yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

TÜRKİYE’DE HIV AKTİVİZMİNE BİR BAKIŞ

İlk olarak 1981 yılında New York Times’ta yayınlanan bir makalede GRID (gay bağlantılı bağışıklık yetmezliği) adlandırmasıyla kendine yer bulan AIDS, bugün kullandığımız adını 1982 yılında almıştı. Bu yıldan 1985’e kadar geçen yıllar içerisinde Türkiye basınında kendine ‘AIDS paniği’ gibi başlıklarla yer bulmaya başlamışsa da basının bu konuya olan yoğun ilgisi 1985 yılında ‘ilk vaka’ Murtaza Elgin’in kendi doktoru Hüseyin Sipahioğlu tarafından ifşa edilmesiyle başlamıştır. Hürriyet, yakında tüm bilgileri kamuya ifşa olacak olan Murtaza Elgin’in gözlerine bant çekip “İşte AIDS’li Türk” başlığıyla bu haberi servis etmeyi uygun görmüştür. Çok kısa sürede çeşitli basın organları, kendi verdikleri isimle Murti’nin ünlülerle olan yakın ilişkilerini ortaya dökecek, eşcinsel ilişkilenmelerini ima etmekte birbiriyle yarışacaktı. Murti’nin hayatı öyle bir seyir malzemesi haline gelecekti ki Hürriyet hükmü vermekte geri kalmayacaktı: “Seks yapmayı bırakması lazım”.[1]

Susan Sontag’ın görüşlerine kulak verecek olursak, HIV/AIDS hakkında sarf edilen bu ahlakçı söylemlerin dinamiklerini anlamak kolaylaşabilir. Sontag’a göre AIDS, ortaya çıktığı andan itibaren metaforlarla örülü bir dille konuşulmaya başlamıştır. Amerikanlara göre AIDS Afrika’dan gelmekteydi, ne de olsa üçüncü dünyadan gelen bir istiladan başka bir şey değildi. Doğu’ya göre ise ‘gay kanseri’ AIDS, Batı’nın yumuşaklığını, hedonistliğini yansıtıyordu.[2] Buradan hareketle HIV/AIDS’e yönelik stigmatizasyonun, ırkçılık ve homofobi gibi sistemlerle kesişerek mevcut ön yargıları güçlendirmeye yaradığını görebiliriz. Dahası, Sontag’a göre, AIDS’i bedenlerimize yönelik bir istila, bedenlerimizi birer savaş alanı olarak formüle eden askeri metaforlar virüsü olduğundan daha tehlikeli kılmaya yarıyordu.[3] ‘Çağımızın vebası’ gibi söylemlerde kendine yer bulan ‘veba’ metaforu ise virüsün ‘sapkın’ davranışlar ve kişiler için bir ceza olarak geldiği inancını güçlendirmekle kalmıyor, ‘masumları’ da tehdit eden bir illet olduğu görüşünü de yayıyordu.[4]

İşte HIV/AIDS böylesine bir ahlak ekonomisi ve söylemsel şiddet içerisinde Türkiye’ye girişini yapmıştı. Murtaza Elgin’in tanı almasından 1992’deki ölümüne kadar geçen ilk evrede HIV alanında söz sahibi olanlar medya organları ve hekimlerdi. Türkiye’deki HIV aktivizminin öncülerinden Muhtar Çokar bu dönemi yorumlarken bir korku ikliminin ve bilgi eksikliğinin hâkim olduğunu, doktorlar da dahil olmak üzere kilit aktörlerin salgının sansasyonel yönüyle ilgilendiğini ve dolayısıyla salgını önlemeye yönelik az çaba gösterdiğini söyleyecekti.[5] Topluma pompalanan korku öyle bir hâl almıştı ki Murtaza Elgin’in ilaçlı suyla yıkanıp naylonlara sarılan cenazesine yalnızca bir avuç insan katılmış ve Elgin kireç kuyusuna gömülmüştür.[6] Türkiye’de HIV/AIDS’in bu ilk evresinde medyanın sesi bu kadar gür çıkarken öznelerin ve aktivistlerin sesinin duyulmamasın bir nedeni de 1980 askeri darbesinin yarattığı baskıcı atmosferdir. Nitekim dernek ve sendika gibi yapılar altında bir araya gelinemeyen bu dönemde toplumsal hareketlerin oluşumu ve yayılımı oldukça güçtü.[7] Dolayısıyla, aynı yıllarda Amerika Birleşik Devletlerinde ACT UP gibi tabandan örgütlenen aktivist gruplar HIV/AIDS’e dair medya söylemini altüst ederken Türkiye’de henüz yeni bir söylem oluşabilmiş değildi.

1990’larda başlayan evrede sivil toplum örgütleri sahneye çıkmaya başladı. Hekimlerin, avukatların ve entelektüellerin başını çektiği AIDS ile Mücadele Derneği ve AIDS ile Savaşım Derneği gibi derneklerin kurulmasıyla HIV/AIDS üzerine söz üreten ve eylemde bulunan aktörler çoğullaşmış oldu. Muhtar Çokar, bu evrede alanın sivilleştiğini ve HIV/AIDS üzerine söylemsel hakimiyetin medyanın elinden sivil toplumun eline geçtiğini söylüyor.[8] Adı geçen dernekler, hükümetle kurduğu ilişkiler sayesinde devletle sivil toplum arasında iş birliğinin temellerini atmış oldu. Yine de önemli bir parantez açmak gerekir ki bu dernekler öznelerin kurduğu dernekler değildi. Dolayısıyla HIV/AIDS hakkındaki politikalar henüz HIV ile yaşayanlar tarafından üretilmiyordu. Bu da HIV/AIDS’e tıbbi bir perspektifinden bakılmasına yol açıyordu[9], oysa HIV toplumsal bir olguydu da. Nitekim HIV ile yaşayanlar damgalanmaya uğrayabiliyor, iş/eğitim hayatından men edilmek gibi hak ihlalleriyle toplumsal hayattan izole edilebiliyordu. Bu deneyimleri dile getirebilecek olanlar da öznelerin ta kendileriydi.

2005’te kurulan Pozitif Yaşam Derneği ile Türkiye’deki HIV aktivizminde yeni bir evre başlamış oldu. Başlangıçta HIV ile yaşayanlar arasında bir dayanışma ağı olarak kurulan dernek, kısa bir süre içinde HIV ile yaşayanların yakınları, aktivistler, uzmanlar, hatta uluslararası HIV/AIDS inisiyatifi UNAIDS’te çalışanların katıldığı büyük bir oluşuma dönüşecekti.[10] Pozitif Yaşam Derneği’ni, günümüzde aktif olmayan Pozitifler Derneği (PODER) izledi. Onu ise Pozitif-iz Derneği, Pozitif Dayanışma ve Kırmızı Kurdele İstanbul gibi günümüzde de bir hayli aktif olan örgütlenmeler takip etti. Bu örgütlerin önemi, HIV ile yaşayan öznelerin arasıcız olarak seslerini duyurmaya başlamış olması.[11] Bu örgütlerin güncel çalışmalarına bakıldığında HIV/AIDS hakkında süregelmiş safsataları bilimsel verilerle çürüterek doğru bilgilerin yayılımına katkı sundukları, HIV ile yaşayanlar için akran danışmanlığı gibi hizmetler verdikleri, anonim ve ücretsiz HIV testi merkezleri kurdukları görülebilir.

Dünya AIDS günü olan 1 Aralık’ta, 2019 yılında Türkiye’deki HIV aktivizminin kırılma noktası olabilecek bir kamusal tartışma yaşandı. Bu tarihte Cinsel Şiddetle Mücadele Derneği’nin Twitter hesabından paylaştığı “HIV statümü paylaşmak zorunda değilim” gönderisi günlerce sürecek bir tartışmanın fitilini ateşledi. Dernek üyeleri Begüm Baki ve Nurgül Öz bu mesajla hem öznelerin hakkına vurgu yapmak hem de HIV statüsünün paylaşılmasının önündeki engellerin tartışılmasını istediklerini aktarıyorlar.[12] Gönderi, HIV ile yaşayanların HIV statüsünü paylaşmak zorunda olduğu, aksi halde ‘cana kasıtta bulunduğunu’ savunanlar tarafından yoğun bir tepkiyle karşılaştı. Oysa pozitif derneklerin, HIV ile yaşayanların ve bağımsız HIV aktivistlerin de sıklıkla vurguladığı üzere B=B (Belirlenemeyen=Bulaştırmayan) adıyla tıp literatüründe yerini alan güncel çalışmalara göre HIV ilaçlarının kullanılmasıyla beraber HIV’in aktarım özelliği ortadan kalkmaktadır. Ayrıca ilaç kullanımıyla kişi AIDS tablosuna geçiş yapmaz ve hayatlarına diğer herkes kadar sağlıklı bir şekilde devam eder.[13] Bahsi geçen gönderi üzerine gelen tepkiler B=B’nin toplumda ne kadar az bilindiğini gözler önüne seren nitelikte. Bununla beraber, 80’li yıllardan itibaren süregeldiği gibi, HIV ile yaşayanların başkalarının canına kastetmek isteyen potansiyel suçlular olduğu algısının da kırılmadığını gösteriyor. Öte yandan böyle bir gönderinin paylaşabilmesi ve toplumsal gündeme yön verebilmesi HIV ile yaşayanların kamusal alanda kendi hayatları üzerine söz üretmesinin yolunu açmış oldu. Öyle ki “Statümü paylaşmak zorunda değilim” söylemi, HIV ile yaşayanlar ve aktivistler tarafından sıklıkla vurgulanır hale geldi. Bu tartışmalarda gözden kaçan bir nokta ise HIV ile yaşayanların statülerini açıkladıklarında yaşadıkları veya yaşayabilecekleri ayrımcılıkların silinmesi. Nitekim HIV statülerini paylaşmak toplumdaki güncel bilgi eksikliği sebebiyle kişinin izole olmasına, sağlık hizmetlerine erişmekte zorluk yaşamasına ve şiddete maruz kalmasına yol açabilmektedir.[14] Bir başka önemli nokta ise HIV aktarımının büyük çoğunlukla HIV statüsünü bilmeyenler tarafından gerçekleşiyor olması. Ülkemizde HIV testi olmanın hiç de yaygın bir pratik olmadığı bir gerçek. HIV ile yaşayanları, yani B=B durumuna geçmiş özneleri suçlayanların kendi HIV statülerini bilmediklerinin büyük bir olasılık olduğunu da unutmamak gerek.

Sonuç olarak Türkiye’deki HIV aktivizminin seyrini incelediğimizde, HIV/AIDS üzerine üretilen sözün medya ve hekimlerin elinden çıkıp öznenin eline geçmeye başladığını görüyoruz. Aynı şekilde HIV/AIDS üzerine politika üretenlerin de HIV ile yaşayanlar ve aktivistler olmaya başladığı ortada. Bu eğilimin HIV/AIDS etrafındaki korku duvarını aşmaya, toplumsal damgalanmaya son vermesi olasılık dahilinde. Ancak diğer taraftan da egemen güçlerin HIV üzerine nefret söylemleri yoğunlaşmış durumda. Buna örnek olarak, Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın 24 Nisan 2020 tarihinde verdiği Cuma hutbesinde sarf ettiği sözler verilebilir. Erbaş ““Ey insanlar! İslam zinayı en büyük haramlardan kabul ediyor. Lûtîliği, eşcinselliği lanetliyor. Nedir bunun hikmeti? Hastalıkları beraberinde getirmesi ve nesli çürütmesidir, bunun hikmeti. Yılda yüzbinlerce insan gayri meşru ve nikâhsız hayatın İslami literatürdeki ismi zina olan bu büyük haramın sebep olduğu HIV virüsüne maruz kalıyor. Geliniz bu tür kötülüklerden insanları korumak için birlikte mücadele edelim” diyerek eşcinsellik ve HIV’i ortak bir potada eriterek halihazırda var olan inanışı beslemekle kalmıyor, “biz” ve bize hastalık taşıyan “onlar” anlatısı kurarak toplumda HIV ile yaşayanlara karşı duyulan nefreti ve korkuyu tetikliyor. Dolayısıyla, HIV ile yaşayanların bizzat ülkeyi yöneten kurumlar aracılığıyla damgalandığı bu ortamda, onlara yöneltilen söylemsel şiddetin bir parçası olmamaya dikkat etmek gerek. Bu yüzden HIV hakkında bilgilerin mevcut tıp literatürüyle güncellenmesi önemli, bunun için de pozitif derneklerin herkese hitap eden tıbbi anlatımlarına başvurulabilir. Bir diğer önemli adım ise, bu yazı boyunca vurgulandığı gibi, HIV ile yaşayanlara alan açmak olacaktır.

Kaynakça

Çetin, Z. “Intertwined Movements, Interwoven Histories: HIV and AIDS in Turkey”. Disentangling European HIV/AIDS Policies: Activism, Citizenship and Health (EUROPACH). 17-1001/2 (2017): 1-40.

Dikmen, K. ve Defne Güzel. HIV ile Yaşayan Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Trans, İnterseks ve Artıların İnsan Hakları Raporu. Ankara: Kaos GL ve 17 Mayıs Derneği. 2020.

Güzel, D. AIDS’li İğne. Ankara: KAOS GL. 2020.

Sontag, S. AIDS and its metaphors. New York: Farrar, Straus and Giroux, 1989.

Turan, A. “Positive Space: A Curatorial Project on HIV/AIDS”. Yüksek Lisans Tezi, Sabancı Üniversitesi, 2020.

[1] Alper Turan, “Positive Space: A Curatorial Project on HIV/AIDS”, Yüksek Lisans Tezi, Sabancı Üniversitesi, 2020, s.36-41.

[2] Susan Sontag, AIDS and its metaphors, New York: Farrar, Straus and Giroux, 1989, s.62-3.

[3] Sontag, AIDS and its metaphors, 94-5.

[4] A.g.e., s.64.

[5] Defne Güzel, AIDS’li İğne, Ankara: Kaos GL Derneği, 2020, s.12

[6] Zülfükar Çetin, “Intertwined Movements, Interwoven Histories: HIV and AIDS in Turkey”, Disentangling European HIV/AIDS Policies: Activism, Citizenship and Health (EUROPACH), 17-001/2 (2017), s.13.

[7] Çetin, “Intertwined Movements”, s.13.

[8] Güzel, AIDS’li İğne, s.13.

[9] Çetin, “Intertwined Movements”, s.18.

[10] A.g.e., s.25.

[11] Güzel, AIDS’li İğne, s. 14.

[12] A.g.e., s.50.

[13] Defne Güzel ve Kerem Dikmen, HIV ile Yaşayan Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Trans, İnterseks ve Artıların İnsan Hakları Raporu, Ankara: Kaos GL ve 17 Mayıs Derneği, 2020, s.16.

[14] Dikmen ve Güzel, HIV ile Yaşayan, s.16-7.

Beste İrem Köse
diğer yazıları