Édouard Louis yazınında farklı bağlamları bir arada düşünebileceğimiz bir yazma biçimiyle karşılaşırız. Toplumsal cinsiyet normları, farklı bedende varoluşun sıkıntısı, dışlanma, yoksulluk, sınıfsal eşitsizlikten kaynaklı kişilerin geliştirmek zorunda kaldığı stratejiler, aile ve bireylerin bedenlerine işleyen, sistemin yazdığı bir bedenler tarihi…
YAZMA BİÇİMİ OLARAK TEKRAR
Tüm bunların yanı sıra yazarın metinlerinde en belirgin yanlardan biri de şiddetin her türlüsünün aile bireyleri arasında açığa çıkışıdır. Louis’nin metinlerinde neredeyse her cümlede bazen ön planda bazen de metnin arka planında akıp giden, anlatılan yaşamın bir parçası olarak kendini gösteren bir şiddet biçimi vardır. Bu bazen dilde, bazen direkt bedende, bazen de içsel olarak kişinin oluşunun bir özelliğiymiş gibi yansır ve çoğunlukla okuduğumuz her metninde tekrar eder. Louis aslında kitaplarında şiddet gibi unsurların tekrarını bir yazma biçimi olarak gördüğünü de sezdirir:
Bana edebiyatın asla kendini tekrar etmemesi gerektiği söylendi ama ben hep aynı hikâyeyi yazmak istiyorum, baştan bir daha, bir daha bir daha yazmak istiyorum, onun gerçekliğine ait parçalar görünebilir olana kadar aynı hikâyeye dönmek, ardında gizlenenler sızmaya başlayıncaya kadar onu delmek istiyorum. (2024, sf.15)
Bu nedenle Édouard Louis metinlerinde başta bahsettiğimiz tüm meseleler gibi şiddet de yinelenerek yazıya çağrılır çünkü onun derdi biraz da şiddeti veya sorunsallaştırdığı herhangi bir meseleyi göstermenin ötesinde “ardında gizlenenleri sızmaya başlayıncaya kadar” gerekirse derinin altını kazar gibi kazarak ortaya çıkarmayı içerir. Görürüz ki sonuçta beliren şey, çoğu zaman toplumsal kodların, sınıftan kaynaklı acıların, eşcinsel bir bedende varolmanın ve dışlanmanın, her sabah olduğun şeyi anlamak için aynanın karşısına geçip bedeninle yüzleşmenin, sistemin, politikacıların getirdiği yaraların deşilmesi olur.
LOUİS YAZININDA ŞİDDET MESELESİ
Peki, Louis yazınında özellikle şiddet meselesinin “tekrarı” ne anlama geliyor, yazarın bir meselesi olduğu aşikâr, Louis neden metinlerinde şiddetin farklı biçimlerini yazısının parçası yapıyor, göstermeye çalıştığı ne? Bu yazıda biraz bu soruyu didiklemeyi düşünüyorum.
Ken Loach ve Louis arasındaki söyleşilerden hazırlanan, Sanat ve Siyaset Konuşmaları’nda (2024) yazar bu konudan söz ediyor, bana kalırsa meselesini anlamamız açısından da bize bir yol çiziyor ve metinlerinin bu konudaki derdini şöyle ifade ediyor;
Kitaplarımda göstermek istediğim şeylerden biri -ki bu senin filmlerinde çok belirgin olarak karşımıza çıkıyor- şiddetin, bireyleri süreklilik göstererek ele geçirdiğinde, onları bu şiddeti üretmeye zorlaması, onları iletken bir kabloya dönüştürmesi… Sanki şiddet bir mülkiyet değil de bir akışmış gibi… Bu da şu demek oluyor aslında: Halk sınıflarından erkekler ya da kadınlar ne özünde şiddete meyilli canlılardır ne de gökten inmiş birer melek (sosyalist gerçekçilik böyle görüyordu!); bu çevrede hüküm süren şiddet, yayılan sürdürülen sınıf şiddetinden ileri gelen bir şiddettir. (sf.21)
Burada önemli iki nokta var fikrimce, birincisi; tıpkı kimlik meselesinde eleştirel yaklaştığımız gibi sınıf meselesinde de kişileri, koyduğumuz kategoriye göre ele almamak. Onları herhangi bir sınıfa ait olduğu için kesin iyiler veya kötüler şeklinde yorumlamamak. Tıpkı kimlikle ilgili eleştirel yaklaşımlarda rastladığımız kişinin; siyah, kadın, LGBTİ+ olmasının, siyasi anlamda iyi bir statü elde ettiğinde temsil ettiği topluluk için her zaman olumlu anlama gelmeyeceğini düşünebileceğimiz gibi… Bu nedenle konu sınıf olduğunda da herhangi bir kişinin, sadece işçi sınıfından olmasının onu şiddet, ırkçılık gibi durumlardan azade kılmayacağını hatırlatıyor yazar ve bu önemli bir bağlam fikrimce. Louis’nin burada yapmaya çalıştığı şeyi Holloway’in “özdeşlik-karşıtlığı” kavramıyla da ilişkilendirebiliriz. Bu kavram herhangi bir yapıyla, sınıfla veya kimlikle tanımlanmayı sorunsallaştıran bir yerde durur ona göre: “Özdeşlik-karşıtlığı ile özdeşlikçi yaklaşım arasındaki ilişkiyi anlamanın en iyi yolu, onu dışsal bir antagonizma olarak değil de bir taşma olarak, içinde-karşısında-ve-ötesinde içsel bir ilişki olarak kavramaktır” (2024, sf. 32). Meseleleri böyle ele almak -konumuz ekseninde kimlik ve sınıfı- onunla özdeşleşmemeyi, ona karşıt olan ama tanınma ilişkisini de dışlamayan, ondan taşan ama yapışmayan, ötesine geçen ve dışarıdan bir yapıyla (parti – devlet) bağlantılı tezahür etmeyen bir bakış açısı geliştirmemizi sağlar. Böylece, bireyi sabitlemeden herhangi bir meseleyi onun özünde olan olarak kavramanın dışına çıkabiliriz ki bu da bizi özcülükten kurtarır, Louis’nin yaptığı da bu düşünceyle kesişen bir yerde duruyor fikrimce.
Alıntıladığımız kısımdaki ikinci mesele ise “sınıf şiddeti” tabiri, bu bana kalırsa, yazarın şiddetin akış hâlinde sürmesi ifadesinin bir nedenini de açıklıyor; kişinin ait olduğu sınıfın koşullarından beslenen (özellikle ezilen sınıflar için), onun zor şartlarının yarattığı sıkıntıyla açığa çıkan dolayısıyla direkt sistemin beslediği bir şiddet biçimi. Bu bahsettiklerimizin yansımasını metinlerinde de görebiliriz, mesela, Babamı Kim Öldürdü? (2020) kitabında babasının hikâyesinden söz ederken. Baba işçi sınıfı mensubu bir kişidir onun anlatısında sınıfı belirgin bir rol oynar, “altı ya da yedi çocuklu bir ailede doğdun. Baban fabrikada çalışıyordu, anne çalışmıyordu. Fakirlikten başka bir şey görmemişlerdi” (sf. 18) der Louis onun hakkında ve babanın yaşamı aslında babasının kaderini devralmak gibi bir anlam içerir. Alkol bağımlılığı, sürekli yaşadığı ekonomik sıkıntı, yetersizlik hissi onu hem diliyle hem de fiziksel olarak etrafındakilere karşı şiddete meyilli hâle getirir. Louis kitapta onun şiddetini aklamaz tam tersine yüzüne vurur, kendisiyle yüzleştirir ama bunu yaparken içinde bulunduğu sınıfın onda açığa çıkardıklarını da ifade eder:
Düzgünce ifade etmeyi denemek istediğim bir şey var. Geriye dönüp bakınca şunu görüyorum: Senin hayatın daha en başından beri, sana rağmen ve sana karşı işleyen, olumsuz bir hayat olagelmiş. Paran olmadı, okula gitmedin, seyahat etmedin, düşlerini gerçekleştiremedin. Senin hayatından bahsederken insanın kullanabileceği tek şey, dildeki olumsuzluk yapıları. (sf. 25)
Bu hayat tasvirinin gösterdiği, kendini gerçekleştirememiş, kaçmaya çalışsa da babasından farklı olamamış bir insanın yaşamıdır ve kitapta bundan gelen ezilmenin yansımasına sık sık şahit oluruz:
Noel arifesi için yine bir sürü yiyecek almışsın. Paran olmadığı için başkalarından eksik kalmaktan korkardın sen, sürekli bunu tekrar ederdin, Başkalarından ne eksiğimiz var canım ve bu yüzden, Noel’de başkalarının sofrasında olabileceğini düşündüğün ne varsa bizim masamızda da olmasını isterdin, kaz ciğeri, midye, kan sucuğu, ki bu da çelişkiliydi tabii, her geçen gün fakirleşiyor ama her Noel daha fazla para harcıyorduk, sırf başkalarından eksik kalma korkusu yüzünden. (sf. 21)
Burada önemli bulduğum nokta sınıf bilincinin olmadığı durumlarda, yoksulluğun sebebini kişinin kendinde araması, bunu bir yara hâline getirerek içinde bulunduğu durumu üst sınıflara yaklaşmaya çalışarak, “onlardan ne eksikliğim var” serzenişiyle, onlara özenerek aşma çabası ki Louis’nin babasının yaşamında buna sık sık tanık olduğumuz söylenebilir.
Tüm bu bahsettiklerimiz işçi sınıfı mensubu bir ailenin yaşam koşullarını göz önüne sermeye yetiyor ama Louis’nin bu yazıda da sorunsallaştırmaya çalıştığımız baba şiddetini görünmez kılmaya yetmiyor. Çünkü onun şiddetinin asıl beslendiği yer, sınıfsal aidiyet dolayısıyla kapitalizmin getirdiği yaşam koşullarının kendisine uyguladığı şiddetle kesişen, erkeklik kültürünün de etkisiyle ortaya çıkan bir yerde duruyor ve onu aynı zamanda homofobik ve ırkçı şiddetin de faili yapabiliyor.
LOUİS EDEBİYATI HALK SINIFLARINI DAMGALIYOR MU?
Louis bu bağlamda Sanat ve Siyaset Konuşmaları’nda başta alıntıladığımız cümleyi şöyle sürdürüyor:
Yani yoksul kesimlerdeki homofobiden ya da ırkçılıktan bahseden biri halk sınıflarını damgalamış olmaz -ki Eddy’nin Sonu ve Şiddetin Tarihi’nin yayımlanmasının ardından bu yönde eleştiriler almıştım- aksine, bunlardan bahseden biri, ezilenlerin iki defa şiddete maruz kaldığını göstermiş olur: Önce ona maruz kaldıkları anda, sonra da onu iletmek zorunda bırakıldıklarında… (sf. 21)
Édauard Louis edebiyatının konusu kendi hikâyesiyle iç içe geçmiş yoksul halk kesimlerinin anlatısıdır ve evet Louis buradaki yerleşik ırkçılığı ve homofobiyi adeta deşifre eder. Peki, bu “damgalamak mıdır?” bana kalırsa burada da yine yukarıdaki tespitimizle ilişkilenen bir yan var. Yazar metinlerinde, kişiyi olduğu kategoriye sabitlemeden, onun şiddetini veya ırkçılığını görünmezleştirmeden anlatma çabası verir. Onun yapmaya çalıştığını, güncel bir örnekle, göçmenlik meselesiyle de temellendirebiliriz. Yoksul halk kitlelerinin, içinde bulundukları yaşam koşullarının nedenini göçmenlere yüklediklerine sıklıkla şahit oluyoruz, “geldiler işimizi aldılar”, “kendi gençlerimiz varken neden göçmenlere alan açılıyor”… buna benzer serzenişlerle sanırım herkes bir şekilde karşılaşıyor. Böyle bir durumda kişi, göçmen kimliği nedeniyle zaten ezilen bir konumdayken bu sefer aslında aynı kaderi paylaştığı ezilen kesimler tarafından bir kere daha şiddete maruz bırakılır. Böylece sistem tarafından -yoksulluk da bana kalırsa bir şiddet biçimi olarak düşünülebilir- şiddete uğrayan ezilenler “maruz kaldıkları” bu şiddeti başka bir ezilen kesime aktarmış olur. Bunu yaparken de aslında sistemin şiddetini başkasına yansıtmış oluyor ve görüyoruz ki bu onları sadece yoksul veya işçi sınıfından oldukları için ırkçı şiddetin dışında tutamıyor. Yazarın metinlerinde ırkçılığın özellikle dile yansıdığına epey şahit oluruz mesela babasından söz ettiği şu cümlelerde; “Masada arada bir konuştuğu olurdu, bu hakka sahip tek kişi oydu (babam). Haberlere yorum yapardı: ‘Ağzına sıçtığımın sarıklıları, memleketin içine sıçtılar, hale bak paso Arap dolu haberler. Fransa falan karıştı tarihe, Afrika’nın göbeği artık burası. Yemekten sonra da: ‘Bugün de doyduk’” (Louis, 2021: sf. 86). Bu cümlelerde “bugün de doyduk” ifadesi çok şey söylüyor, o gün karnını doyurmayı lütuf olarak gören yoksul baba, öfkesinin yönünü Araplara çevirirken onu bu cümleyi kurmak zorunda bırakanlardan genellikle söz etmiyor, dilindeki şiddeti başka bir ezilen kesime aktarıyor.
Bu açıdan Louis’nin metinlerinde gördüğümüz şey, bir sınıfı ya da halkı damgalamaktan çok, onları sadece o kategoriden oldukları için homofobik veya ırkçı olamazlar şeklinde düşünemeyeceğimizi hatırlatmak. Ama burada yazarın konuları ele alış biçimi önemli hâle geliyor fikrimce çünkü o kişileri ve toplulukları sorunsallaştırırken onlarda gördüklerini doğuştan gelen, özde olan davranışlarının yansımasıyla ilişkilendirmiyor. Davranışlarının altında yatanı deşiyor, toplumsal cinsiyet rollerini, erkeklik kültürünü, politikacıları ve sistemi görerek derdini ifade etmeye çalışıyor. Örneğin, Babamı Kim Öldürdü’nün şu cümlelerinde bunu görebiliyoruz:
Senin gözünde bir erkek bedeni inşa etmek, eğitim sistemine direnmek, kurallara boyun eğmemek, düzene, hatta okula ve onun doğurduğu otoriteye meydan okumak anlamına geliyordu. Bir kuzenin ortaokulda, bütün sınıfın önünde bir öğretmene tokat atmıştı. Evde sürekli bir kahraman gibi bahsedilirdi ondan. Erkeklik -karı gibi davranmamak, götünü başını sallamamak-, bunun anlamı, okuldan bir an evvel ayrılıp gücünü başkalarına kanıtlamak, boyun eğmediğini bir an evvel herkese göstermek ve dolayısıyla -buradan çıkardığım sonuç şu ki- erkekliğini inşa etmek, başka türlü bir yaşamdan, başka türlü bir gelecekten, eğitimin sağlayabileceği başka türlü bir toplumsal yazgıdan feragat etmek demekti. Erkeklik seni yoksulluğa, parasızlığa mahkûm etti. Eşcinsel nefreti=yoksulluk. (sf. 25)
Bu uzunca alıntıyı yapma sebebim kültürel erkekliğin inşasının bireyi olduğu şey yapmadaki önemi ve Louis’nin yoksullukla “eşcinsel nefreti”ni eşitlemesi. Baba yaşadığı çevrenin kültürel erkeklik normlarına uymak için eğitim gibi, Louis’ye göre kendisini yoksulluktan kurtarabilecek durumlardan kaçarak, yoksulluğunun sebebi oluyor. Elbette bu konuda şunu söylemeliyiz evet, erkeklik kültürü babayı olduğu şey yapan nedenlerden biri ama yazarın metinlerinden biliyoruz ki babasının ailesi de işçi sınıfı ailesi, yani burada da yine sadece tek bir sebep yok, sınıfsal konum tekrar işe dahil oluyor. Ancak Louis’ye göre, “erkek gibi olmak” babayı yoksulluğa mahkûm eden önemli nedenlerden ve bu onun, kendisine veya genel olarak LGBTİ+’lara karşı özellikle dil aracılığıyla uyguladığı şiddetin de nedeni çünkü “karı gibi davranmamak, götünü başını sallamamak” bir erkeklik göstergesi olarak işliyor.
Tayfun Atay, “Erkeklik En Çok Erkeği Ezer” adlı yazısında, erkekliği bir iktidar pratiği olarak ele alır ve şöyle tanımlar: “Erkeklik, biyolojik cinsiyet olarak erkeğin toplumsal yaşamda nasıl düşünüp, duyup, davranacağını belirleyen, ondan salt erkek olduğu için beklenen rolleri ve tutum alışları içeren bir pratikler toplamı” (2012: 21). Louis’nin babası da toplumsal yaşamda, yaşadıkları kasaba çevresinde erkek dendiğinde ne anlaşılıyorsa ona uygun tavır alarak, aslında bir “erkeklik pratiği” sergiliyor. Kendisi de bunun altında eziliyor ve buradan kaynaklı olarak eşcinsellere veya başka topluluklara karşı bir güç ilişkisi devreye sokuyor, ezen bir konum elde ediyor, bu sınıfla ilişkili yetersizlik hissiyle birleşince şiddet onun yaşamının bir parçası hâline geliyor. Bu nedenle Louis yazınında, şiddetin bir akış şeklinde devam etmesinde sınıfsal faktörler kadar buna eşlik eden bir erkeklik kültüründen de söz etmek gerekir.
Louis’nin metinlerinin “halk sınıflarını damgalaması” konusuna tekrar dönersek bana kalırsa eğer daha önce de sözünü ettiğimiz gibi, yazar şiddeti veya ele aldığı herhangi bir meseleyi halk sınıflarının özünde olan bir durum olarak yansıtsaydı sanırım bu eleştirilere katılabilirdik. Ancak onun metinlerinde açık edilen sadece bu sınıflara özgü ırkçılık veya homofobi değil buna neden olan faktörler de işin içinde ki yazar neredeyse isim isim sistemi deşifre edecek kadar sorunun asıl kaynağına inmeye gayret ediyor. Mesela yine, Babamı Kim Öldürdü kitabında babasının metin boyunca bahsettiği insan olmasının sorumlusunu şöyle açıklıyor:
Hollande, Valls, El Khomri, Hirsch, Sakozy, Macron, Bertnard, Chirac. Acının tarihinde isimler yazılı. Senin yaşamının tarihi, seni yok etmek için birbirinin yerine geçen bu insanların tarihidir. Senin bedeninin tarihi, onu yok etmek için birbirinin yerine geçen bu isimlerin tarihidir. Bedeninin tarihi, siyasi tarihi suçluyor. (sf. 50)
Başta bahsettiğimiz gibi Louis edebiyatı aynı zamanda kişilerin bedenlerine sistem tarafından yazılan bir tarihi imler, kişileri oldukları şey ne ise o yapan içinde yaşadıkları sistemdir, kültürel ve toplumsal değerlerdir, cinsiyet rolleridir. Kısacası, yazar meselesini bireylere ya da topluluklara has durumlar olarak değil onları oldukları şey yapanın ne olduğuyla ilişkilendirir.
“SİYASETİN ÇİFTE ŞİDDETİ”
Sanat ve Siyaset Konuşmaları’nda Ken Loach, Üzgünüz Size Ulaşamadık filminin çekimi sırasındaki deneyimini aktarırken önemli bir şeye işaret ediyor:
…filmi çekerken güvencesiz çalışan işçilerle çalıştık, günde 12 saat, mola vermeden araç kullanmak zorunda olan, günlük asgari ücret alabilmek için bu şartlarda çalışan şoförlerle. Hasta bakımı sektöründe çalışanlarla, hemşirelerle de çalıştık, onlar da aynı durumdaydı, yine benzer şartlarda çalışan başka insanlarla da çalıştık… Ve bu ekonomik stres, yani bu, “Yeterince para kazanmalıyım, bu hafta çalışabildiğim kadar çalışmalıyım,” stresi öyle bir şey ki hafta sonu geldiğinde, insanı, eve döndüğünde çocuklarına, ailesine bile tahammül edemez hale getiriyor, sabrını tüketiyor… (sf. 22)
Kapitalist çalışma düzeninin gittikçe çok daha güvencesiz koşullara, neo-liberal performans düzenine hapsettiği emekçi kesimler bir de “ekonomik stres”le baş etmek zorunda kalıyorlar, bu durum elbette şiddeti tetikleyebilecek koşullar yaratıyor. Bu bahis akla Uğur Şahin Umman’ın, “çalışma acısı” kavramını da getiriyor. Ona göre;
Dünyada 1970 sonrası gelişen neoliberal akım, çalışma düzeninde köklü değişikliklere sebep oldu. Özelleştirmenin hız kazandığı 1990’lı yıllarda kapitalist sınıf, performans ve kalite yönetiminin daha baskın olduğu bir çalışma düzenini yaratabilmek için kimi reformları hayata geçirmeye başladılar. Özel sektörde performans baskısı arttı, güvencesiz emek rejimi çalışma yaşamının önemli bir parçası haline geldi. Şirketlerin yeniden yapılanmaları ile performans yönetimi kurumsallaşmaya başladıktan sonra Fransa’da işçiler bazı semptomlarla hastaneye başvurmaya başlıyorlar. Mesela kolda ağrı, ruhsal bunalma, anksiyete, travma sonrası stres bozukluğu… (2022, 1 Temmuz)
Kapitalist çalışmanın geldiği bu aşamada Umman’ın tabiriyle, “işyerinde çalışma ıstırabı” olarak da ifade edilen bir durum açığa çıkıyor ki bu da Ken Loach’un bahsettikleriyle epey yakından ilişkili fikrimce. Édouard Louis yönetmenin söylediklerini şöyle kavramsallaştırıyor:
Bunun yani adına siyasetin çifte şiddeti diyebileceğimiz şeyin var olduğunu göstermeyi başarmamız lazım: Önce hükümetler sosyal yardımları iptal ediyor, çalışma şartları kötüleşiyor, güvence ortadan kalkıyor, ilaçlar karşılanmıyor vs. Sonra da bu reformlar bahsettiğin stres yüzünden, insanların yaşamını doğrudan, içeriden etkiliyor. (sf. 22)
Louis’nin “siyasetin çifte şiddeti” şeklinde ifade ettiği, neo-liberal kapitalist çalışma düzeninden, sağlık gibi kişinin yaşamını direkt etkileyen konulardaki düzenlemelerden, güvencesizlikten, geleceksizlikten ve belirsizlikten kaynaklı “şiddeti” onun metinlerinden de takip edebiliyoruz. Sanırım bu konuda en iyi örneklerden biri, babanın işsiz kalmasından sonra (Louis’nin babası üzerine düşen bir ağırlık nedeniyle çalışamaz duruma geliyor) annenin çalışmasıyla ortaya çıkıyor, kadının uzunca iş arayışından sonra bulabildiği tek iş yaşlı bakımı oluyor. Bu iş onun açısından ekonomik özgürlüğü elde etmek gibi olumlu bir yan taşısa da Louis’nin kız kardeşi bu konudaki tanıklığını Şiddetin Tarihi’nde (2023) şöyle anlatıyor:
Eve dönünce, şüphesiz hayvani bir içgüdüyle, evlerine bakıma gittiği yaşlıların düşkünlüklerini, isim vermekte zorlandığı hareketlerini anlatırdı bize, yaklaşan ölümünün bedelini başkalarına ödetmek ister gibi davranan, yaşamdan geriye iğrenç bir hatıra bırakmanın ölüm fikrini daha makul kılacağına inanan bu insanlar evde ellerine geçirdiklerini kırar, örtüleri yırtıp parçalar, bibloları yerlere, tabakları duvarlara fırlatırlardı. (sf. 27)
Burada yaşlıların içinde bulunduğu konum başka şekillerde tartışmaya açık elbette ama annenin anlattıklarına yansıyanın “hayvani bir içgüdü”nün ötesinde bir çeşit “çalışma acısı”yla veya “ekonomik stres”le ilişkili olabileceğini düşünmek zor değil. Anne muhtemelen güvencesiz şartlarda sürdürmek zorunda olduğu işte maruz kaldıklarını, eve geldiğinde çocuklarına anlatıyor, onun yaşadıklarını dinlemeye mecbur kalan çocukları için de bu kolay olmasa gerek. Bu anlatılanlarda tekrar gördüğümüz şey, şiddetin akışı çünkü işyerinde yaşananın aile bireylerine aktarımı onları da yaşananın parçası kılıyor ve bu, yolumuzu “siyasetin çifte şiddeti”ne çıkarıyor. Kişi işyerindeki koşulları nedeniyle eve döndüğünde tükenmiş oluyor, karşısındaki insanlara işyerinde yaşadığı şiddeti haklı olarak şikâyet tonuyla iletiyor böylece, çalışmak zorunda kaldığı sistemin zorlu koşulları muhtemelen çaresizlik hissini de besliyor ve böyle bir durumda Loach’un da değindiği gibi kadından çocuklarına karşı sabır ve şefkat beklemek zorlaşıyor.
Louis’nin “siyasetin çifte şiddeti”nden bahsederken işaret ettiği, “hükümetler sosyal yardımları iptal ediyor, çalışma şartları kötüleşiyor, güvence ortadan kalkıyor, ilaçlar karşılanmıyor” cümlesinin karşılığını da bizzat babasının hikâyesinde buluyoruz:
2006 Mart’ında, on iki yıldır Fransa Cumhurbaşkanı olan Jacques Chirac’ın hükümeti ve Sağlık Bakanı Xavier Bertrand, çok sayıda ilacın artık devlet tarafından karşılanmayacağını açıkladı ki bunlar büyük ölçüde sindirim sorunlarıyla ilgili ilaçlardı. Sen kazadan beri bütün gününü yatarak geçirmek zorunda olduğun ve kötü beslendiğin için sürekli sindirim sorunları yaşıyordun. Bu sorunları giderecek ilaçları satın almak giderek daha zor hale geldi. Jacques Chirac ve Xavier Bertnard bağırsaklarını yok ediyorlardı… (2020, sf. 46)
Bahsettiğimiz gibi baba fabrikada çalışırken yaşadığı bir kaza nedeniyle yatağa bağlı hâle geliyor, çalışamıyor, yerinden kalkamıyor en sonunda sistem onu, alması gereken ilaçları da alamaz hâle getiriyor ve burada sanırım “siyasetin çifte şiddeti” en açık hâliyle görünür oluyor.
Louis, “siyasetin çifte şiddeti” bahsine şöyle devam ediyor:
En güvencesiz sınıflara karşı yapılan her şiddetli reformun buna benzer sonuçlar doğuracağı [ekonomik stresten söz ediyor] pekâlâ öngörülebilir bir şey, buna maruz kalan ailelerde çocuklara karşı sabrın ve anlayışın azalacağını, birbirlerini seven insanların arasına mesafe gireceğini öngörmek için kâhin olmaya gerek yok. Babamın yüzleşmek zorunda kaldığı ekonomik koşullar o denli güç olmasaydı, belki de çocukluğumda eşcinselliğime, bende “anormallik” olarak gördüğü şeye daha anlayışlı yaklaşırdı. Siyasetin şiddetinden bahsederken ekonomik şiddetin bu ikinci yüzünü, siyasetin iç yüzünü hiç düşünmüyoruz… (2024, sf. 22-23)
Louis’nin bu cümleleri baştan beri bahsettiğimiz onun yazınındaki şiddet meselesini anlamamıza da izin veriyor. O, insanların içinde bulunduğu yaşam koşullarının onları şiddetle iç içe bir yaşama hapsedebileceğini düşünüyor “sınıf şiddeti” kavramı da bununla ilişkileniyor bu nedenle yazarın metinlerinde kişideki şiddeti açığa çıkaran şey olarak, işçi sınıfının zorlu yaşamından kaynaklı bir şiddet biçiminden söz edebiliyoruz. Sistemi ve politikacıları genellikle meselesinin parçası yaptığı için de halk sınıflarını değil, asıl faili işaret eden bir yazma biçimi ortaya koyuyor ve bu da daha önce bahsettiğimiz “damgalama eleştirileri”ni boşa çıkarıyor.
Kısacası yazar, sistemin insanlarda açığa çıkardığı şiddetin farklı şekilleri olduğunu, bunun bireyler arası ilişkileri zora soktuğunu, toplumsal normların başka unsurlarıyla da birleşerek ırkçılık, homofobi gibi başka ayrımcılık biçimlerini beslediğini edebiyatıyla gündeme getirmiş oluyor.
KAYNAKÇA
Atay, T., (2012), Çin İşi Japon İşi, ‘Cinsiyet ve Cinsellik Üzerine Antropolojik Denemeler’, İstanbul: İletişim Yayınları.
Holloway, J., (2024), Umutsuz Zamanlarda Umut, Çev. Münevver Çelik, İstanbul: Otonom Yayıncılık.
Louis, É., (2020), Babamı Kim Öldürdü?, Çev. Ayberk Erkay, İstanbul: Can Yayınları.
Louis, É., (2021), Eddy’nin Sonu, Çev. Ayberk Erkay, İstanbul: Can Yayınları.
Louis, É., (2023), Şiddetin Tarihi, Çev. Ayberk Erkay, İstanbul: Can Yayınları.
Louis, É., (2024), Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri, Çev. Ayberk Erkay, İstanbul: Can Yayınları.
Louis, É., Loach, K., (2024), Sanat ve Siyaset Konuşmaları, Çev. Ayberk Erkay, İstanbul: Tellekt Kitap.
Umman, Uğur Ş., (2022, 1 Temmuz). “Uğur Şahin Umman’ın ‘Çalışma Acısı – Emek ve Eziyet Deneyimleri’ kitabı | Geniş Açı”, Erişim tarihi: 20 Temmuz 2024, http://www.evrensel.net



