Pek çok kişinin, küçük balıkçı teknelerinin pat pat sesli motorlarından tanıdığı Pancar Motor, Türkiye’nin ilk “milli motoru”nu üretmek üzere kurulmuş bir şirket olmasının yanı sıra siyaset ve tarikat ilişkisinin zuhur ettiği tuhaf mecralardan da biriydi… Bu konudaki tevatürlerden bir arka plan derlemeye çalışalım önce.
Sene 1956. Demokrat Parti iktidarının hâlâ özgüvenli olduğu yıllar. İTÜ mezunu genç mühendis Necmettin Erbakan, doçentlik sınavını geçmiş, Almanya’daki stajını tamamlamış, nihayet askerliğini yapmış. Dönemin devlet bürokrasisi için de geçer akçe olan “dindar muhafazakâr” kimliğe sahip Erbakan, İstanbul’da Gümüşhanevi Tekkesi’nin sohbetlerine, toplantılarına katılıyor. Tevatüre göre bu sohbetlerden birinde, tekkenin şeyhi Mehmet Zait Kotku, cemaate diyor ki; “Evde elime toplu iğne kutusu aldım, baktım yabancı malı… Daha bir iğne yapamayacak mıyız?” (Bir başka rivayete göreyse müritlerin tekkeye gelip dışarıya park ettiği otomobilleri işaret ederek söylüyor bunu: “Neden batının arabasına muhtaç olalım? Biz yerli bir araba yapamaz mıyız?”) Cemaat içinde yer alan Erbakan bu mesajı en etkin şekilde alanlardan biriydi. Aynı yıl, Erbakan öncülüğünde “Gümüş Motor” adıyla bir şirket kuruldu. Türkiye’nin ilk yerli motor ve otomobilini üretmek ‘hayaliyle’ kurulan şirket, adını da Gümüşhanevi tekkesinden alıyordu. Ürettiği dizel motorlar, özellikle tarım sulamasında kullanıldı ve özellikle 60’larda artan pancar üretimi nedeniyle daha çok pancar tarlaları sulandığından bir süre sonra adı ‘pancar motor’a döndü. Halkın taktığı bu isim o kadar benimsendi ki sonradan şirket de adını bu şekilde değiştirdi. Ama daha büyük dönüşüm, şirkette değil onun ilk yönetim kurulu başkanında gerçekleşecekti. Genç mühendis Erbakan, DP iktidarının darbeyle devrilmesinden sonra da kariyerini sürdürdü, hatta 1966 başından itibaren TOBB yöneticileri arasına girdi. Burada İstanbul sermayesiyle ve Demirel etrafındaki kesimlerle pürüzler yaşayan Erbakan, Milli Nizam Partisi’nden Refah’a gelen uzun yola da bir bakıma böyle çıkmış oldu. AKP ve bugünkü siyasal rejimin fikriyatı ve kadroları da bu yoldan türedi.
Yıllar içinde değişen, sadece Erbakan’ın kariyeri değildi tabii… Kapısına 1950’lerde bile otomobillerle gidilen Mehmet Zait Kotku da, daha sonra İskender Paşa dergâhına dönüşecek büyük cemaatin lideri oldu. 1980 sonundaki cenazesi, dönemin askeri cuntasının özel izni ile Süleymaniye Camii’nde Nakşi şeyhlerin gömüldüğü türbeye gömüldü. Erbakan gibi Özal da bu bağlantılarla siyasette yükseldi. İskender Paşa cemaati, 2002’den beri Erdoğan iktidarını da destekledi. Türkiye’de sağ-muhafazakâr siyasal hattın bir toplum ve oy tabanı olarak tarikatlar, 1980’lerden itibaren artan bir etkiyle politik yaşama da gündelik yaşama da nüfuz ettiler. Bu onları çeşitlendirdi, ikbal ve imtiyaz arayışlarının merkezlerinden biri haline getirdi. Sınıfsal ve mesleki örgütlerinden koparılmış kalabalıklar için yanıltıcı ve istismarla dolu ‘dayanışma’ ağları gibi gösterildiler ve cazip hale getirildiler.
İNŞAAT, İHALE, ÖZEL OKUL VE HASTANE…
Pancar Motor, 2012 yılında iflas etti. DP’nin gösterişli yıllarında bir şeyhin sitemi üzerine kurulan ‘milli sanayi’ fabrikası, AKP’nin gösterişli yıllarında son nefesini veriyordu. İnşaat temelli ‘kalkınma’ karşısında ‘milli sanayi’, seçim afişlerine iliştirilen bir sahte broş gibiydi nitekim. Zaten tarikatlar da onlarla iç içe geçmiş siyasal kadrolar da dönemlerin ihtiyaçları kapsamında mütemadiyen değişmişti. Bugün Türkiye’de, inşaat ve ihale faaliyetlerinin yanında, özelleştirilmiş sağlık ve eğitim alanlarındaki ‘yatırımları’ ile boy gösteren bazı tarikatlar aynı zamanda büyük kapitalist örgütlenmelere de dönüşmüş durumda. Eğitim politikası uzmanı Prof. Dr. Esergül Balcı’nın 2018’de hazırladığı rapora[1] göre, Türkiye’deki 10 binden fazla özel okulun yaklaşık üçte biri tarikatlarla ilişkili. Türkiye’yi 40 yıldır esir alan neoliberal politikaların birer ‘sektör’ haline getirdiği eğitim ve sağlık, 80’lerden başlayarak, ama özellikle de AKP döneminde bu dini yapılar tarafından sağlanan ‘insan kaynakları’ ile kuşatılmış durumda. İnşaat, eğitim ve sağlık başta olmak üzere çeşitli sektörlerde para; yargı ve güvenlik bürokrasisinde türlü kamu görevlerinde imtiyaz ve nüfuz elde ederek büyüyorlar. Bunu, hem devletin hem de gündelik yaşamın neoliberal dönüşümüne uyum sağlama yeteneklerine borçlular. Tarikat ve cemaatlerin kurdukları yapılar, esnek ve güvencesiz çalışmaya, düşük ücretlere, sendikasızlığa son derece uygun sosyal ortamlar türetti. Dinin bir ilişki sermayesi olarak kullanılmasıyla emeğin baskılanması, beraber serpilip gelişen iki kol olarak sardılar toplumu.
* * *
Sakarya’da Uşşaki tarikatının şeyhi olma iddiasıyla mürit toplayan Fatih Nurullah müstear isimli Eyüp Fatih Şağban’ın, 11 yaşındaki bir çocuğu istismar etmesiyle ortaya çıkan tablo, bu dinsel ilişki ağlarının ülkedeki emek rejimi ve sömürüsüyle ne kadar örtüştüğünü gösteren bir model gibi görülebilir. Uşşaki şeyhi Şağban’ın, 2019 yerel seçiminden sonra AKP’ye yönelik eleştiriler getirdiği, özellikle Pelikancıları isim vererek hedef aldığı, bu yüzden istismar sürecinde iktidarın kendisine sahip çıkmadığı yönündeki değerlendirmeler tamamen yabana atılmamalı; AKP koalisyonunun içindeki çıkar çatışmaları ve artan sürtünmeyi göstermesi açısından da ilginç. Ancak bu ‘iç çatışmalar’ belki başka bir yazının konusu ve kocaman bir diğer gerçeklikle çelişmiyor: Türkiye neoliberal kapitalizminin ihtiyaçlarıyla tarikat yapılarının ne kadar uyumlu olduğu gerçeği… İstismar suçunun etrafındaki olaylar ve ilişkiler ağı bu gerçeği çarpıcı şekilde teyit ediyor.
‘BANA IBAN GÖNDER!’
Sakarya’daki tarikat evinde istismara uğrayan çocuğun babası ile istismarcı şeyh arasında geçen telefon konuşması kayıtlarından, babanın 21 yıldır, yani 1999’dan beri söz konusu tarikata ve şeyhe mürit olduğunu öğreniyoruz. Sadece vicdan ve inanç manipülasyonuyla değil, açık emek sömürüsüyle de geçmiş bu 21 yılın kara hayaletleri, küçük bir çocuğun istismarı üzerine yapılan telefon konuşmasındaki bütün detaylardan fışkırıyor. Tüm A. ailesinin, söz konusu tarikat yönetimi ve nüfuzluları tarafından yıllardır, üstelik hor görülerek işe koşulduğu, kendilerine hizmet ettirildiği anlaşılıyor. Adanmış bir mürit olan baba A. bile, kriz anında, şeyhin dillere destan zenginliğini, kendi babasının yoksulluğuyla kıyaslayarak yüzüne vuruyor. Farkında olduğu ve muhtemelen “Allah rızası” klişesiyle görmezden gelmesi sağlanan emek sömürüsü; ‘şeyh’in pis eli çocuğunun bedenine uzanınca duyduğu öfkeyle bilince çıkıyor. Zaten istismar suçu gerçekleştiği sırada, kendisi tesisatçı, karısı aşçı ve 11 yaşındaki kızı hizmetçi olarak, tarikatın ve şeyhin karargâhında çalışıyor. Emekleri ücretlendirilmiyor, bir niyaz ve lütuf ilişkisi halinde sadakalandırılıyor. ‘Tasavvuf ehli’ postuna bürünmüş istismarcı, nefs, imtihan gibi İslami terminoloji kavramlarının yanında “check etmek”, “bana IBAN gönder” gibi güncel tabirlerle süslüyor konuşmasını. “Bana IBAN at”, diyor, “sana bir şeyler göndereyim…” Katliamdan sonra Roboski köylülerine, Somalı ailelere teklif edilen kan parası gibi, bir ‘tazminat’, bir diyet öneriyor: “İstismara karşı IBAN”, devletin ve kapitalistlerin suçlarının parayla tazmin edilmek istenmesi gibi bir ‘içtihat’tan güç alıyor.
Siyasal İslamcılık, Türkiye’nin 40 yıllık neoliberal dönüşümüne uyum sağlamakla kalmayıp ona rengini ve ‘toplumsal meşruiyeti’ni sağlamışsa, tabandaki bu ilişki ağları, bu arsız hiyerarşiler, bu uhrevi soygunlar sayesinde başardı bunu. Tabandaki ilişki ağları da ‘günümüz’ün tarikatları tarafından sağlanıyor.
[1] Balcı, E. (2017). Eğitim’de Tarikat ve Medrese Gerçeği: 1 Milyon Öğrenci Tarikatların Elinde. https://yadi.sk/i/bEVcDjdTbSCBzg.