“Her şey bir fotoğrafla başladı. Bu resmin ne var olduğundan haberim vardı ne de bende olduğundan -kim vermişti bana ve ne zaman?”
Fransız yazar Édouard Louis’nin kendi annesinin portresini çizmek amacıyla kaleme aldığı dördüncü romanı Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri’nin açılış cümlesi bu. Bu romanın evvelinde henüz 21 yaşındayken yayımlanan ilk sansasyonel otokurmacası Eddy’nin Sonu, onu takip eden aynı türde ve bir o kadar çarpıcı Şiddetin Tarihi ve Türkiye’de tiyatro uyarlamasıyla tanıdığımız Babamı Kim Öldürdü ile sadece kendi ülkesi Fransa’da değil pek çok ülkede yankı uyandıran bu genç yazarın kitaplarını okuduktan ve Ken Loach, Kerry Hadson, Tash Aw ve Douglas Stuart gibi isimlerle bir araya geldiği söyleşileri izledikten sonra elde ettiğim edebi portreyi şimdi ben de şaşkınlıkla elimde tutuyorum. Dünyaya öfkeyle bakan ve düş kırıklığının çalkantılarını yansıtan mavi gözlerine; geniş alnını hafifçe kapatan dalgalı kısa sarı saçlarına; Fransızlığını belli eden kıvrımlı ve alımlı burnuna; sert hatlı çene hattına bakıyorum. Sımsıkı kapattığı dudakları az sonra infial yaratacak sözler söylemenin eşiğinde.
Ona bakarken bir yandan bu genç yazar portresini saklayacağım bir oda hayal ediyorum. Onu nereye koyardım? Nasıl bir odaya? Nasıl bir evde saklanmalı bu portre? Onu aile yadigârları yanında modern tasarım sandalyeleri ve orası burası büyük vazolar ile donatılmış, ferah bir manzaraya açılan Fransız pencerelerden süzülen berrak günışığı ile aydınlanan geniş bir burjuva salonda, şömine etrafında sergilenen aile albümlerinin tam ortasına bırakıyorum. Portreyi sakladığım evin sahibi kendi çocuğu okul çağına geldiğinde “benim çocuğum el alemin çocuklarıyla mı okuyacak?” demiş ve biricik evladını devlet okulu yerine paralı ve prestijli bir kuruma göndermiş olsun. Édouard Louis portresini böyle ayrıcalıklı bir evin baş köşesine yerleştiriyorum. Siz yazının devamını okurken bu portre burada dursun.
Édouard Louis Fransa’da 2014’te yayımlanan ilk otokurmaca romanı Eddy’nin Sonu’nda Eddy Bellegueule adını taşıdığı kendi çocukluğunu kurcalıyor, onu deşiyor, lime lime ederek utançtan, korkudan, suskunluktan, itaat ve uyumdan ayıklıyor, böylece yeniden doğacaktır. İşçi babasının televizyonda izlediği Amerikan dizilerinin etkisiyle seçtiği önceki ismi Eddy ve “güzel surat” anlamını taşıyan eski soyadı Bellegueule yazarın büyüme çağında maruz kaldığı hem sözel hem fiziksel zorbalığın yüküyle taşınamayacak kadar ağırlaşmıştır. 1990’ların sonu, 2000’lerin başına denk gelen çocukluk döneminde bu isim homofobik hakaretlerin gölgesinde solup gitmiştir. Bu nedenle Eddy’nin Sonu kitap olarak ilk roman vasfını taşımasının yanı sıra yazarın yeni isminin, ayrıca edebi ve politik bir figür olarak benimsediği yeni hayatının (sınıfının) somut başlangıcıdır.
“Çocukluğuma dair mutlu bir anım yok.” diyor romandaki eski adıyla Eddy Bellegueule. Ülkenin kuzeyinde fabrikaların tek tek kapandığı küçük endüstriyel kasaba Hallencourt’ta nesillerdir işçi sınıfına mensup ailesinin beş çocuğundan biri olarak dünyaya gelmiştir. “Tüm bu yıllar boyunca mutluluk ya da sevinç duygusunu tatmamış olduğumu söylemek istemiyorum. Ama şu var ki acı totaliterdir: Sistemine girmeyen her şeyi yok eder.”[1] Yazar ileride mutluluğu daha filiz vermeden kurutan koşullara odaklanacağının sinyalini böyle veriyor. Roman, kütüphaneye bağlanan tenha bir okul koridorunda (kütüphane malum uğrak bir yer değildir) nöbetçi öğretmen gözetiminden uzak gerçekleşen bir akran zorbalığı sahnesi ile açılıyor.
Koridorda iki çocuk çıktı karşıma, biri uzun boylu, kızıl saçlı; öbürü kısa boylu, kambur. Uzun boylu, kızıl saçlı olan tükürdü, Aç lan ağzını. Tükürük yüzümden aşağı yavaş yavaş akmaya başladı, irin sarısı, koyu bir balgama benziyordu, kokusu ağır, mide bulandırıcı, yaşlıların ya da hasta insanların boğazlarından öksüre öksüre söktükleri türden.
Eddy’yi sık sık göreceğimiz bu koridorun açılış sahnesi için kullanılan rastgele bir mekân olduğu düşünmek yetersiz bir okuma olur. Tekinsizliği, terk edilmişliği ve unutulmuşluğuyla bu kuytu koridor dünyayı sessiz sedasız pençesine alan neoliberal finans ekonomisinin gölgesinde endüstrinin el ayak çektiği küçük kuzey Fransa kasabasındaki hayatı da betimliyor.
Böyle bir ortamda okul zorbalığı, homofobi, sefalet, ayrıca babası ve üvey ağabeyinin maruz bıraktığı alkolizm ve şiddet sarmalında büyüyor Eddy, ta ki orta öğrenimi sona erdiğinde ailesinin makus talihini yenip bir ilki gerçekleştirerek lise öğrenimi için bu küçük kasabadan şehre taşınana değin. Keza Eddy ancak burada farklı yaşam tarzlarıyla taşınacak, sınıf eşitsizliklerini görecek ve efemine olmanın bir suç sayılmadığını farklı cinsel yönelimlerin olabileceğini fark edecektir. Lisedeki yeni hayatının yarattığı şaşkınlığı romanın sonunda bir epilogla anlatıyor.
Burada oğlanlar merhaba deyip yanaktan öpüşüyorlar, el sıkışmıyorlar / Deri çantalar takıyorlar / Tavırları nazik / Bizim okulda hepsinin adı ibneye çıkardı / Burjuvalar bedenlerini farklı kullanıyorlar / Erkekliği babam gibi, fabrikadaki erkekler gibi tanımlamıyorlar / (bu durum Ecole Normale’de daha belirgin olacaktı, entelektüel burjuvazinin kadınsı bedenleri).[2]
Eddy’nin içine kapalı Hallencourt’ta benimsediği dünya görüşünde filizlenen ilk çatlak bu olacaktır.
Eddy’nin Sonu barındırdığı sevgi yoksunluğu ve şiddet fazlalığıyla bir çocuğun hiç seçmediği bir hayatı yaşamasının, başka bir deyişle hayatın onun için bir türlü başlayamamasının kaydı. Yazarın sürekli dile getirdiği gibi iktidardakilerin ötekileştirme politikalarının ve bunun yarattığı zulmün gölgesinde geçmiş bir çocukluktur bu. Son otuz kırk yılda görmezden gelinen, yokmuş gibi yapılan ve tırmandırılan sınıfsal eşitsizlikleri, norm kabul edilen toksik erkeklik pençesindeki aile kurumunun işlevsizliğini Eddy’nin Sonu hiç sakınmadan ifşa ediyor. Bu hâliyle Édouard Louis, bu ilk romanla ayrıcalıklı sınıflara mensup bireylerin çocukluğu nostaljiyle anmasına, bu yaşları kaybedilmiş bir cennet olarak görmesine âdeta cevap veriyor. Onunkisi gibi, bazıları için böyle bir çocukluk hiç olmamıştır, hiç yaşanmamıştır. Çocukluk sınıfsaldır ve toplumsal cinsiyet rollerinden muaf değildir çünkü Eddy efemine tavırları nedeniyle dışlanmış, dışlanmakla kalmayıp hem okul çevresi hem de kendi ailesi tarafından zorbalığa uğramıştır. Dahası kendini onların gözüyle gördüğünden çevresine uyum sağlamak için her yolu denemiş; hoşlanmadığı hâlde kızlarla ilişkiye girmeye çalışmış, ağabeyi gibi en yakın kız arkadaşlarından birini dövmüş, babası gibi kör kütük sarhoş olduğu gece gezmelerine katılmıştır. Çevresinden gördüğü şiddeti ve zorbalığı kendi kendine de uygulayarak kendini kandırmaya, ataerkil geleneği sürdürmeye çabalamıştır.
Édouard Louis’nin 2016’da yayımlanan ikinci otokurmaca romanı Şiddetin Tarihi en az ilki kadar sarsıcı. Roman, Noel partisinden ayrılan yetişkin başkarakterin gece tam evine dönerken rastladığı bir yabancıyla yakınlaşması, onu eve davet etmesi ve ardından yaşanan soygun ve tecavüz olayı ile gelişen polis görüşmeleri üzerinden ilerliyor. Anlatıcı seçimi yine ilk romanındaki gibi birinci tekil şahıs ancak bu ikinci romanda travmatik olayları aktaran tarafa anlatıcı olarak kendi ablasının sesi ekleniyor ve roman boyunca biri erkek biri kadın iki kardeş anlatıcının sesleri birbirinin içinde yankılanıyor. “Sahneyi ablam aktarıyor kocasına. Ayrı geçirdiğimiz onca yıla rağmen sesi hâlâ tanıdık geliyor, öfkeyle hıncın, ironiyle tevekkülün birbirine karıştığı o ses…”[3] Romanın devamında anlatıcı her ben dediğinde bu sesin içinde ablasının sesi çınlıyor. Yazar bu tercihiyle kuir anlatısında kadın ve lgbtq+ seslerini birbirine ekliyor. Ayrıca olayların ablası Clara’nın ağzından aktarılması, sözlü edebiyat geleneğine selam çakıyor âdeta. Bu anlatıcı tercihiyle garip bir şey oluyor ve tek bir ağızdan konuşmanın, dayanışmanın sesi baştan sona romana yayılıyor. Şiddetin Tarihi’ndeki abla Clara, ilk romanı Eddy’nin Sonu’nda bahsettiği aile hikâyeleri anlatan o büyükannelerin, halaların geleneğini sürdürüyor. İkisi birbirinin sesi oluyor. Clara, böylece kendi erkek kardeşinin deneyimini aktarırken aslında kadınların maruz kaldığı binlerce yıllık mağduriyetin de yankısı oluyor. “Bu sahneyi er ya da geç geçmişe gönderecek, sevk edecek, indirgeyecek geleceğe kavuşmanın telaşıyla düşünüyordum. Bir hafta sonra diyeceksin ki: Bak bir hafta geçti bile, dayan. Bir yıl sonra diyeceksin ki: Bak bir yıl geçti bile.”[4] Romanın başındaki bu öğrenilmiş çaresizliğin içe atılmış sesi kendine bir dere yatağı bularak roman boyunca ablanın ve anlatıcı olarak Edouard’ın bir ağızdan konuşması ile şırıltılı bir iç dökmeye dönüşüyor. Böylece madun beden binyılların suskunluğundan, indirgemeciliğinden, yok saymacılığından ve boyun eğmeciliğinden âdeta çok seslilikle arınıyor.
Şiddetin Tarihi’ni sıradan bir madun anlatısından ayıran bir diğer niteliği tecavüzcüyü ve hırsızı anlamaya, onun nereden geldiğini anlatmaya ayırdığı yer. Bunu ona yöneltilen eleştirilerin aksine, suçluyu affetmek, failliğine hafifletici sebepler öne sürmek için yapmıyor. Ya da azınlık, göçmen ve mültecilere karşı geliştirilmiş önyargıları palazlandırmak, bunlardan faydalanmak değil amacı. Romandaki Cezayirli Reda bir fail olarak ortaya konurken onun geçmişine dair anekdotlarla ırkçılık mağduru bir azınlık ve sömürü öznesi olduğu göz ardı edilmiyor. Siyasi kararlarla maruz bırakılan şiddet nihayetinde yurttaşlar arasında döngüsüne devam ediyor. Gey bir Parisli entelektüel ile Cezayirli bir göçmenin, Noel zamanı neredeyse karnavalesk bir karşılaşma olarak tanımlayabileceğimiz bu tanışması ile aslında devlet politikalarının bireysel hayatlar üzerinde oynadığı yıkıcı rol gözler önüne seriliyor. Anlatıyı herhangi bir polisiye romandan ayıran da bu. Édouard Louis’in bir sonraki romanı Babamı Kim Öldürdü için katıldığı bir söyleşide dile getirdiği sözleri önceliyor bu roman. Siyasilerin verdiği kararlar mahrem bir öpücük veyahut bir temas kadar hayatımızın içinde.
Eddy’nin Sonu’nda yoksulluğun tetiklediği şiddet ve nefret bu kez Şiddetin Tarihi’nde tecavüz kurbanını da nefret kaynağına dönüştürecektir. “Clara, anlamsız olduğunu biliyordum ama o sabah uyandığımda kendimi insanlardan nefret ederken buldum […] Reda gitmişti ve bana mutluluğu anımsatan en ufak bir ize, en ufak bir işarete, en ufak bir görüntüye bir daha asla tahammül edemeyeceğim düşüncesiyle uyanmıştım […]”[5] Saldırıya uğrayan, tehlikede olduğunu hisseden ve güven duygusu kırılan bir insanın nasıl kolayca tasvip etmediği güce dönüşebileceğini detaylı bir psikanalitik tahlile girmeden yalın ve sert bir şekilde hissettiriyor. Güven duygusundan yoksunluk insanın çevresine gösterebileceği cömertliği ve ilgiyi ister istemez yıpratacaktır.
Édouard Louis’in üçüncü kitabı Babamı Kim Öldürdü’de, mercek altına alınan, başlığın da ele verdiği üzere, babasının hayatıdır. Soru işaretinin yokluğu bu romanın bir sorudan ziyade bir cevaba denk geldiğini ima ediyor. “Irkçılık bazı toplulukların erken ölüme maruz bırakılmasıdır” diyen Amerikalı entelektüel Ruth Gilmore’un bu ırkçılık tanımı ile başlıyor kitap. Édouard Louis ırkçılığın sınıfsal eşitsizlik ile bir ve aynı şey olduğunun idrak edilmesini istiyor. Bunlar birbirlerini doğuran kavramlar. Aile dinamikleri dışında, babasının çalışma koşulları nedeniyle yatalak duruma gelmesinin ve yıllarca sosyal yardımlarla kıt kanaat geçinmesinin öncesini ve sonrasını anlatan Babamı Kim Öldürdü’de emek sömürüsü, toplumsal cinsiyet ve ırkçılık arasındaki bağ gözler önüne seriliyor. “Siyaseti, canlıların başka canlılar tarafından yönetilmesi ve seçmemiş oldukları bir topluluk içinde yaşayan bireylerin varlığı olarak tanımlayacak olursak, demek ki siyaset korunan, teşvik gören, desteklenen toplumları, ölüme, işkenceye, cinayete maruz bırakılan toplumlardan ayıran şeydir.”[6] Anlatıcı bunları söylüyor ve sen diyerek babasına seslenmeye ona anlatmaya başlıyor. Bu hâliyle Babamı Kim Öldürdü babaya bir iç dökme metni olarak okunabileceği gibi sınıf atlamış, hatta kendi deyimiyle sınıf kaçkını (class defector) bir oğulun proleter babasına neden bu hâle düştüğünü, neden alkolizm ile, toksik erkeklik ile boğuştuğunu, niye şiddete meyilli olduğunu anlatma, onu ve oğlu olarak kendini aydınlanmış ve bilinçlenmiş gözlerle görme romanı. “Senin hayatın daha en başından beri, sana rağmen ve hatta sana karşı işleyen, olumsuz bir hayat olagelmiş. Paran olmadı, okula gitmedin, seyahat etmedin, düşlerini gerçekleştiremedin. Senin hayatından bahsederken insanın kullanabileceği tek şey, dildeki olumsuzluk yapıları.”[7] Édouard Louis belli ki babasını onunla beraber düşünmeye davet ediyor. Babasını sanki Jacques Rancière’nin Filozof ve Yoksulları’nda öne sürdüğü o ihlal çizgisine çağırıyor. “İşi düşünmek olmayanlar nasıl kendilerini düşünmeye yetkili kılabilir ve düşünce özneleri olarak kurabilirler?”[8] Sorulan soru bu. Düşünmenin ve emeğin birbirinden ayrı düşmediği ya da düşünmenin belli bir zümrenin tekelinde olmadığı o çizgi yeni bir ufuk olamaz mı? Édouard Louis’nin babasına seslendiği bu romanı, bu yeni manzaraya bir hazırlık görevi görüyor. Düşünme yetisini kazanmış proleterler, güvencesizler, ötekileştirilmişler bu hudutta hizalanıp yeni bir ufka bakabilirler.
Édouard Louis’nin Türkiye’de yayımlanan son romanı Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri (2024) annesinin yok edilen gülüşünü arayan arkeolojik bir kazı. Hamilelik sonucu sona eren öğrenim hayatı, alkolizm ve şiddet girdabında biten ilk evliliği, farklı olacağı ümidiyle içine atıldığı ikincisi ve çocuk olarak çuvaldızı kendine de batırarak Eddy’nin bu mutsuzluktaki rolü ortaya dökülüyor kitapta. Eddy annesinin mutsuzluğunu bir nevi kanıksamıştır oysa ki. “Onu mutlu görmekten neden nefret ettiğimi anlayamazdım, yüzündeki o tebessümden, birden ortaya çıkan nostaljiden, rahatlamasından nefret ederdim.”[9] Édouard Louis ancak ileri yaşlarında artık sınıfından firar etmiş bir entelektüel olarak annesinin gençlik fotoğrafını dağınık odasında tesadüfen bulunca fark ediyor ki annesi bir zamanlar umutla neşeyle dolup taşan genç bir kızdı. Annelik rolünü üzerinden çıkarınca elinde ondan geriye ne kalır? Bunu düşününce onu bunca zaman aslında pek de tanımadığını idrak ediyor. “Onu evde mutsuz görmeye o kadar alışmıştım ki yüzündeki mutluluk bana derhal ifşa edilmesi gereken bir sahtekârlık, bir ayıp, bir yalan gibi görünüyordu.”[10] Böyle diyor romanda çünkü çocukluğu boyunca annesinin mutlu anlarına nadiren rastlamıştır.
Annesinin yorgun, bakımsız ve yoksul bedenini kanıksamıştır kanıksamasına ama bir yandan bu bedenin onun için bir utanç kaynağı olduğunu da itiraf ediyor. “Bir başka gün, biz okulun bahçesinde Cindy’yle -kasabadan bir kız- oynarken bahçenin yanından geçiyordu. Cindy bana, Bu annen mi? diye sordu. Hayır, dedim. O kadının kim olduğunu bilmediğimi söyledim.”[11] O erken yaşlarda bu bakımsızlığın bu yorgunluğun bir kadın için doğal olmadığını çocuk aklıyla bile sezmiştir. Annesi bir süre ev kadını olarak annelik ve eş rollerini sürdürüyor ancak ilerleyen yıllarda kocasını yatağa düşüren iş kazasının akabinde durum değişiyor. Babasının işsizlik ve sakatlık sonucu aldığı sosyal yardımların ailenin geçinebilmesine yetmeyecek kadar az olduğu çok geçmeden anlaşılacaktır. Böylece annesinin ev idaresinin yanında para kazandıracak ek bir iş bulması gerekecektir. “Annemle babam yoksulluktan doğruca sefalete geçtiler ve annem biraz para kazanmak için onu tüketen, tiksindiği bir iş yapmak, kasabadaki yaşlıların bakımına gitmek zorunda kaldı.”[12]
Roman ilerledikçe görülecektir ki annesinin kaybolan gülüşünün enkazındaki bu arayış ile kutsal aile miti un ufak olmaya mahkûm. Édouard Louis annesinin fotoğrafından babasına, büyükbabasına, büyükannesine ve diğer aile bireylerine bakıyor yol boyunca ve bizzat kendi bedenini kendi yaşamını kullandığı otokurmaca ile neoliberal ülke politikalarının yere göre sığdıramadığı aile kurumunun röntgenini çekiyor. Onlara bakınca kendi ailesinin yaşadığı yoksulluğun kuşaktan kuşağa aktarılan bir tekrardan ibaret olduğunu görüyor. Eddy’nin annesi kendi babasını 10 yaşındayken kaybetmiş, çocukluğunu baba figüründen yoksun geçirmiştir. Babasından annesine yadigâr kalan tek şey, annesinin hayatı boyunca okuduğu kısacık bir mektuptur. Eddy’nin babası ise, çocukluğunu kendi babasının fiziksel şiddetine maruz kalarak geçirmiştir. Eddy’nin babası bu fiziksel şiddeti kendi çocuklarına yaşatmamaya ant içmiştir ama devraldığı yoksulluğu devam ettirmemek imkânsızdır.
Otokurmaca türünün kendine has özellikleri nedeniyle Édouard Louis, yayımladığı ilk romanından itibaren bizzat kendisi ve edebiyatı ile eleştiri oklarının hedefi hâline geliyor. Kendisi her fırsatta bulunduğu platformlarda polemiklere sözlü olarak yanıt vermekte beis görmüyor. Ve öyle görülüyor ki özellikle ikinci romandan başlayarak eleştirilere cevaben kitaplarında manifesto, deneme, eleştiri, protesto ve teorik alıntı pasajlarına yer açan bir üslup geliştiriyor. Dolayısıyla söyleşilerde, panellerde, medya kuruluşlarında ona yöneltilen eleştirileri kendi otokurmacalarının birer parçası hâline getiriyor, tüm bunları edebiyatının ve kendi edebiyat tanımının birer parçası kılmaktan geri durmuyor.
Otokurmacanın yalanla gerçeğin arasında gezinmesini, olayları abartmasını ve önyargıları tetikleyen hatta bu önyargıları popüler olmak uğruna kullanmasını ima eden eleştirileri Şiddetin Tarihi’nde bir Hannah Arendt alıntısıyla yanıtlıyor örneğin:
Arendt şöyle diyor: ‘Bir başka deyişle, gerçeğin kasten reddedilmesi -yalan söyleyebilme becerisi- ve olguları inkâr edebilme yetisi -eyleme geçebilme becerisi- derinden ilişkilidir; ikisi de aynı kaynaktan doğar: Hayal gücünden. Yağmur yağarken ‘güneş parlıyor’ diyebilmek doğal sürecin parçası değildir […]; bu durum, daha ziyade, dünyayla ilişkilenmek bakımından hem duyusal hem zihinsel anlamda kusursuz bir donanıma sahip olsak da onun ayrılmaz parçalarından biri gibi içine sabitlenmediğimizi ya da onunla bütünleşmiş olmadığımızı ifade eder. İnsan dünyayı değiştirmek ve onun içinde yeni bir şey başlatmakta özgürdür.’ İyileşmem böyle başladı. İyileşmem gerçeği inkâr edebilme ihtimaliyle başladı.[13]
Bu pasajı otobiyografik öğeleri abartarak ya da bunları onlara eşlik eden küçük mutluluklardan soyutlayarak kurgulaması eleştirilerine karşılık yazıyor gibidir. Ona göre bu anlamda yalan da hakikatin bir parçası.
Babamı Kim Öldürdü’de politikayla edebiyatı birbirinden ayırması gerektiği yönündeki eleştirilere cevap olarak kitabın sonuna güncel bir habere atfen yazdığı Ağustos 2017 tarihine ait bir günce yazısı iliştiriyor:
Emmanuel Macron hükümeti, Fransa’daki en yoksul insanlardan ayda beş euro kesiyor; Fransa’nın en yoksullarına barınabilsinler, kiralarını ödeyebilsinler diye verilen sosyal yardımın beş euro’sunu geri alıyor. Aynı gün ya da o günlerde, önemli değil, Fransa’nın en zenginleri için vergi indirimi ilan ediyor. Yoksulların fazla zengin olduğunu, zenginlerin yeteri kadar zengin olmadığını düşünüyor. Hükümeti, beş euro’nun mühim bir rakam olmadığının altını çiziyor. Bilmiyorlar. Bu korkunç. Bu korkunç cümleleri sarf ediyorlar çünkü bilmiyorlar. Emmanuel Macron senin boğazındaki lokmayı alıyor.[14]
Édouard Louis bu tutumuyla politika ve edebiyatın birbirinden ayrılmaması gerektiği hususunda, bunların anlatının, yarattığı karakterlerin, olay örgüsünün birer parçası olduğunda ısrar ediyor. Çünkü zaten bu yüzden yazmaya başlamıştır. Bir söyleşide[15] dünyada tanık olduğu bu kadar acı varken niye kurmacaya ihtiyaç duyulduğunu anlamadığını açıklıyor ve bunun onun başlıca yazma motivasyonu olduğunun altını çiziyor.
Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri’nde romanın başına dahil ettiği bir pasajla angaje olma, edebiyatla siyaseti karıştırma eleştirilerine yine göndermede bulunuyor.
Bana edebiyatın asla bir siyasi manifestoya benzememesi gerektiği söylendi, bense şimdiden cümlelerimin her birini bir bıçağın ucunu sivriltir gibi sivriltiyorum.
Çünkü artık biliyorum ki edebiyat adını verdikleri şeyi, onunki gibi yaşamlara ve bedenlere karşı inşa ettiler. Çünkü artık biliyorum ki ona dair ve onun yaşamına dair yazmak, edebiyata karşı yazmaktır.[16]
Aynı pasajda edebiyatın izah etmekte özgür olduğunu, duyguları ifade etmekten sakınmaması gerektiğini, tekrardan kaçmak yerine gerekirse hep aynı hikâyeyi anlatmasının zorunlu olduğunu bir bildiri metni üslubunda duyuruyor.
Henüz Türkçeye çevrilmemiş olan yeni kitabı Change’de hangi eleştirilere cevap verdiği merak konusu. Ancak davet edildiği her platformda sözünü sakınmadan edebiyatını savunmaya devam ediyor Édouard Louis. Dahil olduğu söyleşi ve tanıtım platformlarında paylaştıklarının kitap yazmak kadar önemli olduğunu belirtiyor. Sadece masa başında kalem oynatmanın ve konuşmaktan kaçınmanın korkakça bir tutum olacağını ifade ediyor. Ancak bu şekilde her kesimden insana ulaşabileceğine inanıyor.
Édouard Louis, işçi sınıfından gelmesine rağmen artık başka bir sınıfın içinde yaşıyor ve sık sık bununla ilgili eleştiriler alıyor. Onun bu yöndeki tanıklığının güvenirliği sorgulanıyor. Ya abartılı olmak ya da stereotipler yaratarak önyargılara yaslanma, hatta bu önyargılardan beslenme ile suçlanıyor. Bu yöndeki eleştirileri nasıl yanıtladığını görmek için The Bomb dergisinde kaleme aldığı New York Günlüğü yazısına göz atılabilir. Primo Levi’nin tanıklıkla ilgili görüşlerinden etkilenmiştir. Nazi Toplama Kamplarında şiddeti gerçek anlamıyla yaşayanların o kamplarda ölenler olduğunu belirtiyor Primo Levi. Dolayısıyla hayatta kalanlar, kurtulanlar, asıl tanıklar onlar değildir. “Dibe vuranlar, boğulanlar yaşadıklarını anlatmak üzere geri dönmediler.” Tanıklar, ancak sağ kalmayanlar adına vekâleten konuşur. Édouard Louis, sınıf değiştirmiş bir entelektüel olarak işçi sınıfı adına konuşma hakkını böyle savunuyor daha sonra bir söyleşide. Ölüme terkedilmişlerin deneyimini sadece onların konuşabileceğini savunursak bu hiç kimsenin konuşmayacağı anlamına gelmiyor mu der. Bir yerden kaçmak orada kalanları terk etmek, onları unutmak anlamına gelmez onun dünyasında.
Édouard Louis Emmanuel Macron, Hollande, Valls, El Khomri, Hirsch, Sarkozy, Bertrand, Chirac gibi diline doladığı ve itham ettiği siyasilere panzehir sunarcasına etkilendiği düşünürleri ve sanatçıları sık sık dile getiriyor. Ken Loach,[17] James Baldwin, Toni Morrison, Annie Ernaux, Simone de Beauvoir, Marguerite Duras gibi isimlerin sıralandığı bu uzun listenin başında filozof ve yazar Didier Eribon yer alıyor. Didier Eribon’un profesör olarak görev aldığı Amiens Üniversitesi’nde Édouard Louis ondan ders almıştır ve zamanla akademik öğretmen-öğrenci ilişkisi yakın bir dostluğa evrilir. Didier Eribon’un Reims’e Dönüş[18] adını taşıyan, söylenmeyeni söyleyen, cesur, deneysel otobiyografik anlatısının ortaya çıkardığı ortak deneyimlerin onun da benzer bir tarzda yazmasında etkili olduğunu söylüyor Édouard Louis. “Şaşkına dönmüştüm. Sanki kendi hayatımı okuyor gibiydim” diyor bu kitabın etkisini anlatırken. Didier Eribon bu anlatıda cinsel yönelimini açıkladığı dönemin işçi sınıfından oluşunu sakladığı dönemle aynı zamana denk geldiğini belirtiyor. Édouard Louis’ye ilham ve cesaret veren Didier Eribon’un Reims’e Dönüş otobiyografisi ve belgeseli bu düşüncenin ürünleridir.
Aynı bölümden mezun sosyolog Geoffroy de Lagasnerie, hakeza, Édouard Louis’nin yan yana yürüdüğü diğer önemli isimdir. Okurlar tarafından fark edilmiştir, bu iki isim de otokurmacalarında sıklıkla zikrediliyor. Şiddetin Tarihi’nde mesela, anlatıcıya karakola giderken ya da evi delil için aranırken eşlik eden onlardır. Üç ismin geliştirdiği entelektüel arkadaşlık sadece romanlarda yer bulmuyor, bazen beraber kalem oynatıyor ya da konuşmalara katılıyorlar. Geoffroy de Lagasnerie ile Édouard Louis 2015 yılında yani Eddy’nin Sonu’nun yayımlanmasından hemen sonra sol retoriği ve eylem alanını genişletmek amacıyla ortak bir manifestoya[19] imza atıyorlar mesela.
Solun sessizliği ile derdi olan bildiri metninin dördüncü ve son ilkesi şöyle: “Mümkün olduğunca müdahil ol, alanı işgal et. Kısacası, solu yaşat.” Bu manifesto burada kalmıyor. Édouard Louis onu Babamı Kim Öldürdü’de babasıyla arasında geçen bir diyaloga çeviriyor. Bunu okurken Hannah Arendt’ın yalanla ilgili söylediklerini tekrar aklımıza getirelim.
Geçen ay seni görmeye geldiğimde, kapıdan çıkmadan bana sordun: “Siyasetle ilgileniyor musun hâlâ?” “Hâlâ?” sözcüğü lisedeki ilk yılıma göndermeydi, aşırı sol bir partiye üye olduğum ve yasadışı eylemlere katılıp başımı polisle derde sokacağımı düşündüğün için seninle tartıştığımız zamanlara. “Evet, daha fazla,” diye yanıt verdim sana. Üç-dört saniye bekledin bir şey söylemeden, bana baktın ve sonunda dedin ki: “Haklısın. Haklısın, galiba bir devrim şart.”[20]
Dolayısıyla bu edebi portreyi burada bırakıyorum. Yalanıma siz devam edin. Bu evin icabına bakın.
[1] Édouard Louis, Eddy’nin Sonu, Çev.: Ayberk Erkay, Can Yayınları, Mayıs 2021, sf. 15
[2] Édouard Louis, Eddy’nin Sonu, Çev.: Ayberk Erkay, Can Yayınları, Mayıs 2021, sf. 165
[3] Édouard Louis, Şiddetin Tarihi, Çev.: Ayberk Erkay, Can Yayınları, Şubat 2023, sf. 14
[4] Édouard Louis, Şiddetin Tarihi, Çev.: Ayberk Erkay, Can Yayınları, Şubat 2023, sf. 11
[5] Édouard Louis, Şiddetin Tarihi, Çev.: Ayberk Erkay, Can Yayınları, Şubat 2023, sf. 23-24
[6] Édouard Louis, Babamı Kim Öldürdü, Çev.: Ayberk Erkay, Can Yayınları, Ekim 2020, sf. 13
[7] Édouard Louis, Babamı Kim Öldürdü, Çev.: Ayberk Erkay, Can Yayınları, Ekim 2020, sf. 25
[8] Jacques Rancière, Filozof ve Yoksulları, Çev.: Aziz Ufuk Kılıç, Metis Yayınları, Mayıs 2009, sf. 14
[9] Édouard Louis, Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri, Çev.: Ayberk Erkay, Can Yayınları, Nisan 2024, sf. 20
[10] a.g.e., sf. 20
[11] Édouard Louis, Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri, Çev.: Ayberk Erkay, Can Yayınları, Nisan 2024, sf. 27-28
[12] Édouard Louis, Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri, Çev.: Ayberk Erkay, Can Yayınları, Nisan 2024, sf. 29
[13] Édouard Louis, Şiddetin Tarihi, Çev.: Ayberk Erkay, Can Yayınları, Şubat 2023, sf. 166-167
[14] Édouard Louis, Babamı Kim Öldürdü, Çev.: Ayberk Erkay, Can Yayınları, Ekim 2020, sf. 50
[15] Édouard Louis’nin gazeteci Kerry Hudson’la Babamı Kim Öldürdü üzerine gerçekleştirdiği söyleşi: https://www.youtube.com/watch?v=6JeNRF7EwGI&t=13s
[16] Édouard Louis, Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri, Çev.: Ayberk Erkay, Can Yayınları, Nisan 2024, sf. 15
[17] Öyle ki yönetmen Ken Loach ile bir araya geldiği söyleşi kitap halinde Sanat ve Siyaset Konuşmaları adıyla yayımlandı. [https://www.youtube.com/watch?v=J89RTrx1_eM]
[18] https://www.theguardian.com/books/2018/may/27/didier-eribon-interview-returning-to-reims-working-class-coming-out–memoir
[19] https://lareviewofbooks.org/article/manifesto-for-an-intellectual-and-political-counter-offensive/
[20] Édouard Louis, Babamı Kim Öldürdü, Çev.: Ayberk Erkay, Can Yayınları, Ekim 2020, sf. 51



