MÜJGAN ÖZÇAY
1941… Duisburg Operası… Carmen temsili… Yaşam normal akıyor-muş gibi yapan izleyiciler korkularını kürklerine saklamış, Bizet’in coşkulu müziğiyle sahnede harikalar yaratan İspanyol güzeline kapılmışlar; alkışlar, bravolar gırla…
Son perde…
Escamillo’ya gitmek isteyen Carmen’le onu durdurmak isteyen Don Jose, kadının ölümüyle son bulacak gergin düeti seslendiriyorlar…
Ve aniden sirenler… Bombardıman uyarısı…
Sahne duruyor, müzik susuyor, yaşamın trajedisi sahnedekini bastırıyor.
Sahne üstündekiler, sahne gerisi ekibi, sahne çukurundaki orkestra ve izleyiciler heyecanlı, korku dolu ama alışkın tavırlarla sığınağa yollanıyor. Sığınakta gergin bekleyiş süresince sanatçılarla izleyiciler diz dize oturmuş laflıyor. Alarm her zamankinden uzun sürüyor; temsili sonlandırma kararı alınıyor.
Böylece Carmen rolündeki Türk mezzo soprano Saadet İkesus, ölmeyen tek Carmen olarak opera tarihine geçiyor.
O yıllarda henüz 24 yaşında olan Saadet İkesus, zamanla kişiliği, değerleri ve mesleki kimliğiyle kalkınma çabaları içinde devinen ülkenin aydınlığa bakan, dokunduklarını da o aydınlığa çeken güçlü kadınlardan biri olur; ülkenin sanat tarihindeki yerini alır.
1916’da İstanbul Üsküdar’da oturan varlıklı ve eğitimli bir ailenin üç çocuğunun en küçüğü olarak başlayan yaşam öyküsünde çocukluğu İstanbul’da gençliği ise Ankara’da geçer. Liseden sonra girdiği veterinerlik fakültesinde çok ileri yıllarda üçüncü eşi olacak ve o yıla kadar da büyük bir aşk ve inatla Saadet’i bekleyecek Erdoğan Altan’la tanışır. Ama Ankara’da yeni kurulan konservatuara kabul edildiğini öğrendiğinde gözü veterinerliği görmez, okulu bırakır. Devleto yıllarda her alandan pek çok öğrenciyi, döndükten sonra orada almış oldukları eğitimle genç Türkiye Cumhuriyeti’nin kalkınmasına yardım etmeleri amacıyla Avrupa’ya göndermektedir.
Saadet, bu yatırım planı dahilinde, 1935 yılında, Türkiye Cumhuriyeti’nin bursuyla müzik eğitimi için Berlin’e gittiğinde on dokuz yaşındadır.
NAZİ ALMANYASI’NDA ARİ OLMAK YA DA OLMAMAK
Berlin Konservatuarı’nda şan ve sahne dersleri alır; daha öğrencilik yıllarında Almanya’da ünlü olur. Düzenli radyo programları yapar; bir Türk opera yıldızı olarak Nazi Almanya’sındasahnede parlamaya başlar.1940’da Berlin Konservatuarı’ndan mezun olduktan sonra da,Duisburg, Düsseldorf, Regensburg ve Essen operalarında “Rigoletto”, “Hansel ve Gretel”, “Carmen”, “Windsor’un Şen Kadınları”, “Don Carlos”, “Cosi fan Tutte”, “Walküre”, “Macbeth”, “Tiefland” ve “Çingene Baron”‘da başroller oynar.
Almanya’daki Türkler, Birinci Dünya Savaşı’ndaki müttefiklik nedeniyle ilk zamanlar çok itibarlıdır. Kazançları yüksek, girdikleri ortamlar seçkindir. Saadet o toplantılarda Dışişleri Bakanı JoachimvonRibbentrop gibi üst düzey Nazilerle karşılaşır.
Çok geçmeden Nazi Almanya’sının karanlık taraflarına tanık olur. 1938’deki Pogrom yani katliam gecesini yaşar. Ev sahibi başta olmak üzere Yahudi tanıdıklarına yardım eder. Hocaları da onu kollar, gözetir.
Orkestra şefliği sınıfından HelmutHenze’yi sever ancak Arilik belgesi alamadığı için evlenmelerine izin verilmez. Alman basın kendisini “Alman operasının yıldızı” diye tanıtmaya başlayınca da Türk hükümeti rahatsız olur, 1941’de Saadet’i Ankara’ya çağırır.
Türkiye’ye döndükten sonra bir yandan Ankara Operası’nda sahneye çıkarken diğer yandan adını ülkenin sanat tarihine yazdıracak çalışmalara başlar.
TÜRKİYE’NİN İLK KADIN OPERA YÖNETMENİ
Saadet İkesus, ülkeye en büyük katkıyı alanında ilkleri gerçekleştirerek yaptı.
Ankara Konservatuvarı’nda ilk şan pedagogu olarak sayısız şarkıcı yetiştirdi. Suna Korad, Sevda Aydan, Özcan Sevgen, Müveddet-Altan Günbay, Mustafa İktu, Ayşe İktu, Mesut İktu, Mete Uğur, Atilla Manizade, Yalçın-Keriman Davran, Nejat Boren, Cemaliye Kıyıcı, Pekin Kırgız bunlardan sadece bir kaçı… Opera dünyasında onun gibi “Hocaların Hocası” lakabını hak eden ikinci bir kişi olmadı.
Anadolu’nun pek çok kentinde ilk çok sesli müzik konserleri gerçekleştirdi. Şan tekniğiyle şarkı-türkü söyleme kültürünü Anadolu’ya taşıdı.
Ankara Radyosu’nda uzun yıllar boyu hazırlayıp sunduğu “Opera Saati” isimli program çok sesli müzik öğretisi niteliğini kazandı.
Radyonun Türk Sanat ve Türk Halk Müziği sanatçılarına ilk kez ses eğitimi verilmesi düşünüldüğünde bu görev Saadet İkesus’a düştü. Bu alanın ilk şan pedagogu olarakMuazzez Abacı, Emel Sayın gibi ünlü isimlerin de içinde olduğu sayısız radyo icracısını eğitti.
Ses Sağlığı ve Korunması adıyla konusunda ilk olma niteliği taşıyan kitabı yazdı. Bu konuda yazılmış birkaç yerli kitabın arasında hâlâ çok önemli bir yeri var.
Muhsin Ertuğrul’un teşvikiyle Mozart’ın “Cosi fan tutte” operasını sahneye koyarak, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk kadın rejisörü olma ünvanını kazandı. Bunu “Hansel ve Gretel”, “Palyaçolar”; Türk-Amerikan derneğinde İngilizce “Telefon” operaları izledi. Yine Ankara Devlet Operası’nda Johann Straus’un “Viyana Kanı” operetini, Donizetti’nin“Çingene” ve Rossini’nin”Evlilik sözleşmesi”, Kalmann’ın “Çardaş Fürstin” operetlerini ve sonrasında İstanbul Operası’nda pek çok opera sahneledi.
TÜRKÇE EZAN
“İnsan kendi dilinde söylenmeyeni anlamazsa ya sevmez ya da anlıyormuş gibi yapar ki ikisi de tehlikeli.” Her ortamda olur olmaz kullanılan yabancı sözcüklere karşı çıktı. Ona göre yabancı dil bilmek başka dilin yabancı sözcüklerle melezleştirilmesi başkadır. Hatta ezanın Arapça olmasına karşı çıktı. Türkçe ezanı savunduğu gibi bütün hayatı boyunca sahnede de Türkçe’den yana oldu; bu amaçla opera ve liedleri Türkçeye çevirdi. İtalyanca, Almanca ve İngilizceden çevirdiği yaklaşık 50 opera arasında “La Traviata”, ” Maça Kızı”, “Don Carlos”, “Hansel ve Gretel”, “Salome”, “Maskeli Balo”, “EugeneOnegin”, “Alayın Kızı” operaları ve Brahms, Schubert, Schumann, Çaykovski, Musorgski’nin sayısız liedi bulunuyor.
“SANAT GIDASINI YENİ OLANDAN ALIR”
Bugün siyasetçisinden bilim insanına kadar herkesin gençlere güveni yalnızca sözde kalır, bu söylem hayata geçirilmezken, Saadet İkesusyaşamı boyunca her alanda gençlere öncelik tanıyan, onlara kulak veren ve maddi manevi yardım eden bir aydın oldu. Yenilik ve ilerlemenin gençlerle geleceği fikrini her ortamda inatla savundu; bu konudaki duruşu başta müzik olmak üzere sanat alanlarında örnektir. Öğretmenden çok öğrencinin, ustadan çok çırağın tarafını tuttu. Sanatsal anlayışı da eskiyi sürdürmek değil, yeni yorumlara, yeni arayışlara kısaca yeniliklere açık olmaktı. Çünkü ona göre, “Sanat, gıdasını yeni olandan alır.”
Ortaya saçmadan, hiçbir söyleşisinde belirtmeden, hatta çoğu kez en yakınlarına bile hissettirmeden sayısız öğrenci okuttu. Yardım isteyen hiçbir genci geri çevirmedi. İstismar edenler oldu mu bilinmez çünkü yardımı da istismarı da reklam etmedi. Ona göre orta karar geçinebilen herkes bir gencin yetişmesine katkı yapmalıydı. Bunu bireylerin Cumhuriyet Türkiyesi’ne borcu olarak görürdü.
Hayatta olsa iktidar güdümlü üniversite yönetimlerine bayrak açanların, mesleğinden edilen akademisyenlerin, soruşturmaya uğrayan öğrencilerin yanında olurdu. Yaşamı boyunca her gerektiğinde yaptığı gibi…
MİLLİYETÇİ DEĞİL YURTSEVER
Üçüncü evliliğini veteriner fakültesinden sınıf arkadaşı ve büyük hayranı olan Erdoğan Altan’la yaparak İstanbul’a yerleşen Saadet İkesus Altan, İstanbul Devlet Konservatuvarı’nda, Eğitim Fakültesi’nde ve İstanbul Operası’nda derslerverirken opera sahnelemeyi de çeviri yapmayı da aynı şevkle sürdürdü.
Sözünü sakınmayan bir “doğrucu Davut” olarak yaşamı boyunca Türkiye Cumhuriyeti’ne ve değerlerine sahip çıktı. Milliyetçi değil yurtsever, din, ırk, mezhep ayrımı yapmayan gerçek bir insan severdi. Döneminin çevresi en geniş, en ünlü ve saygın isimlerinden olmasına rağmen “havalı sanatçı” pozlarına asla prim vermedi.Çalışmaya, çok yönlü ve donanımlı olmaya inandı. Mesleği ne olursa olsun her Türkiye vatandaşının daha çok okuması, kaytarmadan çalışması ve mücadeleci olması gerektiğini savundu. Sanatçılara ise bunlara ek olarak, disiplin ve ciddiyet yaraştığını yaşamıyla kanıtladı. Oysa onun sahnede olduğu yıllarda temsil biletleri çıktığı gün tükenir, temsil bitiminde halk sanatçıları görmek için kapıda beklerdi.Değil başrol en küçük rollerdeki şarkıcı-oyuncular bile şımartılır; ulaşılmaz görülürlerdi. Sanatçının ulaşılmazlığı onun için bir düzey göstergesi değil, bir karakter zayıflığıydı. Sanat halk için yapılmalı (yabancı operaları bu nedenle Türkçeleştirmeye çok önem verdi), sanatçı halkın içinde olmalı ilkeleriyle yaşadı.
“TÜRKİYE’DE KADIN OLMAK KABAHATTİR”
Çok başarılı bir sahne sanatçısı, otoriter ve saygın bir eğitmen, üretken bir çevirmen, usta bir yönetmen ışıltısının arasından sade, anaç, mütevazi halk kadını Saadet görünür. Bu kadın, ayağında şalvarı, başında yemenisi, çıplak ayak çimento karıp duvar örerek, çok küçük bir birikimle Antalya sahilinde aldığı küçücük arsaya elleriyle kulübe inşa edecek kadar alçak gönüllü ve beceriklidir. Yaşamındaki ya da çevresindeki erkeklerin arkasına sığınmayacak kadar güçlü, kadın sanatçı olmanın zorluklarına açıkça ve doğrudan direnecek kadar da dişli…
“Türkiye’de kadın olmak kabahattir. Türk olmak da kabahattir. Yabancılar daha iyi bilir diye getirdiklerinizin çoğu benden ders aldı. Beni idareciler değil, öğrencilerim takdir etti…”
Türkiye’de hâlâ aşılamayan yabancı hayranlığına bayrak açtı; bugün sakız edilen içi boş “yerli ve milli” anlayışını yaşamı boyunca gerçek anlamıyla her alanda ve her durumda içtenlikle savundu. Sanat kurumlarında yabancı uzmanlara ayrılan ödeneklerin kendi yeteneklerimizin uzmanlığı için harcanması yolunda mücadele verdi. Gereksinimleri için yerli ürünleri tercih etti, ithalle özellikle de lükse hep karşı oldu.
“YENİDEN YAŞASAYDIM, AYNISINI YAŞARDIM. HATALARIYLA, SEVAPLARIYLA…”
Hoca, hataları olarak alınganlıklarını, çekingenliklerini sayar. Kendinden çok başkaları için mücadele ettiğini söyler. Sevgiyi en büyük değer kabul eder. “Sevilmeyen kadın, sevemeyen erkek kötülüklere yol açar.”
50. Sanat Yılı için Zeynep Oral’la yaptığı bir söyleşide “genç nesillere hep hoşgörü ile yaklaştım; onlar da beni sevdiler…İnsan yapmak istedikleriyle yapabildiklerini, istekleriyle olanaklarını uyum içinde tutmalı. Yoksa her gittiği yere sırtındaki cehennemi de taşır. Hem kendini hem de çevresindekileri mutsuz eder,” diyor.
1916’den 2007’ye 91 yıllık ömrüyle Saadet İkesus Altan, doğduğu toprakların sesini, kültürünü batıya yansıtan, oradan edindiği değerlerle ülkeyi “muasır medeniyetler düzeyi”ne çıkarmaya hizmet eden aydın ve öncü bir Cumhuriyet kadını, alanını köklendiren kurucu bir sanat neferi olarak anılacak.