yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

YARATMAYA, CESARETE, SANATA DAİR

YUSUF YAĞDIRAN

İnsan üzerinde çalışırken onu parçalara bölmeyen ve insanlığını bozmayan bir bilimin olanaklılığı varsayımına dayanan varoluşçu psikoterapi, nevrozun dünyaya uyum sağlamanın yaratıcı bir yolu olduğunu belirleyip nevrozun içindeki yapıcı gizilgüçleri ortaya çıkarmaya odaklanır.

Kişiler, bu dünyada ve kendi problemleri konusunda, dünyayı kendileriyle olan ilişkisi içinde yakalarlarsa bir şey yapabilirler. Bu da tamamıyla “farkındalık”la ilişkilidir. Terapide amaç, hastaya gizilgüçlerini gerçekleştirmesi için yardım etmektir. Terapinin getireceği muhtemel sonuç ise uzun, kısa, sonlu ya da sonsuz bir yalnızlık sürecidir. Birey kendi varlığını kazanabilmek için geçmişten getirdiği varlığını gözden çıkarabilmeli; hastalıkla, acıyla ve kaygıyla yeni durumuna hazırlanabilmelidir. Kendini dünyada yitirmek, kişiliğin merkezini boşaltacağı için kaostan kosmosa varabilecek büyük bir olanağa göz kırpar. Bu varoluşun gerçekleşebilmesi için iki ana izleğe ihtiyaç duyar insan: “Yaratma” ve “Cesaret”.

Varoluşçu psikoterapinin öncü isimlerinden Rollo May; Varoluşçu düşünürlerin “umutsuzluğun yokluğu” olarak tanımladıkları cesarete “umutsuzluğa rağmen ilerleyebilme yetisi” der. İçteki “boşluk” dışla bir “duygusuzluk” ilişkisidir,” saptamasıyla, uzun vadede bu duygusuzluğun “korkaklık” olarak biriktiğine dikkat çeker. İnsanların çoğu zaman cesaret kılığında sergiledikleri tavırların karşılığının ise “gözüpeklik”ten başka karşılığı olamayacağını vurgular. Bu tip tavırlar, kişinin bilinçdışı korkusunu örtmek için kullandığı sıradan bir kabadayılıktan öteye geçmemektedir çünkü. Cesaretse ancak aşağıdaki gibi sınıflandırılır ve anlamlandırılırsa yaratmayla ilişkilendirilebilir:

  1. Fiziksel cesaret: Gövdenin adale gücüne dayanan insanı geliştirmek için değil, duyarlığın serpilmesi için kullanılması.
  2. Moral cesaret: Kişinin kendi duyarlığını/benliğini diğer insanların acısını görmeye yöneltebilmesi (eşduyum).
  3. Toplumsal cesaret: Yaşam korkusu ve dolayısıyla ölüm korkusuyla yüzleşen insanın diğer benliklere katılıp kitlelerle özdeşleşebilmesi.
  4. Yaratıcı cesaret: Bireyin; gündelik, duygusuz, alışılageldik olandan hiçbir zaman hazzetmeyerek “soyun yaratılmamış vicdanına doğru yürümesi”.

May, yaratıcı sürecin duygulanımsal sağlığın en yüksek derecedeki betimi olduğu ve kişilerin kendilerini gerçekleştirme edimlerinin bir dışavurumu olarak keşfedilmesi gerektiği tezinden yola çıkıyor. Sahte, kaçak yaratıcılık ile has yaratıcılık arasındaki ayrıma dikkat çekerken diyalektiğin temel mantığını bir kez daha kaçınılmaz biçimde karşımıza koyuyor: “Yaşama değer olarak katılacak şey orada tam karşıdadır. Kişi, karşısındaki değer olasılığını ya nefretle ya da sevgiyle var edecektir. Sonuçta ya kaderi onu yener, özgürlüğünü yitirir, değer yaratamaz ya da kaderiyle özgürlüğünün diyalektik sentezini kurar, değer yaratır, varolur.”[1] Bu noktada karşılaşma, daha çok nesnel dünyayla gerçek bir ilişkiyi temsil eder. Dünya bir kişinin içinde varolduğu anlamlı ilişkilerin bir modelidir ve o kişi, bu dünyanın tasarlanmasında yer alır. Olmakta olan daima bir süreçtir, bir yapmadır. Ve en nihayet yaratıcılık, bilinci yoğunlaşmış insanın, kendi dünyasıyla karşılaşmasıdır.

Yaratıcılığın bilinçdışı olmadan tam anlamıyla değerlendirilemeyeceğini söyleyen Rollo May, “Bilinçdışı, bilincin derindeki boyutudur,” tümcesiyle özetlediği savını şu ifadelerle destekliyor: “Bir çeşit kutupsal çatışma içinde bilince yükselen kaygı, suç, coşku vb. duygulanımlar yeni bir kavrayış olarak varolur.[2] Yeni bir kavrayışın ve bu yolla tetiklenen bir yaratma ediminin diyalektik karşılığı da apaçık ortadadır: Yıkma edimi. Kişinin kendisini özgürlük olarak kavraması; geçmişi ve geleceği arasındayken kendisini kendisiyle hiçlik arasında bir kayma olarak yakalaması, anlaması, bu yüzden de kendisini sürekli olarak seçme zorunluluğu içinde bulması, bilince yansıyan pek çok derin duygulanımı var eder.

Tam da burada, aynı izlekte, yolumuza ışık tutan şeyler söylüyor Marguerite Duras: “Yazan kişinin, çevresindeki öteki insanlarla arasına her zaman bir mesafe koyması gerekir. Yalnızlıktır bu. Yazar, yazılı şeyin yalnızlığıdır. Yalnızlık hazır bulunmaz, oluşturulur; yalnız başına oluşturulur.”[3]

İnsanın yaşamında bir an gelir –ki yazgısal bir andır, kaçamazsınız- o anda her şeyden kuşkulanırsınız. Evliliğinizden, dostlarınızdan… Bu kuşku, kendi çevresinde büyümeye başlar. Yalnızlığın kuşkusudur bu. İşte bundan dolayı herkes yazar değildir. İnsan, içinde hep bir yabancıyı barındırır; yazmak, işte o yabancıya ulaşmaktır. Kuşku, yazmaktır. Yazı, yabanıl kılar insanı. Yaşam öncesi bir yabanıllığa ulaşırsınız. Her şeyden korkmanın yabanıllığı, farklı ve yaşamın özünden koparılamaz bir yabanıllık. Yazılan şey, gece ortaya çıkan hayvanların çığlıklarıdır. Toplumun kitlesel ve umut kırıcı sıradanlığı, çekilen acıdır. Ve en çok da bu yüzden yazar, bir çelişkidir. Aynı zamanda da bir anlamsızlık. Kurtuluş, gecenin yerleşmeye başlamasıyla gelir. Dışarıda çalışma durduğunda. Geriye o lüks kalır, gecenin içinde yazma lüksü.

“Kitlesel sıradanlık”, varoluşun (ve dolayısıyla yaratmanın) önündeki en büyük engeldir. Bu engeli, bir eşiğe dönüştürmekten başka yol yoktur yazarın önünde. İnsanların içine sindirdiği, uyum sağladığı, alıştığı bu her şeye karşı avaz avaz bağırmaktan başka yol yoktur. Marguerite Duras o kadar güzel anlatıyor ki bu eşik hâlini. “Her zaman egemenliğini sürdürecek olan ve bizi ağlatan çalışma dünyasının bu cehennemi, adaletsizliğidir. Fabrikaların cehennemi, patron takımının hor görmesinin getirdiği zulüm, kapitalist düzenin dehşeti, bu dehşetten doğan mutsuzluklar, zenginlerin kendi başarısızlıklarından bile proleteryayı sorumlu tutması ve proleteryanın bunu neden kabullendiğinin çıldırtıcı anlaşılmazlığı… Oysa çok kalabalığız, bunun böyle daha uzun süre gitmeyeceğine inananlar gitgide çoğalıyor. Hepimizin kafasına bir şeyin dank ettiği, belki de onların onur kırıcı, bu arsız metnini yeniden okuyup incelememiz gerektiği ortada. Evet, yapılması gereken bu. Üstelemiyorum, kenara çekiliyorum. Ama ben, tüm insanlarca duyumsanan şeyi dile getiriyorum, duyumsadıklarını yaşamıyor olsalar da.”[4]

“Yaratıcılıkta bir sınırlandırma olarak biçim” üzerine kafa yoran May, sanat özelinde deneyimlenen yaratma edimine odaklanırken tıpkı Marguerite Duras gibi, “faşizmin kuluçkaya yatmış tavukları”nı asla ıskalamıyor. “Sonuçta sanat bağlamında yaratıcılık, kendiliğindenlik ve sınırlamalar arasındaki gerilimden doğmaktadır ve sınırlamalar, kendiliğindenliği sanat eseri için as’lolan farklı biçimlere zorlar,”[5] derken sanatın doğasına işaret ediyor. Biçimin yaratıcı edim için esas yapı ve sınırları sağladığını anımsatıp algımızın imgelemimiz kadar dış dünyanın deneysel olguları tarafından da belirlendiğine dikkat çekiyor. Bu kapsamda çok incelikli bir imgelem tanımıyla karşı karşıya bırakıyor bizi. “İmgelem; bireyin, bilinçli zihninin önbilinç eşliğinde doğup gelen fikirler, itkiler, imgeler ve her çeşitten diğer psişik olguyla topa tutuluşunu kabullenebilme yetisidir.”[6]

Klasik mantığın temeli, bir olgunun/kavramın içleminin ve kaplamının belirlenmesine dayanır. Onda içkin olanı ve aşkınlık olarak adlandırabileceğimiz yok olma durumunu belirlemeden, anlam alanını yaratabilmemiz söz konusu değildir. Bu gerçekliğe demir atan Rollo May; kendini gerçekleştirme ereği ile cesaret, bilinç, bilinçdışı, duygulanım, nesnel dünya ve ille de yaratma edimi arasındaki ilişkiyi irdeliyor. Sanatın, yaratma ediminin en yalınkat görünümü olduğunu dile getirirken felsefe öncesi düşünüşten bugüne, Apolloncu ve Dionysosçu hareket tarzının diyalektik karşıtlığını/birlikteliğini psikanalizin olanaklarıyla birleştirerek büyük bir olasılıklar zemini yaratıyor. Ve en nihayet karşımıza, sanata yönelme biçimimizi kökten sarsacak ve yepyeni bir dünyaya gebe kaotik bir sayrılık çıkarıyor.

Olguların ve kavramların birbirine geçtiği, her paragrafın özerklik ilan ettiği enteresan bir yazı oldu sanırım. Geleneksel düzyazı mantığına uydurmaya çalışmayacağım. “Yaratma Cesareti”nden söz ediyorsak düzen ve huzur aradığımız şeyler olamaz. Bırakın kaos halinde dönenip dursun gözeriminde. Çünkü Rollo May’in anlatmak istediği tam da böyle bir olanaklılık hali: “Her şey olabilecek bir şey!”

[1] Rollo May, Yaratma Cesareti, Metis Yayınları, 2019

[2] Rollo May,  Age.

[3] Marguerite Duras, Yazmak, Can Yayınları, 1999

[4] Marguerite Duras, Age.

[5] Rollo May,  Age.

[6] Rollo May,  Age.

diğer yazıları