“Tarihsel çifte anlamlılığı tektipleşme ve nostaljiye karşı yönelen Modernlik[1]” 16. İstanbul Bienali’nin küratörü Nicolas Bourriaud’nun bir kurtuluş yolu olarak önerdiği, yerellik ve küresel olanın karşıtlığından kurtulmanın yolu. Disiplinlerarasılık yönteminin çok da temellendirilemediği, çünkü halihazırda disiplinlerdeki uzmanlık alanlarının pozitif bilimlere uyarlanmaya çalışıldığı ülkemiz ve benzer toplumlarda yukarıdaki öneri nasıl algılanacaktır?
Bir üst akıldan medet ummaya alışmış ve bu aklı sorgulamayan, aksine anlamadıkça saygı duyan zihinlerde bu tartışmalar nereye varacaktır? 1990’lardan sonra pozitif ve sosyal bilimler transdisipliner bir üretim yoluna girerler, bu durum bir tesadüf değil bir sonuçtur. Bourriaud’nun yukarıda alıntılanan, çok da iyi çevrilmemiş olduğunu düşündüğüm önerisi, batılı toplumlarda, 19. yüzyılın ikinci yarısından beri skandallara yol açan ve geleneklerin ‘yeni’ fikirler uğruna yok edilmesini hedefleyen modernist düşüncenin geldiği nokta. Tektipleşmeyi küreselleşmeyle, nostaljiyi de geleneksel olanla bağdaştırdığımızda, önerilen kurtarıcı, ‘Modernlik’ ne yazık ki sanatsal bağlamda bakıldığında yine kopuk kalıyor. Bu kopukluğun nedenleri çok uzun tartışmalara gebe, yıllardır da tartışılan ve pratik sonuçların çıkamadığı bir durum. Sanatı anlayabilmek için (anlamanın gerekliliği tartışılır) açıklama metinlerini, sanatçı biyografilerini okumak, tarihsel bağlamları bilmek, bilim ve felsefeden feyz almak mı gerekir? Daha da önemli soru; sanat bilgiye mi hisse mi hitap eder? Sanat üzerine yazılan çok sayıda kitabın ve makalenin sanat öğrencileri tarafından bile zor anlaşıldığı öngörülürse tek çözüm, yöntemi değiştirmekte. 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın ilk yarısına sığdırılabilecek insanlık tarihinin en kısa ‘hızlı’ dönemi, geleneksel anlatıların kırıldığı süreçtir. Alışkanlıklar bir lanet gibi insanı terk edemezken, bilimin ve felsefenin aldığı ivmeyi neredeyse aşan bir hızla sanatsal üretim ‘yeni’ önerilerini yaşam tarzlarına sindirmeye çalışmaktadır, henüz başarılı olamayacaktır. 21. yüzyılda yaşayan insan nüfusunun büyük çoğunluğu ‘modern sanat’ denildiğinde anlamamakla övünür. Çelişki tam bu noktada; yaşadığı zamanı yaşamayan ve nostaljik etiketlerle dünyayı yavaşlatarak kurtaracağını sanan çoğunluğun reddettiği şey aslında, öngörüsünü yitirdiği ve sorunun gerçek nedenlerine odaklanamadığı için günü kurtarmaya çalışan ‘küçük’ iktidar sempatizanlarına benzer. Kendini ari ırktan tanımlama noktasına kadar gelecek olan fakat açlığın ve sefaletin nedenlerini politik kurguda aramayan sempatizanlara… Modernist Dada hareketi saçmadır, savaşlar akıllıca… 1945 yılı iki büyük dünya savaşının bittiği yıl olmakla birlikte; Dünya Bankası’nın da kurulduğu yıldır, sonraki yıllarda UNESCO, Amerikan Marshall Planı ve daha birçok kendinden özür dilercesine ya da başka politik nedenlerle ekonomik yaptırımların olduğu süreçler başlar. Aynı yıllarda, Albert Camus ‘Veba’yı, Jean Paul Sartre ‘Akıl Çağı’nı, Simone de Beauvoir ‘İkinci Cins’i yazar, Roberto Rossellini’nin ‘Roma Açık Şehir’ filmi de görülmeye değerdir, Soyut Dışavurumculuk plastik sanatlarda kendini göstermeye başlar. Sonrasında ise akım ve hareketler yerini gruplara, kolektiflere ve bireysel üretimlerde bulunan sanatçılara bırakır, manifestolar çağı bitmiş, yerini daha geniş kitlelere ulaşan ‘eylemler ve performanslar’ sürecine bırakmıştır. Elbette bu resim ve heykelin üretilmediği anlamına gelmeyecek ancak farklı ve öteki sözlerin yayılımının iç içe geçen transdisipliner üretimlere yöneldiğiyle karşılaşılacaktır.
2019 yılında yapılan 16. İstanbul Bienali’ne genel çerçevede bakarsak, eleştirilecek birçok yön bulmakla birlikte kavramsal altyapısı temelli, sınırlı mekanlarda çok çaba gerektiren bir kurulumla düzenlenmiş bir sergileme olduğunu söyleyebiliriz. İstanbul başlı başına ‘Yedinci Kıta’ haline getirilmiş şehirlerden biridir. Birçok geleneğin çıkış noktalarından biri, birçok kültürün mirasının üzerinde ‘yeşeremeyen’ bir şehirdir. İktidarlar bir önceki iktidarlardan bu şehri telef ederek öçlerini alırlar, asla vazgeçilemeyen bir gelenek gibi. Dolayısıyla şehri kuşatacağı öngörülen, hatta şehre müdahale edebileceği düşünülen büyük boyutta bir sergileme yapılamamaktadır. Ancak, bir sanat izleyicisine bu noktada çok iş düşmektedir; bakıp geçmeyecek, görüp düşünecektir. Hislerimizin, baş ve işaret parmaklarımızın büyüttüğü görüntülerle çevrelendiği dünya ancak uzun uzun düşünecek zamanı ayırabilenlerin alımlayacakları ve belki de değişime önayak olabilecekleri bir dünyadır artık.
Son İstanbul Bienali’ne üç ana mekanda katılmak olası; MSGSÜ Resim ve Heykel Müzesi (Tersane İstanbul’un yerine), Pera Müzesi ve Büyükada.
MSGSÜ Resim ve Heykel Müzesi’nde bulunan Ursula Mayer’in Atom Ruhu filmine odaklanmadan önce, müzedeki genel kurulumdan bahsetmek gerekir. İronik bir biçimde İstanbul’un temsili haline gelen inşaat faaliyetleri müzenin içinde hareket eden izleyiciye Bienal’in temellendirildiği kavramsal çerçeveyi her haliyle hatırlatmaktadır. Bir odadan diğer odaya geçerken sanata şahitlik eden ve bir bakıma tüketen izleyici günün gerçeğiyle –yüzüne vurulurmuşçasına– karşılaşır. Bu karşılaşma İstanbul’da yaşayan biri için olağan bir durum olsa da süregiden bir inşaat faaliyetinin çift yönlü baskısını hissetmek olasıdır; ciddi bir kirlilik ve inşaat işçilerinin sanatseverlere(!) bakışı.
Sanatseverler, heyecan ve coşkularını hissetmek için bu tür büyük organizasyonları beklemektedirler, bir yandan da bahsedilen karşılaşmalara göz yummaya alışkındırlar.
Mekanın ana girişinden üst katlara doğru çıkıldıkça meditatif işlerle karşılaşılmaya başlanır, bu rahatlama alanları da bu türden bir zıtlığı küratörün çerçevesini belirlediği kavramsal dünyanın alt yapısına yönlendirir. Bourriaud, belki de sonradan sergileme mekanı olan Resim ve Heykel Müzesi’nin kendi sorgusuna ne kadar denk düştüğüyle karşılaşacaktır. Sergi kurulumunda son anda yetiştirilmiş olma hissini mekanların boşluklarındaki kurgusuzluk güçlendiriyor. Bazı odalarda bu boşluklar izleyiciye düşünme alanı tanırken bazılarında ise yalnız bırakılmışlık ve ne yapacağını bilememeyi doğuruyor.
Birbirleriyle ilişkilendirilmiş ve zaman zaman bağlantılanmış olduğunu düşündüren geçişler olmasına rağmen, Ursula Mayer’in Atom Ruhu filmiyle Anna Bella Geiger’in Yaklaşık yerleştirmesi sergilemede ardı ardına gösterilmemeli, nedeni ise Geiger’in kurgusunun ara bir alanda değil de özel bir alanda, tek başına, belki de diğer işlerden yalıtarak biraz daha mesafe koyarak sergilenmesi gerekliliği. Mayer’in Atom Ruhu filmi hem sanat tarihsel göndermeler içermesi hem de filmin metninin gücü ve dengesi açısından çok güçlü bir iş. Modernizm’in ‘yeni’ arayışında sanatçıların savladığı bir çok kavramı filmdeki figürlerin hareketlerinde görmek olası (Giacometti’nin Boşluğu Tutan Eller heykelinde kullandığı fikirden, Fütüristlerin hareket tekrarıyla hızı yakalama çabalarına, Gerçeküstücülerin çağrışım oyunlarından, Dadacıların kurgusuz-akışkan metinlerine dek) Bienal’in metninde film şu şekilde açıklanıyor; “Atom Ruhu, biyomedikal yeniliklerin arttığı yakın bir gelecekte geçen spekülatif bir anlatı. Trinidad ve Tobago’da geçen ve bu iki adadaki LGBT topluluğuyla çekilen film, kriyojenik olarak dondurulmuş bir Nuh’un Gemisi oluşturmak için tüm yaşam biçimlerinden DNA örneklerini inceleyen ve toplayan bir grup evrim genetikçisinin çalışmasını ele alıyor. Soyu tükenmiş medeniyetlerden arta kalan titreşimlerin hâlâ hissedildiği tekno-bilimsel bir sibernetik gelecek sunan video, bilim ve mitolojiyi harmanlayarak, hesaplama ve biyoloji teknolojilerinin insanlığın ve çevrenin gelecekteki tekrarları üzerindeki etkilerine odaklanıyor.”[2] Bu metinde geçen kavramların bir kısmını anlamayan izleyici bile, filmi izlediğinde, yakın bir gelecek kurgusu yapılmış olduğunu, bilimsel araştırma yapan bir grubun bir üst-insan topluluğu olmadığını, bilim ve mitolojinin birbirine karışan örgüsünü ve en önemlisi evrim genetiği uzmanı olan söz konusu kişilerin insanlık hallerini alımlar. Bu anlamda Bourriaud’nun ‘tektipleşme ve geleneksel olana karşı yönelme’ çağrısını da karşılamaktadır.
Atom Ruhu filmini, akışı takip edebilmek için birkaç kez izlemek gerekir, görüntünün de metnin de akıcı olması bu tekrarı sıkıcı kılmaz. Aksine, genel akıştaki hareket kontrastı ve benzer biçimde akan metin düşünceyi de hızlandırır. “Evrim, mutasyon, yağmur, dünya dışı, kontrol, genetik, ruh…” hızı yakalamaya çalışırken ilk kertede aklımda kalanlar, bir sonraki izlemede çoğalacaklar. Resimli kitaplar okumaktan kendini alamayan çocuktan, kavramların niteliklerini anlamaya çalışmayan olgun(!) insana dek artık herkes bir adım atmalı ve görsel bombardımanın hissizleştirdiği zihinlerini temizlemeli. Bilmediğimizden korkmak yerine bilerek bu korkuyu yenmenin ve bu korkuyu yaratanlara karşı durmanın zamanı gelmiştir, belki de.
[1] Özlem Akarsu (Röportajı), http://www.sanatatak.com/view/altermodern-nicolas-bourriaud-ile-bir-soylesi (Çevrimiçi 23.09.2019)
[2] https://bienal.iksv.org/tr/sanatcilar/ursula-mayer