Édouard Louis’nin tiyatroda aradığı şeyi iki alanda takip edebiliriz. Bunlardan biri yoğun otobiyografik özellikler taşıyan romanlarında bahsettiği tiyatro diğeri de eserlerinin sahneye aktarılmasıyla yaşamına dahil olan tiyatro. Bu iki güzergâhı ayrı ayrı takip ederek kabaca Édouard Louis’nin tiyatroda aradığı şeye dair birtakım sezgiler geliştirelim.
Kaçmam gerekiyordu. Artık orta son sınıftaydım ve lisede ne yapacağımı belirlemem gerekiyordu. Herkesin tek tercihi olan Abbeville’e, civardaki bölge lisesine gitmeyi katiyen ihtimal dahilinde görmüyordum. Ailemden uzağa gitmek, o iki oğlanla bir daha karşılaşmamak istiyordum. Kimsenin beni ibne olarak algılamayacağı -göstermiş̧ olduğum gelişim sayesinde bunu umuyordum- yeni topraklara adım atmak istiyordum. Her şeyi baştan almak, sıfırdan başlamak, yeniden doğmak. Okul kulübünde tiyatroyla uğraşmam bana hiç ummadığım bir kapı açmıştı. Tiyatroya çok emek vermiştim. Asıl sebebi babamı gıcık etmek olsa da -zira daha o yaştan itibaren, yaptığım her şeyi ona göre (daha doğrusu ona karşı) belirlemeye başlamıştım- rol yapmaya da az buçuk yeteneğim vardı ve tiyatro sahnesi kendimi kabul ettirebildiğim bir yerdi. Kendimi sevdirmek için her şeyi yapmaya hazırdım: Ay bir gör şu Bellegueule’lerin oğlanı, nasıl oynuyor aklın durur, yerlere yattık gülmekten, yıl sonu gösterisinde izledik. Ablam gurur duyuyordu: Yeni Brad Pitt mi geliyor ne?[1]
Édouard Louis yukarıdaki cümleleri Eddy’nin Sonu adlı ilk romanında söyler. Kavramları sıfırdan başlamak, yeniden doğmaktır. Çok sıkıldığı açıktır. Çok sıkılmıştır, bunalmıştır çünkü o içine doğduğu erkek egemen toplumun ötekileştirdiği bir eşcinseldir. Eşcinselliği nedeniyle hep ayrımcılığa tabi tutulmuş, şiddet görmüş, değersizleştirilmiştir. Bu toplum asli olarak yaşamak isteyeceği toplum değildir. Erkek egemenliğin her türlü şiddetiyle donanmış bu toplum öyle ağırdır ki bir insan tekinin onu tek başına değiştirmesi hemen mümkün görünmemektedir. Kendi yaşamını kurtarmak için kaçmaktan başka çare yoktur. Tiyatroya kaçar çocuk Édouard da. Kendi koşullarını kendi iradesiyle değiştirmenin tek mümkün yolu budur, şimdilik. Sonra sol bir örgüte de üye olacaktır kendi dediği gibi. Siyasete “bulaşacaktır”, yani başka yolları da deneyecektir. Ama şimdi ortaokul öğrencisi olan Édouard için kurtuluş tiyatrodadır. Ortaokulda tiyatro sahnesinde elde ettiği başarıdan dolayı toplumun onu kabul edeceğini düşünür. Fark edilmek, yaşadığının, varolduğunun hem ailesi hem de toplum tarafından bilinmesini istemektedir. Tiyatroyla ortaokulda ilk tanıştığında bunları geçirir aklından.
Édouard Louis muhafazakâr kodlarla kurulmuş bir topluma doğar. Eşcinsel olması katmerli bir bir şiddet dalgasına maruz kalmasına sebep olur daha çocuk yaşlarda. Bunları ayrıntısıyla anlatır Eddy’nin Sonu’nda. Neredeyse yaşanmaz bir toplumdur bura bir eşcinsel için. Bedensel yapısı, konuşması, kendi deyişiyle gizleyemediği eşcinsel elleri hakaretten tacize bir dolu şiddete maruz kalmasına sebep olur. Babasının kazancı ayın tamamlanmasına yetmediği için marketten yiyecek dilenmeye gönderilmesindeki utancı tahammül edilemez diye nitelendirir. Bütün bu şiddet ikliminde sığındığı bir yer olarak belirir tiyatro. Ortaokuldan itibaren kaçmak fiilinin somutlandığı yerdir. Önce Fransızca öğretmeninin açtığı tiyatro kursuna katılır. Babası onu arabayla almayı reddettiği için 15 kilometrelik yolu akşamın bir vaktinde tek başına kateder.
“UZUN BOYLU KIZIL SAÇLI İLE KISA BOYLU KAMBUR”
Ortaokulda iki erkek öğrenci “Uzun boylu kızıl saçlı ile kısa boylu kambur” Édouard’ı sürekli taciz eder. Tacizden de öte resmen işkence ederler. Başka insanlar görmesin diye onlarla işbirliği yapar, onların çağırdığı okul koridoruna gider işkence görmek için. Ağzına açtırıp içine tükürmekten kafasını duvara vurmaya, küfürlerle taciz etmeye kadar türlü işkenceler. Bütün bu işkencelerden sonra ortaokula burada devam etmek istememektedir. İşte bunlardan dolayı kaçar tiyatroya. Bu işkencelerin etkisini hafifletmek, bir varlık olduğunu duyumsamak, fark edilmek. Yaralarını sarmak için bulduğu yöntemdir âdeta.
Ortaokulu bitirirken yıl sonu gösterisi zamanı gelir. Piyesi Édouard yazar. Aynı zamanda oyuncusudur da. Ancak o iki işkenceci “oğlan” da oradadır. Anksiyetesi artar. Gösteri sırasında onu aşağılayacaklarını düşünür. Şöyle anlatıyor o anı Édouard:
Bir akşam okulun yakınındaki belediye salonunda sahneye çıktık, yıl sonu gösterisi, bu vesileyle kısa bir piyes yazmıştım. Farklı kişilerin sahneye çıkıp kendilerini tanıttığı, hikâyelerini anlattığı, şarkılar söylediği bir tür kabareydi. Ben Gerard rolündeydim, karısı tarafından terk edilmiş, evsizliğe sürüklenen bir alkolik, şarkısının sözleri de:
Germaine, Germaine
Bir vals ya da bir tango
aynı şey işte demekle
sensin benim sevdiğim
bir sen, bir de Kanterbrau o o o
O akşam, iki oğlanın salonda olduğunu hatırlıyorum. Gerçi artık lisedeydiler. Büyük ihtimalle yakınlarını, ailelerindeki başka çocukları izlemek için gelmişlerdi, belki de sırf meraktan.
Onları görünce nasıl korktuğumu, çıkışta beni bekleyeceklerini düşündükçe ecel terleri döktüğümü hatırlıyorum. Ufacık bir salondu ve karanlıkta bile yüzlerini görebiliyordum. Sahnemi oynadım ama iki repliğimin arasında, tam sustuğum sırada birden annemin ve tabii herkesin önünde ibne diye bağıracaklarını düşündüğüm için elim ayağım titriyordu. Bir şekilde sonunu getirebildim. Bitirdiğimde ikisinin birden ayağa kalkmış, kendilerini yırtarcasına, delirmiş gibi bağırdıklarını gördüm: Bravo Eddy, bravo!
Eddy, Eddy diye bağırarak tempo tutmaya başladılar ve salondaki kasabalıların da onlara katılması uzun sürmedi, yaklaşık üç yüz kişi adımı tekrarlıyor, birlikte el çırpıyor, hayranlıkla beni izliyorlardı. Tezahüratlar bir türlü̈ dinmek bilmedi. Kulise gidip selam faslı için topluluğun diğer üyeleriyle birlikte salona döndüğümde yine adımı bağırdılar. Sonra bir daha görmedim onları, çıkışta yoklardı. Galiba onları son görüşümdü.[2]
Bu iki “uzun boylu kızıl saçlı ile kısa boylu kambur” oğlanın gittiği liseye giderse ortaokulda göreceği işkencelerin devam edeceğini düşünür. Bu katlanılmaz bir durumdur. O nedenle bir başka lise arayışına girişir. Ortaokulun müdiresi ona bu imkânı sunar. Yaşadıkları yere uzak bir lisede tiyatro bölümü de vardır, isterse Édouard’ı onun sınavlarına hazırlayabileceğini söyler. Tahmin edileceği gibi ailesi pek ilgilenmez hatta babası sınava gidiş gelişine yardım etmeyeceğini söyler önce. Gerçi sonra son dakika fikrini değiştirir ve sınava girmesi için gara bırakır Édouard’ı, cebine de yüklü bir harçlık koyarak. Şöyle anlatıyor bunu:
Bu seçmenin ilk aşamasıydı, hazırladığım sahneyi daha sonra sunacaktım. Önce tiyatro üzerine birkaç̧ soruya yanıt vermem ve bu liseye neden girmek istediğimden bahsetmem gerekiyordu. Yanıtlarımı baştan düşünmüştüm: Tiyatro tutkusu, toplumda ve tarih boyunca sanatın önemi, vizyonumu genişletmek. Bir sürü̈ klişe.
Bana soru soran öğretmen, beyaz saçlı adam, kabul edildikten sonra tiyatro öğretmenim olacak olan Gerard’la bu görüşmeyi bambaşka hatırladığımız sonradan çıktı ortaya. İki yıl sonra açtı bana bu sırrı -her zamanki hafif alaycı tavrıyla-, ona göre beni liseye alması için âdeta yalvarmıştım. Neredeyse karşısında diz çökmüştüm. Beni taklit etmişti: Lütfen efendim, yalvarırım size, kurtarın beni bu hayattan. Acıyın bana, acıyın. Bana gülümsemeyi hiç bırakmadığımı söyledi. Bunu hiç doğal bulmamıştı ama irademin sağlamlığından etkilenmişti, oysa içimden taşan çaresizlikten başka bir şey değildi bu. Seçmenin ikinci aşamasında, sahnemi oynarken yine yalvarmaya başladığımı söyledi: Ne söylesen yalvarır gibi söylüyordun, ne söylesen.[3]
Édouard yalvarmak zorundaydı. Çünkü kurtulmak istiyordu şiddetten, erkek egemen baskıdan… Toplumu ele geçirmiş bu eril şiddet ya da Édouard’ın deyişiyle eril delilikten kurtuluşun bu aşamalarında tiyatro imdadına yetişmiş sayılırdı. Bu kendine benzemeyene yaşam hakkı tanımayan katı toplumsal yapının şiddetinden kurtulmak için bir insan tekinin çıkış yolu olarak iş görmüş diyebiliriz tiyatro için.
Bütün bunların yanı sıra Louis, bütün eşcinsellerin doğuştan oyuncu olduğunu düşünür. Çocukken kasabada bira içer, futbol hakkında konuşur, kızlarla alay edermiş misal ki buna dair de şöyle der Louis: “Her günüm, kendimi homofobi ve erkek şiddetinden korumak için sergilediğim bir performanstı.”
ÉDOUARD LOUİS’DE BİR YAZAR OLARAK TİYATRONUN BELİRİŞİ NASIL BİR YOL İZLEDİ?
Yazı, Édouard Louis’nin toplum problemini anlamak için kullandığı bir imkândır. Yoksulların sanatla kurduğu ilişkinin belgesel niteliğine vurgu yapar. Lisede tiyatro tedrisatından geçse de Üniversitede Pierre Bourdieu geleneğine bağlı bölümde sosyal bilimler eğitimi alır. Yaşadıklarını anlamak için sosyal bilimlerin imkânlarını seferber etmiş bir yazar vardır karşımızda. Romanlarında okuyucu bir yandan kişisel olaylara tanık olur. Beri yandan toplumsal yaşantının kurucu unsurları olan fabrika, okul, aile, devlet, polis gibi unsurların kişi üzerindeki etkilerini tahlil eder. Bir belgeselci gibi, aşırı sağcı yönetimlerin işçiler üzerindeki ekonomik baskılarını gösterir. Okuyucuyu yoksullar aleyhine kurulmuş düzeni fark etmeleri için hep diri tutar. İşçi sınıfının erkek egemen yönlerini de açık seçik ortaya koyar ama beri yandan devletin yoksullara boyun eğdiren politikalarını da gösterir. Eserlerine baktırmak için okuyucuyu bu toplumsal zemine çeker.
Fransa’da işçi sınıfına mensup bir ailede dünyaya gelen Édouard Louis roman ya da anlatı yazarı olarak tanınmıştır ilk olarak. Eddy’nin Sonu’nu 21 gibi çok genç bir yaşta yazmış, yazar yazmaz da büyük ilgi görmüştür. Otobiyografik özellikler barındıran bu roman işçi sınıfı bir aile ve çevrenin içinde küçük yaşta eşcinselliğini kavramış bir insan tekini yaşadığı toplumla birlikte anlatır. Yazım biçimi açısından tiyatro olarak yazılmamıştır. Edebiyatın sınırları içinde kalan, epizodik yapıya sahip bir anlatı denilebilir.
İkinci romanı Şiddetin Tarihi’nde ise yazar uğradığı bir tecavüzü anlatır. Tecavüzün şiddetinden kaçamayarak, parçalanan kendi bedenine bakar. Diğer yandan da hınçla dolu Cezayirliye bakar. Onu okuyucuya yakınlaştırır. Ceza kesmekten öte suçu anlamaya çalışır. Bu ikinci eser de bir edebiyat ürünüdür. Edebiyatın sınırları içinde kalır.
Édouard Louis’nin romanlarından ikisi 2018’de arka arkaya sahnelenir. Eddy’nin Sonu İngiltere’de Unicorn Theatre’da Stewart Laing, Şiddetin Tarihi Almanya’da Schaubühne tarafından sahneye taşınır. Oyunun rejisörlüğünü ünlü yönetmen Ostermeier üstlenir. Bu, Édouard Louis metinlerinin sahneye ilk aktarılışıdır. Tiyatroya ilk olarak ortaokulda içinde yaşadığı topluluğun şiddetinden kaçmak için yönelen Édouard Louis profesyonel tiyatro sahnesine yazar olarak adım atmak üzeredir. Bu oyunu Berlin’de izleyen bir arkadaşım şok edici bir seyir deneyimi yaşadığını anlatmıştı. Şöyle: Romanda tecavüzün anlatıldığı bölüm sahneye sansürsüz taşınmıştı. Tecavüz seyircinin gözü önünde neredeyse gerçekmiş gibi oynanmış. Arkadaşım orta sınıf Alman tiyatro seyircisinin gördükleri karşısında şoka girdiğini, salonda çıt çıkmadığını, seyircinin allak bullak olduğunu söyledi. Bir süre sonra şokun dağıldığını ve salonda çok yüksek bir seyir enerjisinin dolaşmaya başladığını ekledi. Seyircisini şok etmek üzere hareket eden, tecavüzün röntgencisi değil de muhatabı kılan bir tiyatro eseri olduğuna hükmetmiştik o konuşmada.
Édouard Louis tiyatro yazarı olarak başlamadığı yazarlıkta Babamı Kim Öldürdü’yle yeni bir aşamaya geçer. Şiddetin Tarihi’nin ardından yazdığı Babamı Kim Öldürdü Édouard Louis açısından farklı bir öneme sahiptir. İlk önce lisede bıraktığı oyunculuğa geri döner, Babamı Kim Öldürdü’nün oyuncusu olur. Rejisör yine Ostermeier’dir. Schaubühne ile Theatre de la Ville Paris ortak prodüksiyonuyla 9 Eylül 2020’de sahneye çıkar.
Babamı Kim Öldürdü romanı Eddy’nin Sonu’nda anlatılan otobiyografik unsurların yeni bir omurga üzerine yerleştirilmesiyle oluşur. Çok daha kısa bir metindir Eddy’nin Sonu’na göre. Moda Sahnesi’nin sahneye koyduğu Babamı Kim Öldürdü metni romanda budama yapılmadan sahnelenmiştir. Romanın uzunluğu tiyatroya uygundur. Olaylar lineer bir akışla anlatılmaz. Édouard Louis babası üzerinden erkek egemenliğin kuruluşunun toplumsal adımlarını gösterir. Bu belaya tanık eder bizi. Ancak babasını buraya mahkûm etmez. Roman erkek egemen toplumdan devrime, erkek babadan yoldaş babaya doğru bir seyir izler. Louis’nin bu üçüncü romanda; değişmemiz için problemi tanımamız gerektiğini ve bu tanıma için de tiyatronun uygun bir ortam sağladığını düşünmeye başladığını çıkarsarız. Yoksulların, ezilenlerin çektiği eziyetler tiyatro sahnesinde bütün keskinliğiyle görülebilecektir artık. Sadece eziyetleri değil bizzat kendileri de görülecektir. İlk kez bir romanının önüne oyun olabileceğini öngören bir not düşer Édouard Louis:
Bu bir tiyatro metni olsaydı, şu sözlerle başlaması gerekirdi: Bir baba ve bir oğul, aralarında birkaç metre mesafe, büyük, geniş ve boş bir mekânda duruyor. Bu mekân bir buğday tarlası, kullanılmayan, boş bir fabrika, bir okulun, zemini PVC kaplı spor salonu olabilir. Belki kar yağıyordur. Belki kar yavaş yavaş üzerini örter ve nihayet gözden kaybolurlar. Babayla oğul neredeyse hiç bakmazlar birbirlerine. Yalnızca oğul konuşur, ilk cümlelerini bir kâğıda ya da ekrana bakarak okur, sesini babasına duyurmaya çalışmaktadır ama nedendir bilinmez, babası onu duyamıyor gibidir. Birbirlerine dokunacak kadar yakındırlar ama ulaşamazlar. Bazen tenleri buluşur, temas kurarlar fakat o anlarda bile birbirlerine uzaktırlar. Yalnızca oğlun konuşuyor olması ikisi için de şiddetli bir şeydir: Baba kendi hayatını anlatma imkânından mahrumdur, oğulsa asla alamayacağı bir yanıtı beklemektedir.[4]
Édouard Louis’nin, Babamı Kim Öldürdü’de dediği gibi edebiyat ya da tiyatrodan ziyade toplumsal yangının ihtiyaçlarına yanıt vermeyi hedefleyen bir sanat anlayışına sahiptir kendisi. Onu sanata yönlendiren bu zorunluluktur ve onu belirleyen temel faktör özgürleşmedir.
Tiyatro Édouard Louis’ye hem bir özgürlüğe kaçış imkânı hem de bu kaçışı zorunlu kılan eril dünyanın şiddetinin şerh edilmesi, anlaşılması imkânını vermiştir. Édouard Louis’nin özgürleşme pratiği aynı sınıftan başka bireylerin de özgürleşme ihtiyaçlarını açığa çıkartıp onlara yol gösterir hâle gelmiştir. Tiyatronun gücü de burada yatıyor olabilir: kaçmaya imkân tanıması yani düşmanların def edilmesi ve beri yandan da apaçık kendini ortaya koymaya fırsat tanıyıp özgürleşme pratiğine dönüşmesi. Maskelerin arkasına gizlenmek her daim negatif bir davranış olmayabilir. Kendini egemenden gizlemek, egemenin fark etmeyeceği maskelerin ardından bakarak onu deşifre etmek, ele geçmeden, onunla işbirliğine girmeden… Maskeye, erkek egemen şiddetten, sermaye düzeninin sömürüsünden kurtulmayı sağlayacak dramatik kalkanlar da diyebiliriz. Bireyler tek başlarına olduklarında egemenlerin açık tehdidini böyle bertaraf edebilirler. Hem gizlenmek hem de yeni bir dil öğrenmek için bedene tiyatroyu giydirmek, sanatı giydirmek direnişin üsluplarından biri yapılabilir belki de.
Bugünlerde Avrupa’nın birçok tiyatrosunda Édouard Louis’nin romanları oyunlaştırılıyor. Toplumu ve insanı onun perspektifinden anlayan insanların sayısı çoğalıyor. Böylece tiyatro yoluyla sınıfsal farkları anlamaya gayret eden insanların çoğalmasının özgürleşme pratiklerine katkı sağlayacağı muhakkaktır.
[1] Édouard Louis, Eddy’nin Sonu, Çev. Ayberk Erkay, Can Yayınları, 2022, sf. 152
[2] Édouard Louis, Eddy’nin Sonu, Çev. Ayberk Erkay, Can Yayınları, 2022, sf.153
[3] Édouard Louis, Eddy’nin Sonu, Çev. Ayberk Erkay, Can Yayınları, 2022, sf. 157-158
[4] Édouard Louis, Babamı Kim Öldürdü, Çev: Ayberk Erkay, Can Yayınları, 2021, sf. 11



