Şairler ve yazarlar içinde bulundukları çağa tanıklık ederler. Bu yüzden çağımızın gerçekliğine ya da daha doğru ifade edersek, gerçeksizliğine dokunmaktalar. Platon Devlet’te “Felsefeyle şiir arasında çok eski bir kavga vardır,” dese ve haklı olsa da… Düşünürler ve şairleri aynı tanıklık patikasında görebilmekteyiz.
Marx’ın ifadesiyle “katı olan her şeyin buharlaşıp” gittiği bir dönemde, aynı zamanda da her gün daha fazla Deleuze-Guattari’nin kapitalizm eleştirisini anımsıyoruz; yersiz-yurtsuzluk kavramını… İlişkilerin değil, sessiz bağlantıların yüzyılında Bayram Zıvalı’nın Olağanhiçç kitabındaki dizeleri kulağımıza çalınıyor:
“fısıldıyor fısıltısız yüzlerimize
hayat dediğin sessiz cümlelerdir”
Artık sadece kendimizin ve kendimize benzeyenlerin sesinin yankılandığı, bir tür yankı-odalarına benzeyen sosyal medya mecralarında yaşıyor, onun sokaklarını, tozun toprağın ve yaşamın aktığı sokaklara tercih ediyoruz. Byung Chul-Han haklı, her gün daha atomize olduğumuz, kurduğumuz sanal bağlantılar dışında pek de birbirimize dokunmadığımız yalıtılmışlığın çağında, birbirimize her gün daha fazla empati vaat ediyoruz. Birbirimize dokunabiliyor olsak, bu kadar çok empati hakkında konuşulur muydu? Temsilin olanaksızlaştığı günümüzde, temsili taşıyan her sözcük karşıtını işaret ediyor. Evet, empati fetişizmi de birbirimizden ne kadar uzaklaştığımızın göstereni.
Bayram Zıvalı’nın Epona Yayıncılık aracılığıyla okurla buluşan kitabı Olağanhiçç’in sayfalarını, Jhumpa Lahiri’nin Olduğum Yer isimli novellasıyla birlikte çevirdim. Satırların, dizelerin arasında ilerlerken, sadece yaşamın biteviye göçebesi olmanın değil, aynı zamanda organsız beden kavramının da metinlerde boy verdiğini düşündüm. Lahiri, okuruna novellasında hikâye anlatmak yerine, onu yaşamın sessiz akışına davet ediyor, hikâyesiz bir öykünün kapılarını açıyor. Zıvalı’nın şiirlerindeyse, ister fısıltı deyin ister vapur düdüğüne benzer bir çığlık, “yaşam yaşamıyor” sesi yükseliyor. Her ikisi de sivil bir dili tercih ediyor, takılarından giysilerinden arınmış bir dil. Vivet Kanetti’nin deyimini ödünç alırsam, dilin anoreksisine doğru ilerlemek ister gibiler… Metnin okura göz kırpan kemiklerini, iskeletini göstererek, anlama ve gerçekliğe ulaşmak istiyorlar. Bunu da anlamlılık vaadinden uzak kalarak yapma derdindeler. Günümüz gösterişçiliğe, dahası, olmayanın gösterilmesine bir övgü niteliği taşıyor. Çağının tanıkları, aynı zamanda çağının dayattıklarına da itiraz etme cesaretini gösterenlerdir:
“kimsenin acısına içeriden
ve dışarıdan müdahale etmiyorum
büyüsü kaçmış gözler görüyorum
varlıksız insanlarımı görüyorum
varlıksız insanlarımı gömüyorum sonra
sonrası uzanıp yatağıma, son demidir gecenin
insanlığa. Üç defa…”
İçinde bulunduğumuz zaman ve dünya, adım adım evimiz olmaktan uzaklaşıyor. “Akışta kalmamız” gerektiğini söyleyen sosyal medya gurularını anımsarsak, hayatımızda ne başlangıç ne son var. Sinemadansa dizi izlemeyi tercih ediyoruz, bir kitaba yoğunlaşmaktansa, instagramın timeline’ına kapılıyoruz. Düşünsel ve duygusal yoğunluk isteyen her şeyden koşarak kaçıyoruz. Şiir ve edebiyat, dünyanın bize hissettirdiği tekinsizliği her an yüzümüze vuruyor, alışmayışa alışıyoruz, bunu bize hatırlatıyor.
Bir yanda “bir tıkla” her şeyin mümkün olduğu vurgulanırken, biliyoruz ki, artık çoğu şey mümkün değil ve hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Değerlerin yerini veri ve enformasyon bombası alırken, eskiden günümüze kalan değerleri de topluma değil, birey kendisine atfedebildiğinde haz duyuyor. Sosyal medyada parlatılmış hikâyeler, parlatılmış maskeleri gördükçe, kendisini yetersiz ve başarısız hissediyor. Han’ın belirttiği gibi “disiplin toplumunun negatifliği deliler ve canileri doğururken performans toplumu depresif ve mağlup bireyler yaratıyor.” Zıvalı bu çağa şöyle sesleniyor:
“işte diyeceğiz, bildik ve bitti
bu kadarmış umutlanmanın ömrü
artık kardeşlerim diyemem size neden
bir felaket bir arada tuttu bizi o kadar
anladık ki onun da bir sebebi
hem biziz, hem bizdeki günahlar”
Şiir ve edebiyat eserlerinin raf ömründen söz edildiği günümüzde, umutlanmanın da bir ömrü olmalı ve her şeyi kirleten bu zamanda hücrelere işleyen hüsran duygusunun bir sebebi: “hem biziz, hem bizdeki günahlar”
İktisadi aklın hükümranlığında düşünmekten korkmayan şairler, gezegenin sürekliliğinin bile tehdit altında olduğu bu son çağda, krizden fırsat yaratmaya, herkes birlikte dibi boylarken “kazan kazan” diyenlere görkemli insanlığın yenilgisinin çığlığını atıyorlar:
“o neyin mevsiminde, hangi anın hangi onundadır
yenilmeye gelmiştir, bunu tecimenler ve politikacılar
piyasacılar ve rantçılar
sahte evrak uzmanları ve şair yapaylar iyi bilir
başlı başına bir yenilgi herkesi korkutur, kaçarlar
bir şeyler yapmak lazımdır, belki bir vakit vardır,
fırsatlar fırsat bekliyordur”
Maskeler ve gölgeler çağında; varlık evi arayışındaki göçebe Jhumpa Lahiri, hiç öğrenmediği anadili Bengal dilinden önce İngilizce’ye ardından vurulduğunu söylediği İtalyanca’ya geçer, evet, dil bir illüzyondur. Edward Said’in Joseph Conrad için yazdığı tezden ödünç alırsak, Lahiri de otobiyografisinde kurmacayı kurmaktadır. Böylelikle sürüklediği, sürüklediğimiz gölgesini taşıyabilmektedir: “Vedalaşıyoruz, ayrılıyoruz, biz de o duvara vuran iki gölgeye dönüşüyoruz; yakalanması mümkün olmayan gündelik bir gösteriye.”
Başka bir hükümran olan dijital iletişim ile birlikte insanlar ya da takipçiler, sözün ya da enformasyonun yayılmasını arzuluyor, artık derinleşme arzusunu taşımıyoruz, her geçen gün skor değerin yerini alırken bir metaveriye dönüşüyoruz. Neoliberalizmin performans buyruğuyla birlikte, Chul-Han’ın vurguladığı gibi her şey bitmemiş ve geçici… Ritüeller artık “konfor alanı” olarak işaretleniyor, zirveyi hedeflediğimiz yamaçta bizi düşmekten kurtaracak mıhlar da karabinalar da kayıp:
“bugün hiçbir şey olmaz, böyle yaşarız
bugün havalar bizi şaşırtmaz
sonsuzluktan kurumaya yüz tutmuşuz
hiçbir ayinin olmadığı
flamaları eskimiş manastırız
zaman bile tükenmez, kendini dinler”
Yaşamayan bir yaşamda savrulurken, hakikati arayanlar için hala senin de hikâyen kaybolmuş, sürükleniyorsun diyen yazarlar, köle de efendi de artık sensin diyen düşünürler ve üzeri çok örtülü olan gerçekliği derinin altından kazıyıp çıkarmaya cüret eden şairler var.
Evet, var.
Yaşansın ve yaşasın, sonsuz yeni ve yeni gerçekçilik!