yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

Édouard Louis: “Siyasetsiz Bir Dünya Hayal Ediyorum”

Çeviren: Burak Bağçeci / Bu yazı Lola Seaton’ın newstatement.com sitesindeki yazısından çevrilmiştir.

Fransız yazar Édouard Louis’yle 2017’de yapılan bir röportajda, yazarın ses getiren ilk “romanı” olan Eddy’nin Sonu’nun İngilizce çevirisine dikkat çekerek, röportajı yapan kişi ihtiyatlı bir şekilde şunu belirtiyor: “Bazı hikâyelerin gerçeğe dayandığını söylediniz.” Kitabın “gerçek ile kurgunun bulanıklaşması” olduğu göz önüne alındığında, onu nasıl sınıflandırmalıyız? Louis, “bu kitabın her sahnesini deneyimlediği” konusunda ısrar ediyor.

Hatayı yapan ilk kişi röportajı yapan kişi değildi. Louis’nin yazısı -yaralı, izole edilmiş, sanayisizleştirilen bir köyde büyümenin ve queerliği nedeniyle işçi sınıfı ailesi tarafından dışlanmasının yakıcı bir otobiyografik anlatımı- başlangıçta reddedildi, çünkü yayıncı ortamın gerçek olduğuna inanmamıştı. Görünüşe göre gelişmiş, müreffeh ülkelerinin alkolizm, acı, erken ölüm, öldürücü maçoluk, homofobi ve ırkçılıkla dolu böylesine sefil, kendi içine kapalı bir dünyayı barındırabilmesini kabul edemiyorlardı.

Kitap 2014 yılında Louis henüz 21 yaşındayken Fransa’da yayımlandıktan sonra, basın kötü niyetli bir şekilde o tasviri kontrol etmek için memleketi Hallencourt’a akın etti. Bu tür bir şüphecilik, kitabın hatırlattığı siyasi açıdan ihmal edilen ortamın kültürel görünmezliğini kanıtlıyor; bu ortam, Louis’nin önemli bir destekçisi olduğu Sarı Yelekliler hareketiyle 2018’de kamuoyunun gündemine yeniden geldi.

Çoğu insan hayatlarının sonuna doğru bir otobiyografi yazar. Ancak 29 yaşında ve neredeyse on yıldır küresel ve bazen fırtınalı bir edebiyat şöhretinin tadını çıkarmış -ya da bu şöhrete katlanmış- olan Louis için otobiyografi, bir uzmanlık alanıdır. Temmuz ayı başlarında bunaltıcı bir günde buluştuğumuz zaman bana anı kitabının seçtiği “devrimci silahı” olduğunu ve bunu, acımasızca, onların göz ardı etmeyi tercih edecekleri bir gerçeklikle birlikte “egemen sınıfla yüzleşmek” için kullandığını söyledi. Paris’teki prestijli École Normale Supérieure’de sosyoloji eğitimi alan Louis, 2018’de yaptığı bir konuşmada kurgu “yazamayacağını” çünkü “gerçek babasının bir kitapta yer almasını” istediğini söylemişti. Onun etkileyici ve sade tarzı ister gerçek ister düzyazı olsun, her türlü süslemeyi reddediyor. “Yalnızca aynı hikâyeyi tekrar tekrar yazmak istiyorum” diyor Louis, annesinin, Louis’nin baskıcı babasıyla olan kasvetli evliliğinden ve köylerinden kaçışını anlattığı son kitabı Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri’nde. Louis, yalnız geçen çocukluğunu saran acıları ve aşağılanmaları neredeyse mazoşist bir içtenlikle aktarmayı kendine misyon ediniyor.

Ancak, onun cömert, çoğu zaman övücü olmayan aile portreleri de şahsi olmayan bir biçimde; bireyler arasında dolaşan şiddetin, nasıl sınıf sisteminden kaynaklandığını göstermek için tasarlandı. İkinci kitabının, Paris’te bir sokakta tanıştığı bir adamın tecavüzüne uğramasını konu alan Şiddetin Tarihi’nin başlığı, eserlerinin bir açıklamasını sağlayabilir. “Bireysel sorumluluğa inanmıyorum. Topluma inanıyorum,” dedi Louis geçenlerde, Londra’daki bir kitapçıda, yeni kitabının yayımını kutlamak için toplanan dinleyicilere hitap ederken. “Bu benimle ya da annemle ilgili değil. Bu, içinde yaşadığımız dünyayla ilgili.”

Louis’yle, konuşmasının ertesi günü Londra’da, Russell Meydanı’ndaki şüphesiz Parisli olmayan -gönülsüz İtalyan, turistik- bir kafenin terasında buluştuk. Bunların hepsi doğru olduğuna göre Louis’ye neden kitaplarına “roman” adını verdiğini sordum. “Gerçek” diye yanıtladı, “ilk elden görülemez”: “Onu bulmak için onu inşa etmelisin.” Her ne kadar icat etmekten vazgeçmiş olsa da amaca yönelik olarak hazırlanmış kitapları son derece işlenmiş, stilize edilmiş ve her şeyden önce polemik niyetine bağlı olarak seçicidir. Örneğin Eddy’nin Sonu’nda Eddy’nin babası canavarca bir figürdür, ancak son romanı Babamı Kim Öldürdü’nün seçilmiş kısa hikayelerinde sempatik bir kurbandır.

Louis’nin ince kitapları incelikli psikolojik çalışmalar değil, ister iyi yönde (annesinin köydeki baskıcı hayatından kaçtıktan sonra geçirdiği metamorfozda olduğu gibi) ister kötü yönde olsun, toplumsal koşulların bireyler üzerinde yarattığı dönüşümler hakkında korkunç sosyolojik mesellerdir. Babamı Kim Öldürdü, çalıştığı pirinç dökümhanesinde sırtı makineler tarafından ezilmiş olmasına rağmen, bir dizi sinsi refah politikası nedeniyle sokakları süpürmeye zorlanan babasının çöküşünü ayrıntılarıyla anlatır.

Louis’nin köyündeki neredeyse herkes fabrikada çalışırdı ve -ailesi de dahil olmak üzere- neredeyse herkes aşırı sağa oy verdi; Louis bunu “umutsuz bir var olma çabası” olarak teşhis eder. Louis’nin yakın arkadaşı olan sosyolog Didier Eribon’un (kendisinden önceki kuşak yazar. Muhafazakâr işçi sınıfı bir ailenin eşcinsel oğlu olmayı konu alan Reims’e Dönüş adlı anı kitabının yazarı) ailesi sadık komünistlerdi. Louis 1992’de doğduğunda, onun gibi pas kuşağı[1] aileleri, 1980’lerde neoliberalleşen solu çoktan terk etmişti. 2017’de New York Times için yazdığı “Babam Neden Le Pen’e Oy Veriyor?” başlıklı makalesinde Louis, “modernleşmiş” sol partilerin “sosyal sınıf”, “acı, ıstırap ve bitkinlik” konularını tartışmayı bıraktığını ortaya koydu.

Louis’nin çalışması bu temaları ele alıyor. Büyüdüğü sırada, anne ve babasının sürekli siyasi sınıfın onları unuttuğundan şikâyetçi olduklarını söylüyor. İnsanların kendi adlarına konuşması gerektiği -yalnızca kendilerinin konuşabileceği- yönündeki moda, “burjuva” düşünceyi eğlenceli bir şekilde eleştiriyor: “Burjuvazi konuşkan bir sınıftır. Psikanalize gidiyorlar, çift terapisine gidiyorlar, hatta çocuklarıyla konuşuyorlar. Sanat üretiyorlar, edebiyat yaratıyorlar, sonunda herkesin konuşmak istediğine inanıyorlar ve böylece tüm siyasi tartışmayı şu şekilde çerçeveliyorlar: İnsanların konuşmasına nasıl izin verirsiniz ve insanların konuşmasını nasıl kabul etmezsiniz? Ama bu çok sınıfsal. Annem asla ‘Konuşmak istiyorum’ demezdi, ‘Kimse bizden bahsetmiyor,’ derdi.”

Louis’nin hem estetik hem de politik projesidir bu sessizliği düzeltmek, çağdaş işçi sınıfı deneyimini ifade edebilecek, bana söylediği şekliyle, “sol için yeni bir dil yaratmak”.

Önceki akşam kitapçıdaki katılımcıların, biraz yıldız hayranı gibi göründüklerini gözlemledim. Louis’nin elbisesi tertemiz, neredeyse kişiliksiz ve normaldi -dar kot pantolon, kestane rengi New Balance spor ayakkabılar, mavi bir kapüşonlu- altın yaldızla boyanmış, zarifçe parıldayan tırnakları hariç. Normalde pek gösterişli olmayan tavrı, onun çarpıcı görünümünü -beyaz-sarı saçları, mavi gözleri, genç, belirgin yüz hatları- tamamen ortadan kaldıramıyordu. Refleks olarak kendini geri planda tutan Louis, anıların insanlarla güçlü bir “bağ” oluşturduğunu söyledi. Otobiyografi -“en kolektif biçim”- “kendini eritmekle ilgilidir”, bu da “insanların kendi etlerini, kendi bedenlerini, kendi acılarını tanımasını sağlar”. “Narsistik” olan kurgudur, diyor Louis, uydurulmuş bir karakterin “tüm dünyayı ilgilendireceğine” dair kibirli varsayımıyla.

Akut izolasyonu dışında, Eddy’nin Sonu’nda Louis’nin büyüyüp o zamandan beri olduğu yazar olacağına dair çok az gösterge var. Eddy’nin harap, az aydınlatılmış evinde hiç kitap yok; yalnızca aralıksız televizyon var (Louis’nin ailesi kitaplardan nefret ediyordu, çünkü “kitapların bizden nefret ettiğini hissediyorduk”: “hiçbir şey bir kitap görmek kadar saldırgan, aşağılayıcı” değildi.). Eddy’nin tiyatroya olan yeteneği dışında hiçbir edebi tutkusu veya yeteneği yok. Bu, onun burjuvazinin kültürlü, metropol dünyasına açılan beklenmedik kapısıdır: Daha sonra, arabayla sadece 40 dakika uzaklıkta olmasına rağmen başka bir evren gibi olan en yakın büyük kasaba Amiens’deki bir sahne sanatları okulundan burs kazanır. Ne var ki Eddy, gençliğini kadınsı tavırlarını yok etmeye ve uyum sağlamak için “sert bir adam” gibi davranmaya çalışarak geçirdiği için oyunculuğu kolay buluyor. Onun kaçışının kişisel zekâya değil, şansa ve hararetle aranan ancak başarısız olan asimilasyondan doğan çaresizliğe bağlı olduğu anlaşılmalıdır.

Bu belirlenimcilik, Louis’nin gençliğini saran şiddeti kayıt altına alırken gösterdiği dikkat çekici soğukkanlılık açısından hayati öneme sahiptir. Sosyolog Pierre Bourdieu’nun öğrencisi olan Louis, sıklıkla bedenden bahseder. Bana bunun kısmen, ailesinin yakından maruz kaldığı siyaset deneyiminin bir etkisi olduğunu söyledi: 10 avroluk bir sosyal yardım kesintisi, onların iki gün boyunca aç kalmaları anlamına gelirdi. “Her zaman bir utanç duygusuyla yazarım” diyordu 2020 yılında New York Times’ta, ve onun üzücü bir şekilde kendini açığa vurma konusundaki olağanüstü dayanıklılığı bana neredeyse fiziksel bir dayanıklılık becerisi gibi geliyor. Kitapçıda yaptığı söyleşinin bir noktasında, annesine yaptığı zulmü yeniden anlatan Louis, “utançtan tüylerinin diken diken olduğunu” söylemişti.

Louis bedene şu reddedilemez gerçek yüzünden de ilgi duyuyor: “Beden toplumsal dünyadaki şiddetin maddi ifadesidir,” diyor, sanki birinden alıntı yapıyormuş gibi. (“Bir işçi bedeni”, daha sonra Didier Eribon’un anılarında okuduğuma, “sınıfların varlığı hakkındaki gerçeği açığa çıkarıyor.”) Louis bana kendisinin “sosyolojik otopsi” yapan bir “cerrah” gibi olduğunu söylüyor: “Benim için bedenler dünyanın ne olduğunu, toplumun ne olduğunu ifade ediyor. Eğer bedenleri gerektiği gibi açığa çıkarırsanız, dünyayı da gerektiği gibi açığa çıkarırsınız.”

Yine de Louis’nin otopsileri ne kadar titizlikle uygulanmış olursa olsun, bedene yapılan vurgunun, onun yetiştirilme tarzının bu kadar meşakkatli bir incelemeye tabi tutulmasından kaynaklanan rahatsızlığı gidermenin bir yolu olabileceği hissine kapılıyoruz. Bu belki de ister kendi sınıfından ayrılmasından isterse ebeveynlerinin ona tuhaf bir çocuk muamelesi yapmasından dolayı, sorumluluk hayaletini ortadan kaldırmanın bir yoludur.

Kitabevindeki katılımcılara, ailesinin duygularını düşünmediğini söyledi: “Siyasi olarak, homofobi açısından, sınıf hâkimiyeti açısından, ırkçılık açısından düşünüyorum. Ve benim için bedenler bu konular hakkında konuşmanın bir yoludur.” Louis’nin belirlenimciliği fazla katı görünebilirse de görevine ilişkin anlayışı fazla bilenmiş, önsel ve melankolik bir şekilde tanımlanmış görünebilir. “Siyaset,” diyor Louis, “bana göre bir zevk meselesi değildir. Benim hayalim siyasetin olmadığı bir dünya, o kadar mükemmel bir dünya ki siyasete ihtiyacımız olmayacak” -ya da onunki gibi yoğun politik edebiyata da.

Son Fransa Başkanlık Seçiminin ilk turunda Louis’in ailesinin tamamı sol aday Jean-Luc Mélenchon’a oy vermiş. Mélenchon, son ikiye giremese de parlamento seçimlerinde etkileyici bir şekilde 131 sandalye kazanan ilerici bir ittifak kurdu ve Marine Le Pen’in yerine gönülsüzce yeniden seçilen Emmanuel Macron’un meclis çoğunluğunu elde etmesini engelledi.

Sağın ilerlemesine rağmen (Le Pen’in Ulusal Birlik’i koltuk sayısını on bir kat artırarak 89’a çıkardı) Louis iyimser. “Siyasi soru şu; insanlara ‘Ben varım’, ‘Acı çekiyorum’ demeleri için hangi yolu sunuyorsunuz?” Aşırı aday Éric Zemmour’un güçlenmesine yardımcı olan günah keçisi olarak “Göçmenler yüzünden acı çekiyorum” mu diyorlar, yoksa “kapitalizm veya sınıf egemenliği” yüzünden mi? Louis, “yeniden güçlü bir sol inşa edersek pek çok kişinin değişeceğinden” emin. Babası, ailedeki herkesin doğru kutucuğu, aşırı sağı işaretlediğinden emin olmak için oy verme kabinlerinde görev alırdı. Ancak Babamı Kim Öldürdü’nün sonunda, bedeni fabrika işçiliği ve Fransız devletinin katı politikaları yüzünden harap olmuş bir hâlde, oğluyla aynı fikirde: “Haklısın, ihtiyacımız olan şey bir devrim.”

 

[1] “Rust belt” tabiri, İngilizcede eskinin endüstri bölgelerinde yaşanan sanayisizleşmenin yarattığı kentsel çöküşü tarif etmek için kullanılır.

Lola Seaton
diğer yazıları

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir