Bir önceki yazıda atıflar üzerinden giderek çağdaş öykümüzün konu bakımından geçmişle yüzleşmeyi, yaşanan siyasal ve dolayısıyla toplumsal olaylarla hesaplaşmayı, özür dilemeyi ve affetmeyi kendine dert edinip edinmediği hususunda kafa yormuştuk. Oradan devam edelim:
Batı dillerinde öykü ile tarih ya aynı kelimeyle (historia, histoire, storia) ya da aynı kökenden gelen iki kelimeyle (history, story) ifade edilmektedir ki yazılan her öykü resmi ya da gayriresmi bir tarih aralığına işaret eder. Başka bir deyişle öykü, kurgusal anın alternatif tarihlerinden biridir. Bu, öykünün bir dönemde geçmesi veyahut o dönemi anlatması ile olabilir. Öykünün bir dönemde geçmesi, kahramanın detayları okura verilen günlük yaşam pratiğinden hareketle öykünün geçtiği zamanı anlayabiliyor olmamızdır. Bu durumun, kahramanın içtiği sigaradan, giydiklerinden, konuşmasından, okuduklarından, hatta belki hiçbirine gerek duymadan yalnızca ruh halinden bile anlaşılabiliyor olmasıdır. Öykünün bir dönemi anlatması ise toplumsal bellek açısından hatırlanması, yüzleşilmesi, hesaplaşılması gereken siyasal ve dolayısıyla toplumsal olayların öykünün kahramanlarından biri haline gelmesidir [Ki bunda da her daim, yazarın çok önemli meselelerle yüzleştiği, bu bakımdan büyük bir cesaret gösterdiği gerekçesine sığınarak eserini diğer edebi unsurlardan bakımından sorgulanamaz/eleştirilemez kılma tehlikesi vardır].
Bu ayrım bakımından bana öyle geliyor ki yerli öykümüz ülkesinin herhangi bir dönemini anlatmaktan çok yazarlarının seçtiği dönemlerde geçiyor gibi. Bunun daha aşağı bir edebiyat olduğu yönünde bir görüşüm olduğu sanılmasın ancak yerli edebiyatımızda ikincisine de çokça ihtiyacımız olduğunu düşünmekteyim. Zira yazarın amacının itibar, para, aynı jürilerden farklı ödüller kazanmak olmadığını varsaydığımızda geriye kişisel eğlence ya da toplumsal saik dışında pek bir seçenek kalmıyor.
“Yaşlandıkça,” diyor Márquez, kurgunun her daim hatırlamanın yanında yer aldığının altını çizerek, “tarihin, herhangi birinden daha fazla hayal gücüne sahip olduğunu fark ettim”. Toplumsal bir olayı edebiyat ile hatırlamak onunla hesaplaşmaktır da aynı zamanda. Edebiyatta yüzleşme, bir hüzünlenmedir çünkü okura “bak, bunları yaşadık” demektir. Ama aynı zamanda da tıpkı ölümcül kazadan kalma bir yara izi gibi bir sevinmedir: Okura “tüm bunlar yaşanmış olsa da bir şekilde kurtulduk ve buradayız” demektir. Ve her durumda bir hatırlamadır çünkü Nabokov’dan ödünç alırsak, hayal gücü hafızanın formlarından biridir.
Eksikliğini hissettiğim bu durum, ülkeye yabancılaşmaktan; ülkenin, içinde yaşayan bir kesim için terra incognitaya dönüşmesinden; ya da bunların tam tersine Tanpınarca söylersek ülkenin kendisinden başka hiçbir şeyle uğraşmamıza mahal vermemesinden kaynaklanıyor olabilir.
Ancak edebiyat tarihinin gösterdiği bir şey var: dille arasında olan “kuvvetli bağ”dan olsa gerek, sıkı yazarlar, adına geçmiş denilen o ortak ülkeden, o ülkeyi sorgulamaktan bir türlü kopamıyor. İyi ki de kopamıyor. Çok uzaklardan dahi olsa hep oraya, o coğrafyaya dönüyor ama hiçbir zaman tamamen dönmeyi de başaramıyor. Tıpkı Bob Dylan şarkısındaki gibi, you can always come back but you can’t come back all the way.
Ana fikrini buradan alan, kısaca değinme fırsatı bulduğumuz konular üzerinde daha fazla düşünülmesine aracılık etmesini ve yine aynı noktalar hakkında günümüz öykücülerinin ne düşündüğü konusunda genel bir kanı oluşturmasını amaçladığımız bir soruşturmaydı bu. Soruşturmaya dahil olan tüm isimlere düşüncelerini bizlerle paylaştıkları için teşekkür ediyor, isimlerin seçimi noktasında onların verdikleri cevaplar haricinde bir gerekçelendirmeye ya da temellendirmeye ihtiyacımız olmadığını düşünüyorum.
Soruşturmamızın bu sayıdaki cevaplarla birlikte sona erdiğinin haberini vererek, mevzu üzerinde düşünmeyi sürdürme niyetiyle…
- Öykülerinizin -var ise elbette- ana meselesi nedir?
- Cortazár’ın bilindik sözüdür: “Roman puanla kazanır ama öykünün tek şansı nakavt etmektir.” Buna karşılık, “Öykü,” der Carver, “bir şeyleri açığa vurmalı, ama her şeyi değil”. Kurgu öykünüzün neresinde yer alıyor?
- Toplumu içeren ya da ona ilişkin herhangi bir alanda hâkim olan vasatlık, sanatsal üretim alanlarına ne şekilde sirayet eder, çağdaş öykümüz ölçeğinde değerlendirir misiniz?