yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

YAŞAR MİRAÇ: YENİ TÜRKÜ, YARIM KALAN BİR TÜRKÜ OLDU

Yeni Türkü deyince aklımıza müzik grubu geliyor. Oysa Yeni Türkü 1978 yılının ilkbaharında yayın hayatına başlayan ve üç sayı çıkan bir sanat gazetesi. Yaşar Miraç’ın kurucusu olduğu sanat gazetesinin yayın çizgisi Anadolu folklorundan beslenen, lirik ve müzikal bir anlayışa sahipti. Derginin kadrosundaki genç şairler, devrimci sanatı işçilere ulaştırmaya çalıştı.

 Daha sonra Yeni Türkü, yayınevi olarak yaşamını sürdürdü. Ozan Telli, Barış Pirhasan, Ahmet Erhan, Turgay Fişekçi, Adnan Özer, Haydar Ergülen, Hüseyin Ferhat ve Behçet Aysan gibi şairlerin kitaplarını edebiyatımıza kazandırdı. Trabzonlu Delikanlı kitabıyla 1980’de Türk Dil Kurumu Şiir Ödülü’nü kazanan Yaşar Miraç, Kenan Evren tarafından hedef gösterilince yurtdışına çıkmak zorunda kaldı. Bu koşullarda Yeni Türkü Şiir Yayınları sonlandı.

Yaşar Miraç’la Yeni Türkü sanat gazetesini, Yani Türkü Şiir Yayınları’nı, 70’lerin edebi atmosferini konuştuk.[1] Miraç, Yeni Türkü için “Şiirimizim 12 Eylül 1980 faşist darbesinden sonra biçimci, bunalımcı, bireyci ve apolitik yönelimi önleyemese de 70’li yılların yükselen devrimci dalgasının son çığlığı olarak niteleyebiliriz.” diyor.

Yeni Türkü’ye gelmeden önce toplumcu şiire yönelişiniz nasıl oldu? Dönem atmosferi şiirinizi nasıl etkiledi?
Çocukluk dönemimde yazdığım şiirleri 2002’de yayımlanan 1001 Şiir kitabıma aldım. Orada görüleceği gibi önce hece ölçülü, uyaklı şiirler yazmışım. Sonra Garip şiirine benzeyen daha serbest tarzda, kısa şiirler… Konu olarak etkilendiğim, yaşadığım olaylar tavır olarak da kimi haksızlıklara karşı olmak, doğruluk, dürüstlük, halktan yana olmak diyebileceğimiz bir tutum. Lise sondayken bir ara İkinci Yeni tarzı olan şiirler de yazdım. Bir tür oyun gibi…

Benim toplumculuğum sonradan kitap okumayla olmadı. Çocukluktan başladı. Zaten babam ilerici, aydın bir halk insanıydı. Mustafa Kemal’i, cumhuriyeti, laikliği benimsemiş bir insandı. Bizim eve çocukluğumdan beri Cumhuriyet gazetesi girerdi. Babam ara sıra Çetin Altan’ın yazılarını sevdiği için Akşam gazetesi de alırdı. Lise yıllarımda devrimci kuramsal kitaplar ve de toplumcu yerli-yabancı şairleri-yazarları okuyup duruyordum. Nâzım Hikmet’i, Hasan Hüseyin’i, Attila İlhan’ı, Dağlarca’yı, Cahit Külebi’yi, Ceyhun Atuf Kansu’yu, Fakir Baykurt’u, Orhan Kemal’i, Yaşar Kemal’i, Sait Faik’i ve daha nicelerini… Bunlar benim toplumculuğumu geliştirdi, bilinç düzeyimi arttırdı.
O zamanlar toplumcu içerikli şiirlerimi arkadaşlarım beğenseler de “Niye Nâzım gibi yazmıyorsun?” diye sitem ediyorlardı. Ben de “Her şair kendi şiirini yaza yaza bulmalı” diyordum. Aslında tüm okuduklarımdan çıkardığım bir ders vardı: Lirik, akıcı, anlaşılır bir şiir… Öyle bir şiir ki hem aydın insanlar hem de sıradan halktan insanlar, emekçi, esnaf, memur, kentli, köylü, benim şiirlerimi okuduğunda beğensin, anlayabilsin… O zamanlar şiir üzerine böyle düşünüyordum. Şimdi de hemen hemen öyle… Yalnız bugün buna ek olarak “bazı şiirleri herkesin anlaması gerekmez. Ya da herkes anlayamayabilir. Çünkü özel bilgiler gerektiren konularda ve yoğunlukta yazılmış olabilirler. Bir şairin herkesin anlayamayabileceği şiirleri olabilir” diye düşünüyorum. Örneğin Nâzım Hikmet’te bile “Kız Çocuğu” şiirini herkes anlayabilir de “Saman Sarısı”nı herkes anlayamayabilir.

Lise son ve sonraki yıllarda 70-71 olmalı Trabzonlu Delikanlı’daki şiirleri yazmaya başlamıştım. Kendi yaşantımdan, gördüklerimden, kendi kendimden, bölgemin ve kentimin ritimlerinden kaynaklanan şiirler… Benim için şiirimin olmazsa olmazı lirik, ritmik, akıcı olmasıydı. Dünyanın herhangi bir yerinden değil Trabzon’daydım ve şiirim bu kentin, bu bölgenin havasını solumalıydı. Zaten doğal olan da buydu. Türkülere, şarkılara, masallara, oyunlara meraklıydım ve müziği de çok seviyordum. O şiirleri yazarken bu doğallık içinde yaşadıklarım dizelere döküldü diyebilirim.


“Yeni Türkü”ye gelirsek… Bir sanat gazetesi çıkarma fikri nasıl ortaya çıktı? Hikâyesini sizden dinleyebilir miyiz?

Yeni Türkü işte tam da böyle bir şiir anlayışından başka bir şey değildi. Ankara’da öğrenciyken toplumcu-devrimci etkinliklere katılıyordum. Bilimsel sosyalizme inandığım için TİP, TSİP gibi partilerde çalışıyordum. Ankara’da TÖB-DER’deki Birlik-Dayanışma grubundan arkadaşlarım vardı. İGD (İlerici Gençlik Derneği) ve İKD’li (İlerici Kadın Derneği) arkadaşlarım vardı. Bunların çalışmalarını beğeniyor, doğru buluyor, destekliyordum.
Bu arada İstanbul’da Sanat Emeği dergisi yayınlanmaya başlamıştı. Bu dergiyi de destekliyordum. Fakat biraz kitabi ve aydınca buluyordum. 2-3 yıldır dergilerde şiirlerim yayımlanıyor, ilgi görüyordu. Daha renkli ve coşkulu, gazete biçimli bir dergi çıkarmak istiyordum. Öyle bir dergi ki hem sendikalar, temsilciler yoluyla işçilere, emekçilere dağıtılsın hem de kalabalık meydanlarda, caddelerde gelip geçen insanlara satılabilsin… İşte Yeni Türkü böyle bir dergi olarak doğdu.
Tabi istediklerimi, düşündüklerimi tam olarak yerine getiremedim. Yine de ilginç bir deney oldu. Ahmet Erhan (ki içine kapalı sakin bir kişiliği vardır) bile Kızılay’da bağıra çağıra Yeni Türkü sattı. Türkiye’nin en uzak kasabalarından yüzlerce destek mektubu aldık. Yeni Türkü’yü basan matbaa ofset değildi. Tipo baskı olunca, renkli için yeniden yeniden basılması gerekiyordu. Bunun için özenle davransınlar diye matbaa emekçilerine baklava götürdüğüm de oldu. Bir ara derginin adresini gösterdiğim Kızılay’daki bir pasajdaki arkadaşım rahmetli Nusret’in dükkânına polisler gözdağı için baskın yaptı.


Fotoğraflar: Kadir İncesu


Üç sayı çıkan sanat gazetesinin yayın çizgisini biraz açıklayabilir misiniz?

Yeni Türkü’de Nâzım da vardı, Neruda da vardı, biz gençlerin şiirleri de vardı, Cahit Külebi de Ceyhun Atuf da vardı. Ve dergi işçilere, emekçilere, gençlere sesleniyordu. İlk sayı bir açılış, selamlama sayısıydı. İkinci sayı mayıs ayına denk geldiği için ağırlıklı konu 1 Mayıs’tı. Üçüncü sayı çalışan çocuklar, çıraklar üzerineydi. Bir dosya kâğıdı boyunda bir yapraklı Kiraz Küpe isimli çocuk eki vermiştik. Dördüncü sayı için konu ağırlıklı olarak gecekondulardı. Ne yazık ki onu çıkaramadık. Her sayıda “Arkadaşça” başlıklı bölümde bize gönderilen şiirleri değerlendiriyor, şiirleri, yazıları ayrı renklerde basıyorduk.


Kapanma hikâyesi oldukça ilginç… Sanat gazetesinin kapanış sürecini sizden dinleyebilir miyiz? O zaman neler hissettiniz, nasıl bir tartışma yaşadınız?

İlk sayıda düzyazı şiire örnek diye S. Üstüngel’in Savaş Yolu kitabından bir pasaj almıştım. Ben o zamanlar S. Üstüngel’i Türkiyeli Ermeni Komünist Vartan İhmalyan sanıyordum. Sonradan öğrendim ki TKP Genel Sekreteri İsmail Bilen’miş… Yine sonradan öğrendiğime göre meğer TKP’nin Ankara örgütünden kimileri bunu dert etmiş… Nasıl olur da S. Üstüngel’den alıntı yapar diye bana kızmışlar. Bereket, “Piyasada serbest satılan bir kitap, isteyen alıntı yapabilir ne zararı var, tam tersine daha çok kişi okur” diye savunanlar da olmuş ve bu nedenle bana karşı bir tavır alınmamış.

Fakat daha sonra derginin devrimci sendikalar yoluyla işçilere dağıtılması İGD Ankara Şubesi tarafından engellendi. İGD’den bir arkadaş bana “Dergi çıkmadan bize göstereceksin, biz onay verdikten sonra çıkacak” deyince ben de bunu kabul etmedim. Derginin sadece sendika şube lokallerinde bulunmasına izin verdiler. Temsilciler yoluyla işçilere dağıtılmasını engellediler. Bütün bunlar hevesimi kırdı ve 3. sayıdan sonra yayını sürdüremedim. Zaten birinci amacım derginin işçilere ulaşmasını sağlamaktı. Devam etmesi halinde dergi diğer şiirseverlere seslenen birçok dergiden farkı olamayacaktı. Ben de yayınını durdurdum.

Barış Pirhasan, Sanat Emeği’nde kaleme aldığı bir yazıda şöyle bir değerlendirme yapıyor: “Bu şiirlerde yığınlar içinde devrimci çalışma yapacak militanlara dünya kadar yarar sağlayacak bilgi vardır.  Emekçilerle bağ kurmanın, onları incelikle anlamanın üslubu, yolu yordamı konusunda militan bir şairin katkısına çok değer verilmesini diliyorum.” Pirhasan’ın değerlendirmesinden yola çıkarak şiir, örgüt ve örgütlenme ilişkisine dair neler söylemek istersiniz?
O yıllar devrimci eylemin yükseliş yıllarıydı. Devrimciler; kitlelere doğru ve haklı talepleri iletmeye çalışıyorlar fakat bunu yaparken çok politize olmuş bir dil kullanıyorlardı. Bildiriler ateşli cümlelerle kurulsa da biraz kitabi ve aydın edalı söylemler içeriyordu. Bu yüzden üniversite gençliği üzerinde, öğrenci gençlik üzerinde etkili olduğu kadar örneğin esnaf, memur, emekli, işçi üzerinde aynı etkiyi göstermiyordu. Barış’ın sözünü ettiği işte bu durumdaki, yani emekçilerle tam diyalog kuramayan devrimcilerin, örneğin benim şiirlerimde anlattığım halktan insan tiplerinin, onların öykülerinin devrimcilere halkla ilişkilerinde yararlı olacağı düşüncesiydi. Ben Trabzonlu Delikanlı’da bir kentte yaşayan, bir mahallede bilinen, rastlanan halktan kişileri onların yaşantılarını, onların sözcükleriyle, deyişleriyle, özgün tavırlarıyla dile getiriyordum. Yani yazdıklarım somut yaşayan insanlardı. Barış, devrimcilerin mahalle çalışmalarında bu ve benzeri şiirlerin işe yarayabileceğini söylüyordu.


Devrimci ve örgütlü bir şair olarak değerlendirirseniz, o dönemki örgütler “ideolojinin ön planda olduğu” bir sanat anlayışı talep ediyor muydu?

O yıllarda devrimci eylemler gençlikte, işçi kesiminde, aydın kesiminde art arda sürüyordu. Her gün bir eylemin içindeydik. Kimi yürüyüşte, kimi mitingde, kimi bir grev ziyaretinde, kimi öldürülen bir devrimcinin ya da aydının cenazesinde… Bu ortamı yaşıyorsanız bir şair olarak sizi etkileyen yönlerini dile getirmeniz çok doğal bir iştir. Bir örgütün, birilerinin size “şu grevin şiirini yaz” diye söylemesi gerekmez. Siz zaten yaşadığınız, tanık olduğunuz, etkilendiğiniz şeyleri yazarsınız.
Benim o dönemde böyle çok şiirim oldu. Dergilerde kitaplarda yayınlandı. Kimi şiirlerimin ilginç öyküleri vardır. Örneğin “Ajanstürk’ten Atılan 16 Basın İşçisinin Türküsü” gibi… Ankara’da Ajanstürk matbaasının önünden geçiyordum. 17-18 yaşlarında matbaa çırakları binanın merdivenlerinden ite kaka dışarı atıldılar. Genç işçiler binanın kaldırımında haklarını almak için direniyorlardı. Birine sordum “Ne oluyor” diye…Sendikaya üye oldukları için patron onları işten atmış. O şiiri orada yazıp onlara verdim. Bir iki saat sonra merak edip tekrar oraya gittiğimde polis gelmiş, sivil bir komiser elindeki telsizle birisiyle konuşuyor: “Kaldırımda, binanın önünde bağırıp çağırıyorlar. Şiir mi ne yazılı bir kağıt dağıtıyorlar.” Gerçekten genç işçilerin dağıttığı kağıtta benim yazdığım o şiir vardı. Meğer işçilerden biri otobüse atlayıp Ulus’taki DİSK Basın-İş lokaline gitmiş, şiiri daktiloyla yazdırıp, teksir ettirip getirmiş… Bildiri gibi dağıtıyorlar. Öyle sevinmiştim ki…

Bir de Epengle Tekstil Fabrikasında grev vardı. İşçiler işten atılmalarını protesto etmek için Ankara’ya gelmişler. DİSK sendikalarının birinin lokalinde onlarla tanışmıştım. Onlar için “Epengle İşçilerinin Türküsü” diye bir şiir yazdım. Onlar da şiiri bildiri gibi gittikleri her yerde dağıttılar, bir işçi de şiiri sazıyla besteledi, fabrikanın öndeki grev çadırında herkese çalıp söylediler. Yine “Dedeman Türküsü” şiirimi Dedeman işçileri her dörtlüğünü bir kartona yazarak otelin camlarına yapıştırdılar.
Bunlar ve bunlar gibi birçok şiirim o yıllardaki yaşanmışlıkla yazıldı. Bunları yazarken aynı günlerde başka konularda, örneğin aşk üzerine ya da doğayla ilgili, ilginç bulduğum beni etkileyen değişik konularda şiirler de yazıyordum. Yani şiir yaşantı gibi, yaşantıya eşlik eden bir arkadaş gibi doğallık içinde süren bir etkinlik oldu hep…


Dönem arkadaşlarınız grevde ve vapurda şiir kitapları sattığınızı anlatıyorlar… Halkın ve işçilerin ilgisi nasıldı şiir kitaplarına?

Yeni Türkü ve benimle ilgili kimi söylemler oluyor. Örneğin vapurda, grevde kitap satmadık, bize yakışan şeyler değil… Biz grevdeki işçilere ancak kitap bağışlarız. Bunu da gittiğimiz birçok grevde yaptık. İşçilere destek olmak için işçilere kitaplarımızı imzaladık, hediye ettik. İşçiler basma desenli renkli kapaklardan oluşan kitaplarımızı biçim olarak beğeniyorlardı. İşçilerin şiir alışkanlığı olduğunu söylemek pek zordu. Ama bir işçi kendine imzalı bir kitap verilmişse ona değer veriyor, onu evinde saklıyordu. Okuduğu zaman beğeniyor muydu? Ona bir şey diyemem. Bu biraz da işçinin bilinç ve öğrenim düzeyiyle ilgili bir konu. Kendi adıma söylersem benim birçok şiirimi rahatlıkla okuyup beğenen işçi arkadaşlara çok rastladım. Ahmet Erhan’ın, Ozan Telli’nin Turgay Fişekçi’nin birçok şiiri işçiler tarafından beğenildiğini tahmin edebiliyorum.

“Trabzonlu Delikanlı” kitabınız edebiyat dünyasında yankı uyandırdı. Cahit Külebi şiirinizden övgüyle bahsetti, Necati Cumalı ise gramer ve dil konusunda eleştiriler yöneltti. Bugünden baktığınızda şiiriniz nasıl bir etki yarattı o dönem? 
Benim usta ozanların gözünde olumsuz bir konumum olmadı. Cahit Külebi’den Ahmed Arif’e, Hasan Hüseyin’den Enver Gökçe’ye, Melih Cevdet’ten Cemal Süreya’ya, Dinamo’dan A. Kadir’e, Arif Damar’dan Atilla İlhan’a kimle tanışmışsam, karşılaşmışsam kitaplarım çıkmadan şair olarak benimsendim.

Necati Cumalı’yla birkaç kez karşılaştım. Her seferinde benim şiirlerimi beğendiğini, başarılı bulduğunu söylemiştir. Yalnız o şiirlerde noktalama imlerini pek kullanmadığımı, büyük harf kullanmadığımı kastederek bundan vazgeçsem daha iyi olacağını ima etmiştir. Ben şiirin kağıttaki görünümünün olabildiğince yalın olmasından yana olduğum için bilinçli olarak öyle bir yol izliyordum. Dilbilgisi ve yazım kurallarını değişmez kurallar olarak görmüyordum. Ankara Üniversitesi DTCF Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okuyup mezun olduğumdan bu konuda bilgiliydim. Örneğin “-cık” küçültme ekini şiirimde bolca kullanırken bu ekin yalnızca ad soylu sözcüklere gelir kuralını bozuyordum. Bu ek, eylem köklerine de gelmeliydi, ben bu görüşüme uygun sözcükler türettim, şiirimde bunlara yer verdim. Bugün de aynı düşüncedeyim. Dil öyle kalıp gibi hiç değişmeyen bir olgu olmadı benim için…

Şiirlerimin yankı uyandırdığı doğrudur ama ciddi bir tartışma ya da eleştiriyle karşılaştığını söyleyemem. Benim şiirimi eleştirenler ya da kötüleyenler dar-sekter fraksiyon takımın tutuculuğundaki yeteneksiz, kıskanç birtakım tiplerdi ki onların bugün şiirde, edebiyatta esamileri okunmuyor. Yoksa usta ozanlar ve eleştirmenlerden olumsuz bir eleştiri almadım.


Anadolu folklorundan beslenen, lirik ve özellik türküyü öne çıkaran bir şiir anlayışa sahiptiniz. Enver Gökçe’nin şiirleri 70’li yıllarda kitaplaşmıştı. Toplumcu şiirde türkü ve halk kültüründen en çok beslenen, yerel söyleyişleri şiire yediren şairlerin başında geliyor. Mesela Eğin Türküleri var… Bu çıkışı yaparken Enver Gökçe’den etkilendiniz mi?

Ben şiir yazmak için folklor araştırması, incelemesi yapmadım. Öyle yaparak şiir yazılmaz. Kendi türkümü, folklorumu, şiirimi ortaya koydum diyelim. Benim şiirlerim herhangi bir Anadolu türküsünü örnek alınıp yazılmış değil. Kendi türkülerimdir. Yalnız türküler de değil daha sonra yazdığım birçok şiir de şarkıyı denedim. Eğin Türküleri sevgili Enver Gökçe’nin üniversite bitirme tez konusudur. Enver abi onlara bakıp, onları kullanıp şiir yazmadı. Öyle şiir yazılmaz, yazılsa da şiir olmaz…

Cemal Süreya’nın “Folklor şiire düşman” tezine nasıl baktınız o dönem… Neler söylemek istersiniz?
Cemal Süreya benim şiirlerimi beğeniyordu. O yazıyı benim şiir dünyasına katılmadan çok önce yazmıştı. Yazıda kastettiği, eleştirdiği tavır bence doğru… Cemal Süreya o yazıyı folklor gibi, tarih gibi, felsefe gibi, coğrafya gibi ya da sınıf savaşımı, devrim gibi genel konuları bir malzeme olarak gören, bunları şiir için kullanılacak bir malteryal diye algılayan laf cambazlığı ve şair kurnazlığı yapan, gerçek o zaman olmadığı halde böyle numaralarla kendilerini ozan payesine yükseltmeye çalışan, yeteneksiz, içten olmayan ozanlar için söylemiştir. Ben üstüme alınmadım hiç.


Peki Dünya şiirinden beslendiniz mi? Hangi ülkelerin şairleri anlayışınıza yakındı? Nasıl bir etkileşim oldu?

O zamanlarda Türkçeye çevrilmiş şiirlerin çoğunu okudum. Lirik, coşkulu ve akıcı olanlarını sevdim. Bunların içinde Neruda, Lorca, Koço Ratsin, Yesenin, Seferis, Elitis, Ritsos gibi ustalar var. Elbette benim şiirlerime etkileri olmuştur.


Tekrar Yeni Türkü’ye gelirsek… Sanat gazetesi yayın hayatı bittikten sonra “Yeni Türkü Şiir Yayınları”nı kurdunuz arkadaşlarınızla… Kuruluş sürecini sizden dinleyebilir miyiz?

Yeni Türkü Yayınlarının kuruluşunda bana maddi olarak yardımda bulunan Rahmetli Fikret Ersezer ve Temel Yılmaz’ı unutamam. Gençliklerinde devrimci hareketlerde bulunmuş sonraki iş yaşamlarında da ilerici, aydın tavırlarını sürdürmüş bu iki hemşerimi her zaman minnetle anıyorum.

İlk 6 kitabı yayımladığımızda o zaman YAZKO’nun başında olan ve matbaası bulunan M. Kemal Ağaoğlu’yla olan çatışmamızı hiç unutmam. Kitapları onun matbaasında bastırmıştık. Basım ücretinin üçte ikisini ödemiştik. Son olarak 30 bin lira borcumuz kalmıştı. Nişantaşı’ndaki kitapları çıkan 6 arkadaşımız için imza günü talep etmiştik. Ağaoğlu, “Paranın tamamını ödemezseniz kitapları alamazsınız” diyordu. Ben de “Hiç olmazsa her kitaptan 100-150 tane alalım imza gününden sonra öderiz” diyordum. Nuh diyor peygamber demiyordu. Kabul etmiyordu.

O zaman aklıma şöyle bir yöntem geldi. Beyazıt’taki Süpürgeciler Çarşısı’ndan kocaman bir çiçek sepeti aldık. Kitapların 6’sını bir naylon pakete koydurup kırmızı kurdeleyle bağlattım ve sepete doldurup 30-40 takım kitabı önce Cumhuriyet gazetesine gidip başta İlhan abi (Selçuk) olmak üzere bütün yazarlara 500 lira üzerinden sattık. Sonra Milliyet ve Milliyet Sanat dergisine gittik rahmetli Akal Atilla, Zeynep Aral başta olmak üzere oradaki çalışanlara sattık. Cağaloğlu’ndaki kimi yayınevlerine gittik orada da sattık. 30-40 takım kitabı satıp üstüne birkaç bin lira ekleyip paraları M. Kemal Ağaoğlu’na ödedik. Böylece kitapları matbaadan alıp imza gününe yetiştirdik.

Hadi (Olcan) bey “Vallahi bravo bu gençlerin imzaladığı kitap sayısı Edip Cansever’in imzaladığı kitap sayısını geçti” demişti. Gerçekten çok iyi bir imza günü olmuş, hemen her şair 30-40 kitap imzalanmıştı. Aynı eylemi birkaç değişik semtte daha denedik. Ankara’da da yaptık. Kitaplar şiirseverler tarafından ilgiyle karşılanmıştı.

O sıralarda Yaşar Kemal’le karşılaşmamızda bana “Lazoğlu senin kitapları (Yeni Türkü Yayınları’ndan çıkan 6 kitap) Fransa’ya götürdüm. Gallimer Kitapevi’nde editörün masasına yaydım, bakın Türkiye’de neler oluyor. Sizde böyle şiir olayları oluyor mu? diyerek övünçle sordum” demişti.

Kitaplar Ankara, İzmir, Adana, Antep gibi Türkiye’nin her yerinde dağıtılmıştı. Kimi tanınmış kitapevlerine doğrudan kendimiz teslim etmiştik. Bu gibi kitapevlerinin irsaliye fişlerini o bölgede olan şairlere vermiştim. Onlar kitap dağıtımlarından üç ay sonra gidip hesap görecekler ve satılan kitap paralarını alıp kendi telif ücretlerinden düşeceklerdi. Örneğin Ankara’da Ahmet Erhan, Antep ve Adana’da Ozan Telli bu uygulamayla teliflerini almıştı.

Yayıncılık açısından da özgün işler yaptık. Her kitap 3 bin adet basılıyor, bunun 100 tanesi birinci hamur basılıyor ve ozana imza hakkı olarak veriliyordu. Satılan kitapların dağıtımcılarından almakta zorlanıyorduk, bu nedenle sık sık kavga etmek zorunda kalıyorduk. Hele devrimci diye bildiğimiz dağıtımcılar bize daha çok güçlük çıkarıyordu.


“Yeni Türkü Şiir Yayınları” nasıl bir yayıncılık anlayışına sahipti?

Bu kitapların basılmasına karar verirken politik görüş ölçüsüyle davranmadım. Tek ölçüt, içtenlik, özgünlük, şiir yeteneği ve başarısıydı. Bu yüzdem kitabı yayınlanan genç ozanların politik görüşüme yakın diye başarısız bir ozanın şiirlerini yayımlamadım. Zaten doğal olanı da doğru olanı da buydu.
Yeni Türkü Şiir Yayınları’nda ilk kez “İlk Yapıtlar” dizisi yapıldı. Ozan Telli, Barış Pirhasan, Ahmet Erhan, Turgay Fişekçi, Adnan Özer, Haydar Ergülen, Suat Vardal, Muzaffer Özdemir, Adnan Azar, Hüseyin Ferhat, Behçet Aysan, Mehmet Yaşin, Adnan Satıcı, Oktay Akıncı, Kemal Erdoğan’ın şiir kitapları yayınlandı. Daha önce Yeni Türkü Yayınları adlı broşür kitapçıklarda Erdal Alova ve Neşe Yaşın’ın kitapçıkları yayımlanmıştı.

Türkiye’nin şiir potansiyeli içinde elbette ki bu 15-20 ozan çok büyük bir oran tutmaz. Bugün aradan 40 yıl geçti, bunların birçoğu günümüz şiirinde yer olan ozanlar oldular. Demek ki belli bir başarı düzeyi tutturmuşuz.

Yeni Türkü için toplumcu şiirde farklı bir arayış, toplumcu şiire içeriden bir muhalefet olduğunu dair değerlendirmeler var. Katılıyor musunuz bu değerlendirmeye?
Toplumcu şiirde bir kalıp anlayış olmadığı için bizim şiirlerimizi “içerden muhalefet” diye nitelendirmek doğru olmaz. Biz toplumcu şiirin sentetik, kitabilik, yüzeysellik taşıyan yanlışlarını yapmamaya çalıştık. İçtenlik, yalınlık, doğallık ve tüm bunların temelinde lirik (ki ben bunu Türkü sözcüğüyle karşılıyordum) bizim genel tavrımız olmuştur. Zaman bizi doğruladı. 70’li yıllarda kendilerini “toplumcu” bizi “popülist” ilan edenler tarihe düzeysizliklerini gösteren belgeler bıraktılar.

Yeni Türkü bugün daha çok müzik grubu olarak biliniyor. Müzik grubunun isim babası sizsiniz. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Bu ismi onlara verirken röportajda anlattığım anlayışın müzikte de uygulanmasını ve örneklenmesini amaçlıyordum. Onlar da bunu başlangıçta büyük ölçüde gerçekleştirdiler. Sonradan biraz daha profesyonel bir grup olmalarından kaynaklı popülerliğe yatkın parçalar da yaptılar. Yine de şiirle ilgilerini hiç kesmediler…

Son olarak “Yeni Türkü” sanat gazetesi ve yayınevi şiirimize neler kazandırdı?
Dergi daha doğrusu sanat gazetesi toplumu-ilerici dergi geleneği içinde bence ilginç bir deneyimdi. Gerek boyut olarak gerekse içerik ve mizanpaj düzeni ve renk yönüyle alışılmışın dışında bir yayın örneği oldu. Eğer sürebilseydi, Garipçilerin Yaprak dergisi gibi etkin ve daha belirgin bir iz bırakabilirdik.
Yayınevi ise şiirimizim 12 Eylül 1980 faşist darbesinden sonra biçimci, bunalımcı, bireyci ve apolitik yönelimi önleyemese de 70’li yılların yükselen devrimci dalgasının son çığlığı olarak niteleyebiliriz. Yine yayınevinin 70’li yıllar boyunca şiire emek vermiş, özgün söylemler kazandırmış pek çok genç ozanın kitabının yayınlanmış olmasını sağlamak gibi bir görevi yerine getirdiğini söyleyebiliriz.

Yeni Türkü gerek dergi olarak gerekse yayınevi olarak yarım kalan bir türkü oldu. Yeni Türkü yarıda kalmasaydı, diyelim bu “İlk Yapıtlar” dizisinden 70-80 genç ozanın şiiri yayınlanabilmiş olsaydı Türkiye şiirinin 1980 sonrası yaşadığı olumsuz gelişim tersine çevrilmiş, Türkiye’yi kucaklayan içten, coşkulu, aydınlık, emekten ve güzellikten yana bir şiir ortamı ve eğilimi boy verebilirdi.
Bugün yaptıklarımız sevimli, güzel, ışıltılı, işler olarak anılıyorsa bu bizim içten ve doğal olmamızdan, devrimci-ilerici eylemin içinde doğrudan yer almamızdır. Sevincimizle, üzüncümüzle, çalışkanlığımızla, direncimizle bir halkın, emekçilerin, gençlerin ve çocukların duyarlılığını şiirimizde yansıttık. Bunu yaparken de yoğun emek verdik. İleride o dönemin şiirini kimler temsil ediyor denildiğinde değer bulunan ozanlar içinde bizlerden birkaçının adının bulunacağı şimdiden bellidir.

[1] Bu söyleşi İsmail Afacan’ın üzerinde çalışmalarını sürdürdüğü Tanıkların ve Araştırmacıların Anlatımıyla Türk Şiir Tarihi 1923-2000 başlıklı araştırma kapsamında yapılmıştır. 

İsmail Afacan
diğer yazıları