yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

Zenginler Sessizliği Neden Sever?

Sessizlik, mutenalaştırmanın sesidir.[1]

Yaz aylarında New York, bilhassa paranız yoksa gürültülü bir yerdir. Zenginler bu aylarda Hamptons veya Maine’e[2] kaçar. Burjuvazi, merkezi havalandırmanın uğultusuyla, küçük burjuvalar da pencere ünitelerinin uğultusuyla güvenli bir şekilde korunur. Ancak parası olmayanlar için yaz mevsimi, şehrin gürültüsünün hayatın müziği haline geldiği açık bir pencere anlamına gelir. Motorsikletler hızlanır, otobüsler fren yapar, kavga eden çiftler, birbirlerini oynamaya çağıran çocuklar olur ve müzik vardır. Kesintisiz müzik vardır.

Üniversiteye gitmeden önceki yaz, yatak odamda bulunan kutu şeklindeki havalandırmanın yanına uzanmış, pür dikkat dinliyordum. Kısmi bir burs (ve bir sürü kredi sayesinde) bir Ivy League[3] üniversitesine gidiyordum. Beton kaldırımları, ailemin sıra odalı evini terk etmek ve yemyeşil, bakımlı çimler, görkemli mimarinin fonunda kendi imkanlarıma göre yaşamaya başlamak için gün sayıyordum.

Bir Ivy League kampüsünde “yaşanmayacağını” henüz bilmiyordum. Orada yaşamıyorsun, ikamet ediyorsun. Yaşamak gürültülü ve dağınıktır, ama ikamet etmek? İkamet etmek sessiz bir iştir.

Kampüse ilk önce azınlık-öğrenci oryantasyonu için geldim. Oryantasyon etkinliği, müzik setinde Blahzay Blahzay’in[4] çaldığı bir 90’lar açık hava partisi havasındaydı. İlk birkaç geceyi birbirimizin odalarında toplanarak, geç saatlere kadar dedikodu yaparak ve dans ederek geçirdik. Bu yeni yerde kendi kendimize biraz rahatlık bulmaya çalışıyorduk.

Sonrasında diğer öğrenciler de geldi, beyaz öğrenciler. Derslerin ilk gününe o kadar görkemli bir WASPy[5] ihtişamı damgasını vurdu ki, genç ve heyecanlı kalbimi hoplattı. Akademik sembollü kıyafetler giyen profesörler, asırlık geleneklerle ilgili konuşmalar yaptılar ve “gelmiş geçmiş en iyi sınıf” olarak bizlerin ne kadar harika ve benzersiz olduğumuzu vurguladılar. Çocuklar bir ağızdan cappella söylediler ve bir bando eşliğinde geçit töreni yaptılar. Lise yıllarımı geceleri sahilde likör birası içmek için gizlice dışarı çıkarak ve kulüplere sıvışmayı planlayarak geçirdim. Etrafımda olup bitenlerin pek havalı olmadığını ama özel olduğunu anladım ve ben de bunun bir parçasıydım.

Bu kadar sessiz olmanın beraberinde gelen şeylere güvenemiyordum. Sessizlik ilk başta üzerime geldi. Yeni oda arkadaşlarımızdan biri şaşırtıcı derecede erken bir saatte gösterişli bir şekilde kendini yatmaya hazırlarken, oryantasyondan arkadaşlarımla takılıyordum. Tavsiyeler dinlenir, gözler yuvarlanır ve geceyi orada kapatırdık. Bir gün, yanlışlıkla kütüphanenin “Kesinlikle Sessiz Oda’sında” ders çalışmak için oturduğumda, arkadaşlarım kişisel CD çalarımı taktığım için beni utandırdılar. Hızlı akan cumartesi geceleri gibi nadir istisnalar dışında kampüsü sessizlik kaplardı.

Çok geçmeden sessizliğin gürültünün yokluğundan daha fazlası olduğunu anladım; sessizlik saygı duyulacak bir estetikti. Yine de bu durum –çoğumuz gibi– benim olduğum kişiyle ters düşen bir estetikti. Birkaç hafta içinde, benim ve azınlık öğrenci arkadaşlarımın birçoğunun o ilk ahenksiz günlerde hissettiğimiz rahatlık, her seferinde bir cezayla yalama olmuş durumdaydı. Toplantılarımızı dindirmek için verilen pasif-agresif sinyaller yerini –bu odalar da bize ait olmasına rağmen– daha az gürültü yapmak, daha az eğlenmek, başka bir yerde yaşamak gibi doğrudan isteklere bıraktı. Gürültülü bir konuşma, bir sınıf arkadaşının “Lütfen sessiz ol” diyerek kapıyı çalmasına yol açardı. Bir bilgisayardan gelen biraz fazla yüksek ses veya uzun süren bir kahkaha, bir uyarı ile karşılık bulurdu.

O anlarda, utanç ve öfkeyle kızarıyordum, ancak nedenini açıklayamıyordum. Bu öğrencilerin, arkadaşlarımdan ve benden susmamızı isterken, kendi rahatlıklarının bizim sevincimizin önüne geçtiğini ima ettiklerini anlamam yıllarımı aldı. Sorgusuzca kabul ettim.

Bir evin her zaman çeşitli seslere sahip olacağını düşünürdüm. Büyükannemin karşı apartmandan gelen homurdanmaları, pencerenin altından bana seslenen arkadaşlarımın sesi, araba alarmları, çöp kamyonları ve 4 Temmuz’da kutlama için ateşlenen havai fişeklerin sesleri ve müzik. Bunların, yoksulluğun ve hapsolmuşluğun sesleri olduğunu düşünürdüm. Ancak bu seslerin yokluğunda farkettim ki bunlar 11 yaşıma gelene kadar benim karakterimi oluşturan seslerdi.

Üniversitede yaptığım akademik ve kültürel çalışmalar hoşuma gitti. Farklı etnik kökenlerden gelen azınlık öğrencilerin bizler için sahiplendiği alanlarda daha çok eğlendim. Kendi yurtlarımız, kendi mekânlarımız vardı; hatta bilgisayar alanında, arka planda Víctor Manuelle veya Selena’nın çaldığı, istediğimiz şekilde çalışabileceğimiz bir oda bile seçtik. Bazı beyaz öğrenciler kendimizi onlardan ayırdığımız için içerlediler. Fakat anlamadıkları şey, kimsenin bize susmamızı söylemediği yerlerdeki insanların yanında olmak istediğimizdi.

Üniversiteden sonra Brooklyn’e geri döndüğümde etrafın değiştiğini fark ettim. Polonyalı, Porto Rikolu ve siyahi mahalleler birdenbire işçi sınıfının yaşadığı mahallelerden çok üniversite kampüsüme daha uygun görünen insanlarla dolmuştu. Birçoğu göz alıcı ama düşük ücretli beyaz yakalı işleri tercih ettikleri için uygun fiyatlı kiralara ihtiyaç duyuyordu. Ne yazık ki, bu yeni gelenler buraya bizimle birlikte “yaşamak” için değil, “ikamet etmek için” taşınmışlardı.

Olaylar ilk kez Şükran Günü’nden önceki gece yaşandı. Farklı etnik kökene sahip insanlar olarak üç ya da dördümüz en iyi arkadaşımın stüdyo dairesinde yemek yiyorduk. Radyo çalıyordu ve sık sık yaptığımız gibi yaşayan en iyi rapçinin kim olduğunu tartışıyorduk. Kapı çalındı ve kapıyı açtığımızda, arkadaşımın komşusu, Brooklyn’de yeni olan 20’li yaşlarında bir kadın, çileden çıkmış bir halde orada duruyordu: “Annen sana iç ses ile dış ses arasındaki farkı öğretmedi mi?”

Bir sonraki olay Fort Greene’de brunch’ta, ondan sonraki ise Williamsburg’da yeni açılan bir otel barında oldu. Bir süre sonra takip etmeyi bıraktım. Şikayetçi olan insanlar, üstün buldukları bir ses durumunu açıkça dayatmaya çalışıyorlardı. Ancak gerçekte yaptıkları şey, restorantlar, binalar ve kentler aracılığıyla bizim üzerimizde kontrol sağlamak için utancı kullanmaktı.

Nesiller boyunca, göçmenler ve ırksal azınlıklar, dış mahallelere ve şehir varoşlarına sürüldü. Uzak ama özgür yerlere. Orada olanlar kimsenin umurunda değildi. Üniversiteye gittiğimde, yabancı bir ülkede ziyaretçi olduğumu anlamıştım ve o ülkenin geleneklerine saygı göstermek için elimden gelenin en iyisini yaptım. Ama artık yabancılar, gitmeye niyetleri olmadan kıyılarıma gelmişlerdi. Ve geri kalanımızdan onları daha rahat hale getirmek için değişmemizi talep ediyorlardı.

Gereksiz Gürültüyü Önleme Derneği, 1906 yılında Julia Barnett Rice adlı bir doktor tarafından kuruldu. Rice, gürültünün sağlıksız olduğuna inanıyordu ve New York City’nin seçkinlerini (Mark Twain dahil) buharlı gemilerin çıkardıkları ıslık kornalarını yöneten kurallar ve hastanelerin yakınında oynayan çocukların sessizlik taahhütleri gibi şeyler için lobicilik yapmaya çağırdı.

Grup, St. Regis oteli gibi lüks mekanlarda buluşurdu, ancak Rice, yalnızca New York’un üst sınıfını korumakla ilgilenmediği konusunda ısrarcıydı. The New York Times’da “Bu hareket zenginleri rahatlatmak için değil” diye yazmıştı; “Çünkü yoksullar da bundan en az istedikleri zaman şehri terk edebilenler kadar, hatta belki onlardan bile daha fazla yararlanacak.” Dernek 1909’da sokak satıcılarının (çoğu göçmen) mallarını tanıtmak için bağırmasını, ıslık çalmasını veya zil çalmasını yasaklayan bir kararnamenin çıkarılmasını kutladı. (On yıl önce şehrin tamamı beş ayrı bölgeden oluşmasına rağmen yasak yalnızca Manhattan için geçerliydi.) Şehrin seslerini düzenleme girişimleri (araba kornaları, dondurma kamyonu jingle’ları) 20. yüzyıl boyunca devam etti ancak 90’larda kişisel bir hal aldı. Şehir, müzik setlerinin, arabalardaki ses düzeneklerinin ve gece kulüplerinin seslerini denetlemeye başladı. Evet, bu saydıklarım kesinlikle gürültülüydü, ama bu kadar karın ağrısı yaratacak şeyler miydi? Onlardan zevk alan insanlara göre, hiç de değillerdi.

1991’de New York Polis Departmanı (NYPD), polislerin gelişmiş ses sistemlerine sahip arabaları yakalamak ve bunlara el koymak için genellikle siyahi toplulukların çoğunlukta olduğu sokakları denetlediği bir kampanya olan Soundtrap Operasyonu’nu başlattı. (NYPD şefi, “Sesi kısmazlarsa, kontaklarını kapatacağız” diye yemin etmişti.) Rudy Giuliani 1994’te belediye başkanı olduğunda, gece kulüplerini Doğu Yakası’nın aşağı kısmı ve Chelsea gibi seçkin mahallelerden çıkararak bölgeyi mutenalaştırmak için bir “kabare lisansı” (gece kulüpleri ve müzikli mekanlarda alkollü içki satışıyla ilgili) yasasını kullandı. Gece hayatıyla mücadele, Giuliani’den sonraki belediye başkanı Mike Bloomberg yıllarında da devam etti. New York, sessizliğin gürültüye göre sistemik yükselişini amaçlayan seçkin bir ses estetiğini etkili bir şekilde yasal hale getiriyordu.

Sonraki yıllarda, New York’un birçok gece kulübü, gürültülülüğü ile gurur duyan Brooklyn’e taşındı. 2019 yılında yapılan bir araştırma, burayı New York’un en gürültülü bölgesi olarak sıraladı. Bu sıfatı, en fazla gürültü şikayetini 311’e yani şehrin şikayet hattına toplayarak kazandı. Ama hangisi şu soruyu gündeme getiriyordu: En gürültülü ilçe miydi yoksa gürültülü insanların ve bu gürültülü insanları kontrol etmek isteyen kişilerin en yoğun toplamına ev sahipliği mi yapıyordu?

Birçok şehir gürültüsünü sinir bozucu ve rahatsız edici buluyorum. Sokak bakımı yapan matkaplar, geri giden kamyonların bip sesi, sebepsiz yere korna çalan arabalar. Yine de bu sesler, tüm gürültü şikayetlerinin küçük bir azınlığını oluşturuyor. Son şikayetlerin yaklaşık yüzde 60’ı, yaşam tarzı seçimleri olarak kabul ettiğim şeylere odaklanıyor: müzik, partiler ve yüksek sesle konuşan insanlar. Ancak bir kişinin yüksek sesle konuşması, başka bir kişiye göre neşe ifadesidir. Büyükannemin dediği gibi, “Ben bağırmıyorum, benim konuşmam böyle!

59. Cadde’den 96. Cadde’ye kadar uzanan Manhattan’ın yukarı doğu yakası, bölgenin en sessiz mahallelerinden biri. Metropolitan Museum of Art’a yaptığım geziler dışında, çocukluğumda oralarda çok takılmadım. Aslında, ilk gerçek şehir dışına çıkışım üniversiteden önceki yazdı. Bana burs veren kadın benimle tanışmak istedi. Harika bir pazar gününde 5. Cadde’deki apartmanının asansöründen çıktım ve hemen başka bir Latin hizmetçi tarafından karşılandım. Chanel takım elbise giymiş hoş, yaşlı bir kadın olan bağışçımın çay içmek için bana katılmasını çok sessizce bekledim. Bir saat boyunca kendimin uysal, suskun bir versiyonuymuşum gibi davrandım. Kimse bana bunu yapmamı söylememişti. Bu yabancı ortamda içgüdüsel olarak minnettarlığımı ifade etmenin doğru yolunun kendimi susturmak olduğunu anladım.

5. Cadde’nin bu lüks bölümünün aynı zamanda Ulusal Porto Riko Günü geçit törenine de ev sahipliği yaptığını fark ettiğimde o güne döndüm. Porto Rikolular, Amerika Birleşik Devletleri’nin İspanyol-Amerikan Savaşı’ndan sonra adayı bir koloni olarak ele geçirmesinden beri New York’a geliyordu. Ancak büyük göç dalgası 1950’ler ve 60’larda meydana geldi. Yüzbinlerce Porto Rikolu, büyüdüğüm Doğu Yakası’nın aşağı kısımlarından, İspanyol Harlem’e, Bronx’un bazı bölümlerine, Bushwick’e ve Sunset Park’a taşındı. 1950’lerin sonlarında topluluk liderleri, çoğu hiç la matria‘da (kendi ülkelerinde) bulunmamış olan çocuklarına kenar boşluklarından çıkıp Manhattan’ın kalbine doğru yürüyerek kimlikleriyle gurur duyduklarını göstermek istediler. Yıllar geçtikçe geçit töreni büyüdükçe büyüdü.

Bu gürültülü bir olay ve bizim gürültülü insanlar olduğumuzu söylemekten gurur duyuyorum. (Jennifer Lopez’in en çok tutan şarkılarından birinin “Let’s Get Loud” [Hadi Gürültü Yapalım] olması tesadüf mü? Bence değil.) Müziğimizi, dans etmeyi, Porto Rikolu olmayı seviyoruz. Belki de geçit töreninin bu kadar rahatsızlığa neden olmasının nedeni budur. 90’larda, Doğu Yakası’nın yukarı kısmında yaşayanlar, belediye izin dairesine geçit törenini Bronx’a, yani “mahallelerine” taşıması için yalvardı. 2003 yılında yayınlanan bir New York Times haberi, “Doğu Yakası’nın yukarı kısmının yılda bir gün derin bir nefes alıp [geçit törenine] kendini hazırladığını” yazdı. Şehrin belediye başkanı olan Michael Bloomberg halka çağrıda bulunduktan sonra, geçit töreni rotası üzerindeki perakendeciler ve mülk sahipleri sanki şehrin üzerine bir kasırga geliyormuş gibi pencerelerini kapatmayı bıraktı. Bazı restoranlar ve kafeler hâlâ gün boyunca kapalı.

İki yıllık bir COVID arasından sonra, Haziran ayında 65. Ulusal Porto Riko Günü Geçit Töreni 5. Caddede gerçekleştirildi. Törende sanat ve kültür elçisi olma şerefine erişince üstü açık kırmızı bir arabanın arkasında yolculuk etme fırsatına sahip oldum. Büyük bir parti olarak, daha doğru ifade etmek gerekirse binlerce farklı partiden oluşan bu etkinlik, dünyanın en harika şehrinde Porto Rikolu olmayı kutluyordu. Her sahne, her araba, her delegasyon reggaeton, salsa, merengue, bolero ve Bad Bunny dinleyerek dans ediyordu. Gittiğiniz her yerde Bad Bunny’yi duyuyordunuz. İnsanlar bomba, plena ve bachata türlerinde dans ediyorlardı. “Porto Riko!” ve “Satılık değildir!” sloganları atılıyordu. Tüm güzel insanlara el salladım ve eski bağışçımın yıllar önce yaşadığı apartmanın yanından geçerken ekstra yüksek bir sesle “Yaşasın!” diye bağırdım.

35 blok boyunca dilediğimiz kadar bağırdık ve kimse bize bir şey söyleyemedi. Yolun sonuna geldik. Kalabalık azaldı, ablukalar sona erdi ve üzerimizde SESSİZ LÜTFEN yazan dev bir trafik levhasıyla karşılaştık.

Çeviren: Ceren Berk


[1] Yazarın www.theatlantic.com sitesindeki yazısından çevrilmiştir.

[2] İki bölge de New York’ta yaşayan ünlülerin ve zenginlerin yaz tatillerini geçirmek için gittikleri aşırı pahalı tatil yerleridir.

[3] ç.n. ABD’de Harvard, Yale ve Princeton gibi prestijli okulların oluşturduğu ve gelir seviyesi yüksek kesimden gelen kişilerin kabul alabildiği bir topluluk.

[4] ç.n. Blahzay Blahzay, ABD’nin Doğu Yakası olarak bilinen New York bölgesinde oldukça bilinen bir rap sanatçısı.

[5] ç.n. ABD’de argo dilinde beyaz, Anglo-Sakson ve Protestan köklere sahip ayrıcalıklı kişileri ifade eden bir tanımlama.

Xochitl Gonzalez
diğer yazıları