Pınar Öğünç, 1997 yılından beri çeşitli gazete ve dergilerde muhabir, editör, köşe yazarı olarak çalışmış; aynı zamanda da edebiyatla uğraşmaya devam etmiş üretken bir gazeteci/yazar. İlk iş görüşmesine yazmış olduğu hikâyelerle giderek gazeteciliğe başlamış. Kendi tanımlamasıyla gazetecilik anlayışı, yazdıklarıyla birilerinin fikirlerini değiştirmek üzerine kurulu. Bu anlayışın kendini en net gösterdiği işinin, Asker Doğmayanlar (Hrant Dink Vakfı Yayınları, 2013) kitabı olduğunu düşünüyorum. Özellikle Türkiye gibi “her Türk asker doğar” öğretisinin kafalara kazındığı bir ülkede zorunlu askerliği reddeden on dört vicdani retçiyle yapılan bu röportaj kitap hem orijinal hem de cesur bir iş bana kalırsa. Öğünç, bu kitaptan önce iki ayrı röportaj kitap daha yayımlıyor: Jet Rejisör Çetin İnanç (Roll Kitapları, 2006), İnce İş (İletişim Yayınları, 2009). Edebiyat yolculuğu, üç röportaj kitabının ardından öykü kitaplarıyla devam ediyor: Aksi Gibi (İletişim Yayınları, 2015) ve Beterotu (İletişim Yayınları, 2019). Ayrıca pandemi döneminde Gazete Duvar’da uzun bir yazı dizisiyle “birbirimizin sesini, derdini duymaya, diğerinin dermanında kendimizinkini aramaya ihtiyaç var” diyerek görünmeyenlerin hikâyelerini anlatıp ardından Pandemi Zayiatı (İletişim Yayınları, 2021) kitabını çıkardı. Gelelim şimdi asıl konumuza, ilk romanı olan son kitabına.
Kolektif Kitap’tan Aralık 2023’te yayımlanan Şu Anda Burada mıyız? kısaca ve tanıtımında da yer aldığı şekliyle “bu çağın insanlarının zihninde, kalbinde, damarlarında dolaşıyor; prekarya kozmosunu kendine özgü bir bakış ve ustalıklı bir üslupla” anlatıyor. Buradaki tanımlamaya dair yorumumuzu saklı tutarak bu çağın insanına değinen romanı daha yakından inceleyelim.
“Evin başka bir odasında oturabilir, evrenin başka bir gezegeninde yaşayabilirlerdi. İkisini de onlar seçmedi.” diye başlıyor Şu Anda Burada mıyız?. Birbirlerini tam olarak nereden, nasıl tanıdıkları bilinmeyen, zaten bilinsin diye kaygı da duyulmayan bir toplamın hikâyesi. Sekiz kişi bir günü bir masa etrafında birlikte geçiriyor. Suzan, Ferda, Cihan, Kendal (Kenan), Erol, Doruk, Azra, Z. … Aslında o evde o masa etrafında olmak zorunda değiller ama Orada kalmaya devam ediyorlar ve bunun için kendilerine nedenler uydurup bir türlü gidemiyorlar. O an başka bir yerde olmamak önemli olduğundan o ânı yaşamaya bırakıyorlar kendilerini. Birilerinin birilerini tanıdığı, bazı nedenlerle yan yana gelindiği, tek gün ve tek mekân temelinde oluşturulmuş ama aslında birden çok yerin ve zamanın anlatıldığı bir roman. Kitap temelde iki bölüme ayrılmış, ilk bölüm daha çok masa etrafında birlikte oldukları zamanı anlatıyor. Sonra karakterlere özel bölümler başlıyor, bu bölümlerle birlikte anlatı zenginleşiyor, duygular yoğunlaşıyor. Özellikle karakterlerin anlatıldığı bölümlerde nesnelerle kurulan ilişkiler ayrı bir derinlik katıyor romana. Ferda’nın orkidesi, Azra’nın ağrı kesicileri, evdeki ansiklopedi ve diğerleri sayesinde karakterleri daha yakından tanıma fırsatımız oluyor. Bu toplam masa etrafında birlikte vakit geçirdiği bir gün boyunca gündelik sohbetler ediyor, susuyor, oyunlar oynuyor, hayallere dalıyor, bir şeyler yiyor “Azra ve Erol iki kutu konserve barbunya, soğan soslu mısır çerezleri, tırtıklı patates cipsleri, çilek kremalı rulo gofretler, portakal aromalı gazozlarla dolu iki poşetle döndü.” ama birbirlerine dair klasikleşmiş o tanımaya çalışma sorularını sormuyor. Sanki herkes bir şekilde birbirini tanımadan da olsa kabul etmiş ve o masa böyle dünyadan, şimdiden bağımsız bir yer olmuş.
Okur, romanın başlarında bir sürü soru işareti ve bağlantı kurma çabasına düşmüşken, karakterlerin hikâyeleri derinleştikçe, aralarındaki ortaklığı fark edip sorular sormaktan vazgeçiyor. O evin o masanın aslında zamandan ve mekândan bağımsız (içinde yer alan eşyalar ve bazı sohbetlerle bir o kadar da bağlantılı), bunların üstünde ve gerçeğin dışında (ama aslında tam da gerçeğin kendisi olarak) bir buluşma alanı olduğunu anlıyor. Zamanı eğip büküyor. Okur, aniden masadan kalkıp bir karakterin gençliğine gidebiliyor ya da kendini çocuk parkında bir kaydırakta bulabiliyor. Başlığın soru formunda oluşu ise incelikli bir oyun aslında. Şu anda ve buradaysak, buradayızdır diye düşünülebilir. Bu hem zamana hem de mekâna dair düşünsel bir yolculuğa çıkarıyor insanı. Zaman zaman durup kendimize sorduğumuz ben niye buradayım’ı da anımsatıyor.
Karakterlere gelince, sekiz ayrı hayat var ama ortaklaşılan bir şey de var bu hayatlarda. Hatta okuyucu olarak bizlerin de çok şey bulacağı bir dert ortaklığı. Romanın başarısı da bu ortaklaşmayı sadelikle anlatması. Karakterlerin bazılarından kısaca bahsetmek gerekirse, mesela Suzan’ın içinde olduğu durum. İstanbul’dan küçük bir şehre üniversite okumak için gitmiş. Coğrafya öğretmenliğinden mezun olduktan sonra bir süre o şehirde çalışmış, ardından işten atılmış. Sonra da sayısız iş başvuruları, retler, kirayı ödeyememeler, depresyon ve aile evine dönüş (ve tam bu noktada daha büyük depresyon). Son durumda yirmi sekiz yaşında bir işsiz. İş bulamadığı için evde sürekli diken üstünde, çok uyusa dert, bilgisayar başında olsa dert. “Evde kalsam bahaneler yaratıp annem odama giriyor gün içinde, ansızın, teftişe gelmiş gibi, suçüstü yapmak ister gibi…” Mezuniyet sonrası iş bulma telaşları, aileyle yaşanan gerilimler ve bu gerilimin insanda soğuk soğuk terliyormuş hissi yaratırcasına isabetli tarif edilmesi kuşkusuz okuyan herkesi etkileyecektir. Bir diğer isim ise Cihan. İngilizce iktisat mezunu. Otuzlu yaşlarının sonuna kadar ailesiyle yaşamış ardından, kendisinin bile çok geç kabullenebildiği eşcinselliğini ailesinin öğrenmesiyle birlikte girdikleri kavgayla bu düzen bozulmuş ve onu ayrı eve çıkmak durumunda bırakmış. “Ev arkadaşlarıyla hayat, duş perdesine dokunamamak, yan odalardan gelen en ufak sesin esiri olmak gibi takıntılarla Cihan’ı kısa sürede hırçınlaştırdı.” Son durumda otuzlu yaşlar ve maddi yetersizliklerden dolayı aynı evde üç kişi ve mutsuz bir yaşam. Cihan, önceleri bir şirkette iş hayatına başlayıp sonrasında freelance çeviri işleri yaparak hayatını devam ettiren bir karakter, yani gerçekte yüzbinlerce gençten biri. Kendal, liseyi bitirir bitirmez askere gidip döndükten sonra da iki yıllık mekatronik okuyarak üniversiteden mezun olmuş. Son durumda otuzlu yaşlarının sonunda sayısız işte çalışmış ama “dikiş tutturamamış” korsan taksicilik yapan bir karakter. Ferda, ekonometri bölümünden mezun olup bir bankada sekiz yıl çalışmış ve buradan istifa etmek zorunda kalmış. “Bilgisayar ekranına her baktığında müdürün kırpışan gözlerini görüyordu.” Bankadan ayrıldıktan sonra başka bankada iş bulamayıp farklı sektörlerde çalışmıştı. Sonrasında bir süre işsiz dönemler ve nihayetinde kırılan bir CV. Son durumda otuzlu yaşlarının ikinci yarısında bankacılıktan sonra bir catering şirketinde aşçılık yapmayla süren bir hayatla milyonlarca güvencesiz kadından biri. Azra, üniversite hazırlık kursuna yarım yıl gidebilmiş. Ardından ikinci girişinde üniversite sınavını kazanıp Sosyal Hizmetler bölümünü yazmış. Daha okulun ilk senesi okulu dondurmak zorunda kalmış çünkü çalışıp para kazanması gerekiyormuş. Mütemadiyen dönemsel veya günlük işlerde çalışmış hayatın sillesini erkenden yemiş bir genç.
İşte masanın etrafında olanlar ve hikâyelerinin minicik bir kısmı. Karakterlerin hepsine değinmedik ama Erol dışındakiler üniversite mezunu (Doruk henüz küçük zaten) yani “eğitimli” kişiler ama bulundukları durumda bunun bir önemi yok. Kimi hâlihazırda işsiz, kimi freelance çalışıp ayı zar zor geçiren, kimiyse sürekli iş değiştirmek zorunda kalan bildiğimiz insanlardan. Hepsinin ortak noktası güvencesiz çalışmaları ve her daim geçim dertlerinin olması. Aslında okuyucunun da kendisine bu kadar yakın hissedeceğine emin olduğum nokta da dertlerinin sınıfsal oluşu. Metin bir prekarya tartışması yürütmemesine rağmen kitaba dair yorumlarda ve yayınevinin yapmış olduğu kendi tanıtımında prekarya kozmosundan, prekaryanın üzüntü verici o dünyasından bahsediliyordu sürekli. Roman karakterlerinin bu sınıfa ait oldukları ve aynı sebeple de kendilerine has sorunlarının, bunalımlarının olduğu vurgulanıyor. Yukarıda az da olsa anlatmaya çalıştığım gibi, kitaptaki karakterlerin mesleklerine, yaş gruplarına, eğitim durumlarına baktığımda bu hâliyle oldukça somut bir proleterleşme tablosu çıkıyor. Hepimizin yakından bildiği, yaşadığı yoksullaşmanın izlerini görebiliyoruz kahramanlarda. Eskiden üniversite diplomalarının ederi varken şimdi bırak rahat yaşamayı iş bulma garantisinin bile olmadığını. Önceleri dil bilmenin insanı öne çıkaracağına dair kabulün bugün gelinen noktada çok da matah bir şey olarak görülmediğini bizzat görüyoruz. Üniversiteyi kazanıp maddi gerekçelerle okulu dondurup çalışmak zorunda kalan, mezun olduktan sonra işsizliğe adım atan ya da bankada çalıştıktan sonra tekrar kurumsala dönemeyen, üç ayrı işte çalışıp geçinemeyen, daha ucuz diye alınan hazır, sağlıksız gıdalarla gününü geçiren karakterler bizleriz. Bunlar ayrı bir sınıf tanımı yapmayı gerektirmiyor çünkü bu tam da malumun ilamı.
Öğünç’ün edebiyatla kesişen gazeteciliği yazdıklarında kendini o kadar belli ediyor ki gazeteci titizliği ve merakıyla görünmeyenlerin hikâyelerini bulup çıkarıyor ve yazarlık becerileriyle kaleme alıyor. Mesela bu titizliğin bir sonucu olarak, “İnce İş” röportaj kitabında kimsenin farkına varmadığı ya da itibarsız olarak gördüğü işleri yapanları okuyoruz ya da “Sen Ben O” diyerek yine bir podcast serisinde “sıradan” insanların hayatlarını dinliyoruz. Şu Anda Burada mıyız? kitabında da aynı titizlik ve o bildik tat var. Kitap, öykülerinin sıcaklığını verdi bana, romanın karakterleri sanki öykülerinden fırlamış da hikâyeleri bilinsin diye romana dâhil olmuşlar. Mesela, Öğünç’ün ilk öykü kitabı Aksi Gibi’de “Paket Lastiği” öyküsündeki karakter o masaya uğramıştır diye geçiriyor insan içinden. Hele ikinci öykü kitabı Beterotu’nun “Plazadaki Huzur” öyküsünün karakterleri… Aynı kitabın “Hususi Hayat”ında Enver Hulki Bey’in “onun dışında akan hayatın akışını değiştirmekten duyduğu kirli hazzı” Şu Anda Burada mıyız?’da Azra’nın gittiği evlerden aldığı eşyaları daha sonra gittiği başka bir eve bırakarak birilerinin kafasını karıştırmasıyla ve “hayatta bir şeyi değiştirmiş hissetmesiyle” o kadar benzer buldum ki. Pınar Öğünç hem öyküleriyle hem de romanıyla yine görmezden gelinenleri ya da çok daha az görünenleri anlatıyor. Romanın başarısı da günümüz edebiyatına katkısı da bu olsa gerek. Öte yandan, anlatmayı dert edindiği hikâyeler ve karakterler her ne kadar derinleşse de bir noktada tıkanmış kalmış hissini de verdi bana. Her karakter aynı ölçüde derinleş(e)memiş ama bu bilinçli bir tercih de olabilir, öyküden romana geçmiş olmanın sancısı da.
Şu Anda Burada mıyız?’ı okurken, bitirdikten sonra, yazıyı yazarken hissettirdikleri, gösterdikleri bunlar veya buna yakın bir şeylerdi. Pınar Öğünç bir söyleşisinde “iyi bir öykü bittikten sonra insanın içinde bir kapak açar” demişti, roman da benim içimde öyle bir kapak açtı. Sıradan gibi görünenin de hikâyesi olabileceğini, bazı şeylerin nasıl da öylece yanından geçip gittiğimizi düşündürdü bana. İçimde daha çok görmek, duymak, hissetmek adına bir kapak açıldı.