Türkiye’de Osmanlı tarihi yazımı özünde erkek egemen bakış açısının tahakkümü altında olduğunu söyleyebiliriz. Fetihler, meydan savaşları, burçlara dikilen sancaklar arasında pek az araştırmacı Osmanlı kadınlarının hikâyesine eğilme ihtiyacı duymuştur. Osmanlı kadınlarını inceleyen çalışmalarda da kadınların tarihsel rolü “entrikacılık”, “bozgunculukla” eşleştirildiğini görüyoruz. Örneğin okul ders kitaplarında Osmanlı’nın çöküş sebepleri arasında “kadınların siyasete karışmaları” ayrı bir başlık olarak verilebilmektedir.
Son zamanlarda bir de buna Osmanlı kadınının “ikinci sınıf insan konumunda olmadığını” kanıtlamaya gayret eden çalışmalar eklenmiş durumda. Bu türden uç örneklerde, haremlere kapatılan cariyelerin konumunun dahi övüldüğünü görebilmekteyiz. Geçmişte en azından Osmanlıcı aydınlar, Osmanlı sarayındaki veya zengin konaklarındaki harem yaşantısına, esir pazarlarında satılan cariyelerle ilgili konulara girmez Osmanlı’da kölelik sistemini övmekten imtina ederlerdi. Şimdi ise Osmanlı asırlarının muhtemelen en utanç dolu yönünü yansıtan cariyelik kurumunu, esir ticareti pratiğini dahi “kültürel değer” olarak gösterilip aklanmaya çalışıldığını görebiliyoruz. Televizyonda ünlenen tarihçilerden birinin “best seller” olan kitabında, “haremin nasıl kaliteli eğitim veren bir okul olduğu”, buradan nasıl “seçkin” kadınlar çıktığını anlatıyor.[1] Söyleşi tarzında kaleme alınmış kitabın diğer yazarı, bir kadın olmasına rağmen, kadın köleliğini öven bu sözcükleri eleştirmek yerine onaylıyor ve “Yani harem kadınları aslında topluma rol model oluyordu” diye kendince haremi aklayabiliyor.[2]
Evet, “tuhaf zamanlardan” geçtiğimiz muhakkak. Yukarıda kadın yazarımızın aksine Osmanlı kadınları arasında harem hayatını “rol-model” almayı reddeden çok sayıda kadın da vardı elbette. Bu yazımızda onlardan birini tanıtmak daha doğrusu hatırlatmak istiyoruz. Osmanlıda feminist düşüncenin öncüleri arasında sayılan ve tüm kadrosu kadınlardan oluşan Kadınlar Dünyası dergisini[3] çıkaran Ulviye Mevlan’dan söz ediyoruz.
Ulviye Mevlan, Nuriye adıyla 1893’te Gönen’de dünyaya geldi. Ailesi 1864 sürgünü sırasında Kafkasya’dan göç edip Anadolu’ya yerleşmişti. Aile zaman içinde yoksullaşmış ve çocuklarına bakamaz hale gelmişti. Bu nedenle Nuriye henüz altı yaşında ailesi tarafından II. Abdülhamid’in ikametgâhı olan Yıldız Sarayı’na teslim edildi. Osmanlılar asırlar boyunca benzer yollarla yoksul Kafkasyalı ailelerden gönüllü-gönülsüz şekilde genç kadınları veya küçük kızları İstanbul’a getirmişlerdir. Sarayda Ulviye adını alan Nuriye adlı kızın hukuken köle olduğunu iddia edemeyiz. Sarayda iyi bir eğitim aldığını, o dönemde bu yolla saraya kabulünün bir tür “sınıf atlama” olarak görüldüğünü biliyoruz. Muhtemelen yukarıda bahsi geçen televizyon tarihçileri de bu hikâyeyi okuduklarında bu yoksul kızın saraya kabul edilmesiyle “hayatının kurtulduğunu” da savunurlardı. Ama olaya bir de 6 yaşında ailesinden koparılan küçücük bir kızın ruh dünyasından bakmak gereklidir elbette.
Sarayda kendisine Ulviye adı verilen küçük kız 13 yaşına geldiğinde o dönemin hukukunca artık “kadın” olarak kabul edildiğinden dedesi yaşındaki Hulusi Bey[4] adında biriyle evlendirildi. Birçok Osmanlı kadınının kaderi olarak görülen bu olaylar dizini, 1908’de Meşrutiyet Devrimi ile kesintiye uğrayacaktı. 1908 Devrimi Osmanlı insanını yeni düşüncelerle tanıştırmıştı. Hürriyet, uhuvvet (kardeşlik) ve müsavat (eşitlik) ve kadın hakları gibi… Osmanlı kadınlarının ikinci sınıf konumlarını burada ayrıntılı biçimde incelemek mümkün değil. Çok özetle kadınların ancak binde beşinin okuma yazma bildiği, kız çocuklarının ortaokul (rüştiye) ötesinde okuyamadıkları, kadınların kamu hizmetinde hemşirelik ve öğretmenlik dışında hiçbir görev alamadıkları, boşanma haklarının kocalarının iznine tabi, çocuklarının velayetlerinin babaya ait olduğu, miras paylarının erkeklerin yarısına denk geldiği, seçme seçilme haklarının olmadığı, esir ticaretinin ve cariye alım satımının devam ettiği yıllardan söz ediyoruz.
1908 Devrimi kadınların toplumsal hakları açısından olumlu bazı adımların atılmasını sağlamıştır. Osmanlı tarihi boyunca genç kadınların ilk olarak idadilere (liselere) kabul edilmesi ve boşanma konusunda koca izni alınması gibi uygulamaların yumuşatılması, esir ticaretinin tamamıyla yasaklanması, haremlerin dağıtılması gibi… 1912 yılında henüz 20 yaşında olan Ulviye de bu özgürlük ikliminden yararlanarak kocasından boşanmış ve yaşamına yeni bir yön çizmeye karar vermişti. Muhtemelen o yıl Serbestî (Özgürlük) gazetesini yayınlanan Mevlanzâde Rıfat Bey’le evlenerek Ulviye Mevlan adını kullanmaya başlamıştır. Rıfat Bey eşini kadınların haklarını savunan bir cemiyet kurma ve yayın yapma konusunda teşvik etmişti. Nitekim Ulviye Mevlan 1913’te Osmanlı Müdafaa-yı Hukuk-u Nisvan Cemiyeti’nin (Osmanlı Kadın Hakları Derneği) kuruluşuna önderlik etti.[5] Cemiyet yine 1913 yılında kendi organı olan Kadınlar Dünya’sını yayınlamaya başladı.
Kadınlar Dünyası’nın ilk yüz sayısı günlük olarak yayınlanmıştı.[6] O dönemde genelde kadın haklarıyla ilgili yayınlar erkek aydınlar tarafından yapılmaktaydı. Bu nedenle yazar kadrosunun tamamının kadınlardan oluşmasıyla Kadınlar Dünyası farklı bir yerde durmaktaydı. Yine dergi, bir cemiyetin yayın organı olması nedeniyle de diğer kadın yayın organlarından ayrılmaktaydı. Kadınlar Dünyası Müslüman dünyada birçok ilke imza attı. Örneğin yazar kadrosundaki kadınların fotoğraflarını yayınladı. Fotoğrafın genel olarak tepki gördüğü, kimilerince günah sayıldığı bir dönemde kadın fotoğrafı yayınlanması oldukça radikal bir tutumdu.[7] Kadınlar Dünyası’nda kadınların günlük hayattaki başarılarına dair haberler verilmekteydi. Örneğin ilk kez bir Müslüman kadının uçağa binmesi kamuoyunda büyük bir infiale yol açmış “kadın kısmı uçağa binebilir mi” tartışması gündeme gelmişti.[8] Kadınlar Dünyası bu türden öncü kadınları destekleyen yayınlar yapmakta ve tutucu çevreleri kızdırmaktan çekinmemekteydi.
Öte yandan Kadınlar Dünyası’nın kadın hakları meselesi karşısındaki ideolojik tavrı net değildi. Bazı kaynaklarda feminist olarak nitelenen dergide hem feminizmi hem de sosyalizmi sahiplenen yazılar yer almıştır.[9] Ancak Kadınlar Dünyası’nın ilk yüz sayısı incelendiğinde feminizm ve sosyalizm gibi düşüncelerden ziyade Türk milliyetçiliği, İslam kardeşliği, vatanseverlik söylemlerinin daha ağır bastığını; hatta Osmanlı militarizmini destekleyen, yabancı ve azınlık karşıtı yazılar da yayınlandığını görmekteyiz. Sayısı hayli fazla olan bu yazılarda “vatanın ve dinin korunmasında biz kadınlar da en az erkekler kadar başarılı olabiliriz” denilmekteydi. Hatta kadınların vatana, sancağa ve dine erkeklerden daha fazla sahip çıktığı vurgulanmaktaydı. Avrupalıların Müslüman ahlakını bozmalarından şikâyet edilmekte, Müslüman kadınlar Rumlardan alışveriş yapmamaya çağrılmakta ve bir zamanlar Viyana kapılarına, Macaristan ovalarına, ispanya sahillerine dayanmış büyük Osmanlının kızları milli şuuru din ve namusu, Salib ordularına (Haçlılara/Batılılara) karşı korumaya davet edilmekteydi.[10] Kadınlar Dünyası’nın birçok yazarı erkek egemen anlayışının doğal sonuçlarından biri olan militarizme tavır almadığı gibi erkekleri yeterince militarist olmamakla suçlamaktaydı. Dergi aynı zamanda geleneksel kadın rolünü de sorgulamıyordu. İyi anne olmak, çocuğunu emzirmekten kaçınmamak, kadının asli görevleri arasında saylıyor, bu görevlerin bizzat Cenab-ı Hak tarafından kadına verildiği söyleniyor ve çocuk bakmak yerine, gezip tozmayı seven güzel giyinen, modayı takip eden, “süslenen püslenen” kadınlar tahkir ediliyor, hanımlığa terbiye ve nezaket yakışacağı vurgulanıyordu.[11]
Bu bakımdan Kadınlar Dünyası’nın –en azından ilk sayılarında- kadın haklarını evrensel bir bakış açısıyla ele alan bir yayın olduğunu söylemek mümkün görünmüyor. Derginin çizgisi ya da baskın eğilimi, açık biçimde Osmanlı (Müslüman) kadınların, Rum, Ermeni veya Avrupalı kadınlarla dayanışma içine girmelerine engel olacak mahiyetteydi. Öte yandan Kadınlar Dünyası içinde eşitlik için mücadele eden Avrupalı kadınları tanıtan, onların Müslüman kadınların müttefiki olduklarını savunan yazılar da yer almaktaydı.[12] Özellikle başyazar Ulviye Mevlan, derginin resmi çizgisini temsil eden imzasız yazılarında her millet ve dinden kadınların kardeş olduğunu savunmaktaydı.[13] Hatta Ulviye Mevlan, az önce sözünü ettiğimiz milliyetçi-etnosantrik çizginin zayıflaması için derginin yazar kadrosuna sonradan Fransız kadın yazarları da dâhil etmişti. Onu asıl ilgilendiren konunun, “elden giden din ve imparatorluğun bekasından” ziyade kadınların erkeklerle hukuken eşit olması olduğu görülmektedir.
Bu bakımdan Ulviye Mevlan’ın cinsler arası eşitliği savunan yazılarıyla, Osmanlı kadınlarına adeta “erkekleşmeleri” için bir şans tanımasına gayret eden diğer yazarlar arasında belirgin bir uçurum vardır. Geçiş aşamalarını temsil eden tüm yayınlar gibi Kadınlar Dünyası’nda bu karmaşa ve keşmekeşliği yansıtmaktaydı. Batılı kadınların “ahlaksız” olarak nitelendirildikleri bir dönemde Osmanlı kadınları, Batılı kadınlarla aralarındaki “farkın” altını çizmek ve kendilerinin asla geleneklere, dini ve ahlakî değerlere karşı olmadıklarını ileri sürmek, öte yandan ise açık biçimde Batılı uygulama ve değerleri savunmak zorunda kalmaktaydılar. Dine geleneğe yönelik tüm olumlu söylemlerine rağmen eninde sonunda yerel geleneklere karşı Batıdan gelen değer yargılarını savunmak zorunda kalıyorlardı. Bu nedenle bir şekilde gelenek ve dince onaylanan çocuk yaşta evlilik, çok eşlilik, görücü usulü evlilik gibi uygulamalara karşı çıkıyorlardı. Çocuk bakımında da yeni bir bakış açısına sahiptiler. Örneğin Anadolu geleneğinde bebeklerin el ve ayaklarının kundaklanmasının yanlışlığını vurguluyorlar ve annelere bebeklerin “İngiliz usulüyle” yani el ve ayaklarını serbest bırakacak şekilde kundaklamaları gerektiğini söylüyorlardı. Müslüman kadınların, okuma yazma bilmedikleri için çocuklarını da eğitemediklerini oysa “Frenk” kadınlarının, eğitimli oldukları için çocuk eğitimi konusunda çok daha başarılı anneler olduklarını söylemekteydiler. Kadınlar Dünyası bu bakımdan aynı sayı içinde bir yandan Avrupa kültürünü tenkit ederken; öte yandan da Avrupa’da atılan adımları da hayranlıkla takip etmekteydi.
Kadınlar Dünyası 1921 yılına kadar aralıklarla yayınlanmaya devam etti. 1922 yılında TBMM’nin “vatan ihanet suçlamasıyla” Mevlanzâde Rıfat Bey’in sürülmesiyle Ulviye Mevlan en önemli desteğini de yitirmiş oldu. Bu tarihten sonra Ulviye Mevlan kabuğuna çekilerek sessiz bir yaşam sürmeyi tercih etti ve 1964’te Kırıkhan’da hayata veda etti.
Ulviye Mevlan bazı araştırmacılar tarafından Osmanlı’da kadın hakları hareketinin öncüsü olarak görülmektedir. Bu sadece onun şahsı için doğru olabilir. Ama yayınladığı Kadınlar Dünyası’nın en azından evrensel anlamda- kadın hakları mücadelesini bütünüyle sahiplendiğini söylemek kanımca zor. Yazılarda karşımıza çıkan dini-manevi değerlere atıflar, aile ocağının kutsanması, kadınlara “vatana hayırlı evlat yetiştirme” vazifesi düştüğünü ancak bunun olabilmesi için erkeklerin kadınların da eğitimden geçebilmesine olanak tanımaları gerektiği gibi vurgular derginin dönemin erkek egemen kültüründen bütünüyle kopamadığını göstermektedir. Hatta Kadınlar Dünyası’nın burjuva anlamda bir kadın-erkek eşitliğini savunma konusunda bile çekincelerinin çok güçlü olduğu, eşitliğin ise çoğu zaman “erkekleşme” olarak algıladıkları görülmektedir. Ulviye Mevlan’ın evrensel standartlara yaklaşan bir kadın hareketi inşa etme çabasında olduğu ama bu çabasından büyük ölçüde yalnız bırakıldığını da söyleyebiliriz.
Kuşkusuz Kadınlar Dünyası yüz on yıl önceki şartlara göre oldukça önemli bir adımdı ve Osmanlı kadınının hukuk mücadelesine olumlu katkısı oldu. Öte yandan yazar kadrosunun erkek egemen ideolojilerden, militarizm ve yabancı düşmanlığından da önemli ölçüde etkilendikleri görülmekteydi ki bu yaklaşımları onları, kendileri gibi ezilen dünya kadınlarından uzaklaştıran; kadınların ezilmesinden çıkarı olan çevrelere ise yakınlaştıran önemli bir zaaftı. Bu yönüyle Kadınlar Dünyası’nın bu çelişkili tutumu, 1908 devrimi sonrasındaki kaotik dönemde, modernite ile gelenek arasında sıkışmış Osmanlı aydınlarının yaşadığı düşünsel karmaşanın, Osmanlı kadın hareketine de bütünüyle yansıdığını göstermektedir. Osmanlı (Müslüman) kadınlarının kadın hakları mücadelesinde farklı din ve etnik gruplardan hemcinsleriyle bir araya gelmeyi başaramamaları ise başka bir araştırmanın konusudur.
[1] Talha Uğurluel-Cansu Canan Özgen, Osmanlının Şifreleri, Timaş Yayınları,2016, s.50-52. Bazı okullarda öğretmenler tarafından tavsiye edilerek öğrencilere okutulan bu kitabın nasıl büyük satış rakamlarına ulaştığı da kapaktaki basım adetlerinden görebiliyoruz. Kitap, sadece 2016’da yapılan ilk üç baskıda toplam 115.000 baskı yapmış.
[2] Uğruluel-Özgen, age,s. 52.
[3] Günlük yayın olarak başlamasına rağmen Kadınlar Dünyası gazeteden ziyade ceride (dergi) olarak kabul görmektedir. Zira Kadınlar Dünyası günlük haberler yerine düşünce yazılarına yer veren, dergi kalıplarına uyan bir yayın organıydı.
[4] Hulusi Bey, Sultan Hamid’in sütkardeşi olarak biliniyordu ve hemen hemen padişahla yaşıttı. Bu durumda Ulviye ile evlendiğinde (1906) muhtemelen 65 yaş civarındaydı.
[5] Mithat Kutlar, Nuriye Ulviye Mevlan ve Kadınlar Dünyası’nda Kürtler, Avesta Yayınları, İstanbul,2010, s.21.
[6] Bu sayılar tam olarak günümüz alfabesine çevrilip iki cilt olarak yayınlanmıştır. Bkz: F. Büyükkarcı Yılmaz ve T. Gençtürk Demircioğlu, Kadınlar Dünyası 1-100. Sayılar , Yeni Harflerle (1913-1921), Kadın Eserleri Kütüphanesi, 2009.
[7] Böyle diyoruz ama kadın fotoğrafları tabusu aslında bugün de devam etmektedir. Öğrencilik yıllarımda Arapça dersleri alırken 2000’li yıllarda Suudi Arabistan‘da basılmış bir gramer kitabı kullanmaktaydık. Kitapta aile üyelerini tanıtan bölümlerde yer alan tüm kadınların yüzleri basım evi tarafından siyah renkli dairelerle sansürlenmişti.
[8] Aynur Demirdirek, Osmanlı Kadınlarının Hayat Hakkı Arayışının Bir Hikâyesi, Ayizi Kitap, Ankara, 1993, s.43-44.
[9] Demirdirek, age, s.49.
[10] Kadınlar Dünyası Numara 3, 6 Nisan 1329 Numara 8 11 Nisan 1329.
[11] Kadınlar Dünyası Numara 1, 4 Nisan 1329, Numara 5, 8 Nisan 1329.
[12] Kadınlar Dünyası Numara 6, 9 Nisan 1329.
[13] Kadınlar Dünyası Numara 13, 16 Nisan 1329.