eski Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın oğlu, Fatih Sultan Mehmet’in hayatını kaybettiği Gebze Hünkâr Çayırı’nda düzenlenen ‘Kayı düğünü’ ile evlendi. Düğüne Cumhurbaşkanı Erdoğan da katılacaktı ama son anda programını iptal ettiği duyuruldu. Davetiyede, düğünün çadırlarla oba görüntüsü verilen alanda yapılacağı, at binilip ok atılacağı belirtilerek, davete isteyen konukların “dönem kıyafeti” ile katılabileceği not düşülmüş.

diğer yazıları