yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

Vegan Karşı Çıkış Şiiri

Veganlık yakın zamana kadar “eksantrik bir anlayış” olarak görülürken, vegan etik kavramıysa hiç tartışılmıyordu. Vejetaryenlik, hayvan yememeye, veganlıksa vejetaryenliğin daha ileri bir aşaması olarak, hayvanın yanı sıra hayvanın ürünleriyle de beslenmemeye indirgeniyordu.

Varoluş dehşetiyle yüzleştiğimiz günümüzde, küresel salgına neden olan bir virüs bizi yaşantımızı sorgulamaya itti. Bir yandan, hızla normalleşebilmenin arzusuyla yanıp tutuşanlar varken, bir yandan da Hong Kong’da bir metro istasyonunun duvarındaki yazı düşünmeye çağırıyordu: “Normale dönmeli miyiz?.. eski normalimiz sorunun ta kendisiydi.”

Virolog Selim Badur’un yazısında yer alan, “2000’li yıllarda hangi nedenler enfeksiyon hastalıkları sorununun beklenmedik boyutta ‘hortlamasına’ yol açmıştır?” sorusunun cevapları arasında “hayvanlar ile ilişkideki artış ve besin sektörü” de bulunuyordu. 20. yüzyılda gözlenen 335 farklı enfeksiyon hastalığının %60,3’ünün hayvan kökenli, %22,8’inin ise vektör aracılığı ile oluştuğu belirlenmişti. Küreselleşme sonucu besin sektöründeki yapılanma değişimi, gıda erişim zincirinin uzaması enfeksiyon riskini arttırırken, yanı sıra hayvansal gıda sektöründe verimi arttırmak amacıyla antibiyotiklerin kontrolsüz biçimde kullanımı, insanlarda antibiyotik direncinin artmasına yol açarak, insanların bakterilere karşı daha kırılgan olmasına neden oluyordu. Yazıda, küreselleşmenin ve mutlak yönlendirici olarak iktisadi aklın kabulünün beslenmeyi bir endüstriye dönüştürmüş olduğuna işaret ediliyordu. İnsanın dünyaya olan etkisinin en üst düzeye çıktığı Sanayi Devrimi’nden bugüne kadarki süreçte; “antroposen” çağda, “doğa ile insan arasındaki sınırın özensiz bir şekilde ortadan kaldırılması, ekolojik dengelerin bozulması” ile karşılaştığımız pandemiler bin yılında, insanlığın tahtı sallanıyor. Doğa ile ilişkimizi bir kez daha gözden geçirmemiz gereken bir dönemin yaklaştığını gösteriyor. Doğayı “çevre” olarak görmeyen, insanın da doğanın bir bileşeni olduğunu söyleyen “derin ekoloji” düşüncesi yaygınlaşırken, hayvanlarla insanın ilişkisi de önem kazanıyor. İnsanın tahakkümüne dayalı bu ilişki biçimi, katmanlarıyla incelenirken, aslında hızlı tüketim çağı için de bir ayna görevi görüyor.

Tüketime yönelik olarak talebin kışkırtıldığı bir çağda ülkemizde de, örneğin, popüler bir kasabın, pahalı lokantalarında et yiyebilmek bir varsıllık sembolü haline geliyor, kapısında, uzun kuyruklar oluşuyor. Kasap, kendisini popüler hale getirebilmek için artık tüketimin en çok kışkırtıldığı mecra olan sosyal medyayı kullanıyor. Bir fenomen haline geldiği sosyal medya piyasasında, ete cinsel bir kimlik katıyor, eti öperken pozlarını paylaşıyor, et ona “parçala beni,” diyor. Bir başka deyişle, hayvan, cesediyle birlikte bir arzu nesnesine dönüşüyor. Kasap olan erkeğin son paylaştığı pozunda inekler bir çember halinde hapsedilmiş ve tam ortalarında, o durmakta… Bu pozu, Etin Cinsel Politikası’nı yazan Carol J. Adams görse, sanırım ikinci bir ciltlik yorum üretebilir. Bir başka deyişle, ataerkillikle yoğrulmuş antroposen çağın o fotoğraf simgesi olabilir. “İnsanoğlunun” merkezini oluşturduğu tahakküm arzusunun gerçek bir yansısı…

Veganlığın, bu çağda, sadece etsiz bir beslenme biçimi olmadığını, aynı zamanda tahakküm ilişkisine kökten itirazın olduğu bir yaşam biçimine çağrı olduğu söylenebilir. Vegan etik kavramında, insanın hayvana tahakkümüne itiraz edilirken, hayvanın üstünlüğünü iddia eden mizantropik bir bakış da bulunmuyor. Bitkisel gıdalar temin edilirken, gıda endüstrisinde çalışan, örneğin kakao üretiminde olduğu gibi, emekçilere tahakküm uygulanıp olmadığı da vegan etiğin meselesi. Bu yüzden tekelleşmenin ötesinde gıda zincirinin daha kısa olduğu, üretenden tüketene ilişkinin aracılarının azaldığı bir zincir tahayyül ediyor. Bir başka deyişle, vegan etik anlayışı tüm tahakküm sistemlerini sorguluyor. Ancak bu sorgulama için, insanlarla hayvanların ilişkisinin iyi bir başlangıç olduğunu söylüyor.

Carol J. Adams, bu itirazı feminizmle bağlantılı olarak, Etin Cinsel Politikası’nda kuramlaştırırken, hayvanların cinselleştirilmesine ve bitkinin yanı sıra etin de yenmesinin yani hepçilliğin hegemonik erkeklikle bağlantısına dikkati çeker. Ancak, Adams, Etin Cinsel Politikası’nı anlatırken, özcü bir yaklaşımdan kaçınır. “Kadınların tek başlarına et yemeyi bırakması gerektiğini iddia etmek etin cinsel politikasının ekmeğine yağ sürmektir,” diye yazar. Mark Hawthorne “Vegan Etik” ile daha şefkatli bir dünya kurulabileceği iddiasını dile getirir. Şefkat gibi duygular toplumsal cinsiyet kalıplarında kadınla özdeşleştirilir. Adams’ın burada da haklı bir itirazı vardır: “Kadınların özleri itibarıyla “şefkat gösterdiklerine” inanmıyorum ama inanıyorum ki şefkatli olmak ve ilişkilerin önemini kabul etmek hepimizin özünde vardır.” Adams, kitabında, hayvanların ilkin insan dilinde özgürleşmesi gerektiğini söyler ve hayvan özgürlüğüne dayalı bir yazın kuramının da temellerini atar. Dünyada hegemonik bir dil olan İngilizce’deki zamirlerin yapısına işaret eder. Erkek için “he”, kadın için “she”, hayvanlar ve cansızlar içinse “it” zamiri kullanılmaktadır. Cinsiyet belirtilmeyen insan için de “he” zamiri kullanılır. Bir başka deyişle, İngilizce’de yaratılan hiyerarşide, dişi olan ikincil, hayvan ise cansız nesnelerle eştir.

Erkekmerkezci ve insanmerkezci dilde başlayan tahakküm ilişkisi, aslında yine dille ifşa edilir ve yarattığı yara onarılmaya çalışılır. Hayvan özgürlüğüne dayalı bu itiraz ve çelişki, edebiyat ve şiire de taşınmıştır. Bunların başında da Margaret Atwood gelmektedir. Atwood’un altmışlarda yazdığı, “Yenebilir Kadın” ismini taşıyan, “Evlenilecek Kadın” olarak Türkçeleştirilen ilk romanı, üreten tüketen, av avcı ilişkisini çok katmanlı olarak ele alır. Marian, Peter ile yaptığı ideal evliliğinde, bu hiyerarşik ilişkiye kafa yordukça, eşinin tabağındaki hayvanla kendi bedeni arasında duygudaşlık kurmaya başlar. Tabakta parçalanan, bölünen, sindirilen Marian’dır. Marian, tahakküm ilişkisini farklı bir yerden kırar, kendisi et yemeyi bırakır ve vejetaryen olur ve elbette “ideal evliliğine”, toplumun onu sokmaya çalıştığı “ideal eş” normuna başkaldırır. Zihninin sindirilmesine izin vermez.

Türkçede vegan sözü edebiyata, romanlarına taşıyanlar arasında Buket Uzuner de dikkati çeker: “Bizim mutfağımız için et temelli demek cehalettir. Anadolu mutfağımız bakliyat ve yoğurt gibi çok önemli iki protein temellidir. Ege ve Akdeniz bölgemiz zeytinyağlı sebze yemekleriyle vegan mutfağın analarından biridir aslında.”

Ataol Behramoğlu da hayvanlarla yaşamdaş olma fikrini şiirine taşımıştır. Behramoğlu “İneklere Övgü” şiirinde şöyle yazar: “Akşamüstü otlaktan dönüşleri/Bir başkadır öteki hayvanlardan/Ne kargaşa, ne şamata, ne çıngırak sesi/Belki derin bir ‘mo’ kimi zaman…/Sonsuz değişmezliğin simgesidir onlar/Ve yüce bir ağırbaşlılığın/İneklere armağan olsun bu şiir/Güvencesine durağanlığın…”

“Gözleri olan hiçbir canlının ölüsünü yeme hakkını kendinde görmeyen” Murathan Mungan’sa dünyadaki tahakküm ilişkilerinin birbirine benzerliğine dikkat çeker… ve birbirini doğurduğuna. Sınıf ve kimliğe ilişkin farklılıklara yaslanan hiyerarşi ve tahakküm eştir: “Bir hayvan boğazlanırken/kanlar içinde kalır melekler/görünen mezbahalarda/görünmeyen melekler//Melekleri görmeye kapalı gözler/kapalı görmek istemediği zulümlere de//Sistemin görünmeyen mezbahalarında/işlemler, işlemciler, işletmeciler//Sayılarda saklanan sayılmayanları kimden bilirler?”

Elif Sofya günümüz edebiyatında hayvanların özgürlüğüne yönelik itiraza, şiiri içinde yüksek bir ses çıkarabilmiştir. Kendisiyle yapılan röportajlarda da Adorno’nun sözünü hatırlatır; “Auschwitz, bir insan bir mezbahaya bakıp da ‘ama onlar hayvan’ diye düşündüğü zaman başlar.” Sofya, insan ile hayvan olma arasındaki ekotonda poetikasını dolaştırır: “Bana iyi bak ben/Sonra hayvan olacağım/Sonra çağlar dökeceğim tarihine dünyanın”

Vegan etik türcülük karşıtı bir anlayışa sahip olduğundan, yapısı itibarıyla özcü yaklaşımlarla özdeşleşemez. Bu bağlamda Judith Butler’la birlikte günümüz düşün dünyasının önemli bileşenlerinden biri haline gelen queer kuramla vegan etik birbiriyle konuşabilen iki fikirdir. Her ikisinin de iktidara bulanmış tahakküm ilişkileriyle derdi vardır. Butler, queer kuramdaki itkisini, Alev Özkazanç’ın alıntıladığı gibi söylersek, “mahrum edilmiş olan, hakları tanınmamış bir kişi ya da kolektifin, bunu yapmasını mümkün kılan bir uzlaşımın mevcut olmadığı bir durumda, yaşanabilir bir hayat için hak ve yetki iddia ettiği alanlara alan açma” olarak belirtmiştir. Vegan etik de bir “yaşamı mümkün” kılma filidir.

Karanlığa alışmış gözlerle dünyaya bakmayı becerebilen, bir başka deyişle queer estetiğin şiirlerinde fark edildiği Buğra Giritlioğlu da vegan karşı çıkış şiiriyle okuruyla buluşabilmiştir: “sormayın artık neden diye/zaten hafızam zayıf:/dinledim izledim okudum/ikna oldum bir kere/pratiğe döktüm (hayır, hiç de ‘zor olmuyor’)/unuttum gitti sonra/nedenlerini/sormayın artık”

Vegan karşı çıkış şiirleri arasında dünyaca bilineniyse Fran Winant’a aittir: “Bilmediğim her neyse/Hala şansım var öğrenmeye/Şimdi eğer yalnızsam/Onlara sonra katılacağım diye/Şimdi eğer zayıfsam/Şansım var güçlenmeye/Adım adım/Öğrenirsem, şansım var öğretmeye/Öğrenirse başkaları önce/İnanmalıyım ki/Geri gelirler bana öğretmeye/Yavaş yavaş başlarız/Çalınanı iadeye/Hakkımız bedenimizi denetlemeye/Bilgimiz mücadeleye ve inşa etmeye/Aşımız büyütmeye/İlacımız şifa vermeye” Winan’ın şiiri “Pilav ye, kadınlara inan” diye başlar.

Bir ihtimal daha var:

“Pilav ye, queere inan.”

Ayşegül Tözeren
diğer yazıları